Bu konuşmaların sahibi olan kişiler, devleti en üst düzeyde temsil eden Cumhurbaşkanı ve silahlı kuvvetleri en üst düzeyde temsil eden Genelkurmay Başkanