Vasat bir "burjuva demokrasisinde" başbakan olmuş birine "sen cumhurbaşkanı olamazsın" denebilir mi? Birileri böyle bir şeyi söylemeye hakkı olduğunu düşünebilir mi? Sen kendi adayını çıkarırsın başkaları da kendi adayını çıkarır ve sen başkasının adayına karışamazsın. Kaldı ki, bildik "parlamenter burjuva demokrasilerinde" başbakan cumhurbaşkanından daha büyük yetkilere sahiptir, besbelli ki, icranın başıdır, cumhurbaşkanlığıysa daha ziyade "semboliktir" bir imza ve onay makamıdır. Öyleyse sorun nedir?
Aslında sorun Türkiye'deki rejimin niteliğini angaje eden bir şeydir ve "demokratik, laik bir sosyal hukuk devleti" olduğu söylenenin çapıyla ilgilidir. Esasen cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili "istemezük cephesinin" dili ve üslubu rejimin niteliğini ve yönetim zihniyetini ele veriyor.
Osmanlı İmparatorluğu'nda köklü bir devlet/halk yabancılaşması geçerliydi ve bu durum imparatorluk mantığının bir gereğiydi. Halk kitlelerinin haraç vermek ve "gerektiğinde" şiddete maruz kalmak dışında devletle teması olmazdı. İlişkinin yönü de devletten halka doğruydu. 1923 de devletin adı cumhuriyet olarak değiştirilse de, devlet/halk yabancılaşması kaldığı yerden devam etti. Zira, devletin adının değiştirilmesinde halk kitlelerinin -emekçi sınıfların densin- bir dahli olmamıştı. Cumhuriyet, cumhurun hiçbir dahli olmadan bir "saray darbesi" sonucu ilan edilmişti...
Velhasıl "cumhursuz cumhuriyet" söz konusuydu. Devlet-i âliyye, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştu... Bağnaz resmi tarihin ve boğucu resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş diplomalılar, akademik statünün gardiyanları ve diğerleri hiçbir zaman rejimin niteliğini tartışmaya yanaşmadılar, yanaşmaları da zaten mümkün değildi. Aşırı modernist retoriğe rağmen eski zihniyet ve eski yönetim anlayışı kaldığı yerden devam etti. Osmanlı döneminde haraç veren halk, artık vergi verip, askere gidiyordu ve asla işe karıştırılmıyordu.
Neden işe karıştırılmadığının cevabı da hazırdı: halk cahildi, henüz sürece dahil edilmeye ehil değildi, bir hukuk terimini kullanmak gerekirse, henüz "mümeyyiz" değildi, öyleyse olgunlaşıncaya, mümeyyiz oluncaya kadar oyunun dışında tutulmalıydı... Bu zihniyet o kadar köklüdür ki, bugün bile "demokrasiye erken geçildiğinden" hayıflananlar eksik değil.
İşte sorun tam da bununla ilgilidir. Başka türlü ifade etmek istersek, "demokrasiye geçişin" manâ ve mâhiyetiyle ilgilidir. Demokrasiye mi geçilmişti yoksa demokrasiye geçiliyormuş gibi mi yapılmıştı? 1946 de geçildiği söylenen "çok partili sistem" ne mene bir şeydi?
1923 sonrasındaki rejim, otokratik bir dikta rejimiydi. II. Dünya Savaşı ertesinde iç ve dış nedenler veri iken, otokrasinin mevcut haliyle yola devam etmesi artık mümkün görünmüyordu. Bundan sonra "devletimizin birden çok partisi" olacaktı, Türkiye "demokrasiye geçecekti"... "Çok partili sistem" denilen de devlet partilerinin sayısını artırmakla ilgiliydi. Artık bir tek devlet partisi olmayacaktı... Tabi her isteyenin siyasi parti kurması mümkün değildi. Hele "sınıf esasına" göre parti kurmak asla... Zaten "sınıfsız kaynaşmış bir kitle" söz konusuyken, sınıf çatışmalarından ari bir toplumda tek bir siyasi parti bile gereksiz değil miydi? Öyle bir "çokpartili sistem" ki, orada ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kırıntısına bile yer yoktu. Kurulan siyasi parti veya partiler devletin kurulmasına izin verdiği partiler, "devlet partileri" olabilirdi.
Bundan sonra "demokrasi oyunu" şöyle oynanacaktı: parti devletten oy halktan... Fakat hesap edemedikleri bir şey vardı: sınırlı da olsa kitleler işe karıştığında güdümlü hareketin güdümlü olmaktan çıkma riski her zaman vardır. İşte Demokrat Parti bu amaçla bir muvazaa partisi olarak kuruldu- kurduruldu [muvazaa danışıklı dövüş anlamındadır]. Bir muvazaa partisi olarak kurulduğu halde 1946 genel seçimlerinde baskı ve hileyle partinin önü kesildi, fakat 1950 seçimlerinde ezici çoğunluk sağlayıp hükümet kurmasını engelleyemediler.
Halk sınırlı da olsa işe karışırsa ve ondan oy istemek "zorunluysa", taviz vermek de kaçınılmazdır. Ve Demokrat Parti tarafından verilen tavizler "memleketin sahiplerini" rahatsız etti. "Memleketin sahipleri" dizginlerin elden gittiği korkusuna kapılmışlardı. Avam takımının işe fazla karıştırıldığından şikayetçiydiler... 27 Mayıs 1960 darbesiyle DP hükümetine son verdiler, partiyi kapatıp başbakanı astılar ve muvazaa partileriyle yönetme geleneğini oluşturmaya o tarihte başladılar. 1950- 1960 dönemi "Merkez" ya da aynı anlama gelmek üzere "memleketin sahipleri" [cumhuriyetin sahipleri] için bir ders olmuştu. Öyle bir yapı ve işleyiş oluşturmalıydılar ki, muvazaa partileriyle ve uzaktan kumandayla yönetmek mümkün olsun.
Bu amaçla halkın sürece katılımını sınırlayıcı bir dizi kurum ve mekanizmayı [ordunun gerektiğinde 'koruma-kollama' gerekçesiyle darbe yapmasının yasallaştırılması, tabii ve kontenjan senatörlüğü, MGK'nın imparatorluktaki 'Divan-ı Hümayun' statüsünde etkin bir iktidar aracı haline getirilmesi, Senato, Anayasa Mahkemesi, vb.] devreye soktular. Böylece kuliste kalarak yönetebilecekleri bir yapı ve işleyiş oluşturdular ama muvazaa partileri de olsalar, partilerin halktan oy isteme "gereği", uzaktan kumandayla yönetimin "tereyağından kıl çeker gibi" sorunsuz yürümesine izin vermezdi.
Bu yüzden yaklaşık onar yıllık aralarla [1960, 1971, 1980, 1997] darbe yapıp aracı yeniden rayına oturtmak zorunda kaldılar.
Bütün bu zaman zarfında "memleketin sahiplerinin" yegane kaygısı, kitleyi "oyunun dışında tutmaktı". Eğer emekçi halk çoğunluğu işe karışırsa, ayrıcalıklarını, dokunulmazlıklarını velhasıl "devletli" statülerini kaybetmeleri kaçınılmazdı. 1946 da başlatılan süreçte, benim "asıl devlet partisi" dediğim merkezle, çevre [merkezin kurduğu/kurdurduğu muvazaa partileri] arasında ilginç bir işbölümü oluştu. Her darbeden sonra bu iş bölümü daha da "netleşti" ama hiçbir zaman adı konup, telaffuz edilmedi.
Seçimle gelip hükümet kuran parti veya partiler, neleri yapamayacaklarını, neleri yapmalarına "izin verildiğini" daha iyi anlasalar, "asıl devlet partisinin" üslubuna daha iyi uyum sağlasalar da, oy derdi yüzünden sınırı aştıklarında, ya da merkez öyle düşündüğünde, bir darbeyle devrilmekten kurtulamadılar.
Böyle bir "işbölümü" geçerliyken ve muvazaa partilerinin "temel sorunlarla" ilgilenmesinin yasaklandığı koşullarda, siyasi partiler de birer şirket gibi işlemeye başladılar: Kendilerini ve yakınlarını zengin etmek üzere hazineyi ve bütçeyi yağmaladılar... Velhasıl temel sorunlarla ilgilenmemenin karşılığı olarak, şirket gibi çalışmalarına izin verilmişti... Merkez [asıl devlet partisi] kendi konumunu tartışmamak şartıyla buna göz yummak, sineye çekmek zorundaydı...
Zaten bu durum Memlûk devlet ve siyaset geleneğine de yabancı değildir. Bilindiği gibi Memlûk sisteminin bir versiyonu olan Osmanlı İmparatorluğunda iktidar [egemen sınıflar bloku], silahlı adamlar, ulema ve tacir koalisyonundan oluşuyordu... İşte Türkiye'de siyasi partilerin hükümet oldukları halde iktidar olamamaları, yukarda sözünü ettiğim bu ikili yapı veya muvazaa partileriyle yönetme üslubuyla ilgilidir. Aslında Türkiye'deki durumu anlamak için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti denilene bakmak yeter. Orada "asıl iktidar" TC askeridir ama onların yanında bir de "demokrasi oyunu" oynayan geniş bir kurumlar bütünü var [siyasi partiler, hükümet, başbakan, cumhurbaşkanı. 'bağımsız mahkeleler', v.b.]. Nasıl orada hükümet askerden izinsiz bir üst-geçidi bile yıkamazsa, Türkiye'de de hiçbir hükümet asıl devlet partisinin [merkezin densin] yetki alanına giren hiçbir şeye burnunu sokamaz, sokarsa bedelini öder. Mesela seçimle gelmiş bir hükümet Kürt sorununa el atamaz, Ermeni Faciasıyla ilgili söz edemez [zaten öyle bir kaygısı da olmaz], Kıbrıs'la ilgili açılım yapmaya kalkamaz, rejimin tabularına dokunamaz...
Yukarda kısaca özetlediğim "geri planı" hatırlamak, cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının tuhaflığını ve saçmalığını anlamayı kolaylaştıracaktır. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve bir bütün olarak "istemezük cephesinin" Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkması halinde laikliğin ve "cumhuriyetin temel ilkeleri" dediklerinin tehlikeye gireceğini ileri sürmesi, sözünü ettiğim "ikili yapıyla" doğrudan ilgilidir.
Başka türlü söylersek, Türkiye'deki "demokrasi oyununun" ne mene bir şey olduğunun itirafıdır. Aslında tehlikeye girdiğini söyledikleri, kendinden menkul "ilkeler" midir, yoksa devletlülerin iktidarı, ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları mı? Dün Amerika Birleşik Devletleri (ABD) güdümlü Politik İslamı sola karşı kullanmak isteyenler de kendileri değil miydi? O zaman laiklik elde mi kalıyordu?
Görünen o ki, ruhları çağıranlar geri yollayamamaktan şikayetçi... Kendi koydukları kurallara uymamak için bahaneler arıyorlar... Laiklik şampiyonları Diyanet İleri Başkanlığı [fiilen din işleri bakanlığı] diye bir kurumu da sorun ediyorlar mı? Çokpartili sistem denilen, birden çok devlet partisi veya muvazaa partileriyle yönetme dönemi olan 1946-50 sonrasında halk oy kullandı ama oy verdikleri partiler onları temsil etmedi [bunu söylerken her zaman bir seçim ve temsil mistifikasyonu olan ve gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere tasarlanmış temsilî demokrasiyi yücelttiğim sanılmamalıdır].
Cunta anayasasını, siyasi partiler ve seçim kanunlarını hiçbir zaman sorun etmeyenlerin şimdilerde şikayet etmeye hakkı var mı? CHP kendini sol bir parti olarak takdim ediyor, üstelik öyle olduğuna inananlar da var. CHP sol-sosyal demokrat bir parti olmak şurada dursun, tipik bir siyasi parti bile sayılamaz. O devletin bir parçasıdır. İktidar olmaya pek hevesli olmaması ve olamaması da o yüzdendir. Zaten sorun siyasetin önünü kesmekle, halkı işe karıştırmamakla ilgili değil mi? CHP, asıl devlet partisi dediğim gerçek iktidar odağının görünen bileşenlerinden biridir [diğerleri, Cumhurbaşkanlığı, ordu, MGK, Anayasa Mahkemesi, yüksek mahkemeler. YÖK, Barolar Birliği, bir 'kısım basın', v.b.], dolayısıyla tipik bir siyasi parti dahî değildir.
Yegane kaygısı "kutsal devleti" korumaktır. Onun kitabında demokratikleşme, özgürlük diye bir şey yoktur. Varlığını da zaten oldum olası demokratikleşmenin ve özgürlüklerin engellenmesine borçludur. Türkiye'de siyasetle bürokrasi arasında ilişki tersliği var. Bizdeki bürokrasi bildik bürokrasi değil, ondan fazla bir şeydir. Bu da "Eski Rejimden" kayda değer bir kopuş olmadığı, demokrasi denilenin de ahmakları aldatmaya yarayan bir sirk oyunu olduğu anlamına gelir. Zira, Osmanlı devlet geleneğinin "modern" uzantısı olan bürokrasi, siyasetin içini boşaltıp, siyasi aktörleri iğdişleştiriyor.
12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa, siyaseti olabildiğince etkisizleştirme [demokratikleşmenin ve özgürlüklerin önünü kesme, halkın sürece katılımını engelleme olarak okuyunuz] kaygısıyla hazırlandı. Her zaman kendi "korunmuş alanları" saydıkları Cumhurbaşkanlığı makamını da parlamenter demokrasiyle bağdaşmaz bir şekilde aşırı yetkilerle donattılar. Bununla seçilmişlerin işlevsizleştirilmesi amaçlanmıştı. Fakat, cuntacılar ve anayasayı hazırlayan profesörler taifesi, kaleye "istenmeyen" birinin de tırmanabileceğini hesaba katmamışlardı, zaten katmaları mümkün de değildir. Şimdilerde "laiklik elden gidiyor" teranesinin asıl nedeni budur. Her ne kadar kaleye tırmanması engellenmek istenen başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın gündeminde, başta cunta anayasası olmak üzere, diğer tüm anti-demokratik yasaları çöpe atmak gibi bir amaç olmasa da...
Böylesi bir ortamda kimin cumhurbaşkanı olacağını tartışmanın bir kıymet-i harbiyesi olamaz. Zira, böyle bir anayasa, siyasi partiler ve seçim kanunu, böyle bir devlet ve yönetim zihniyeti [ikili yapı] geçerliyken, gülünç demokrasi oyununda figüranlık yapmanın bir âlemi yok...
O halde bir önerim var: Öncelikle başta anayasa, seçim ve siyasi partiler kanunu olmak üzere, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü engelleyen kanunların derhal değiştirilmesi talebini de içeren ve oradan hareketle de rejimin niteliğini angaje eden yaratıcı bir tartışmayı başlatmak... Oldum olası aldatılmaya, itilip-kakılmaya, havanda su dövmeye mahkûm muyuz, elimizin armut toplamadığını göstermenin, yurttaşlığımızı kanıtlamanın, zamanı daha ne zaman gelecek?(FB/EÜ)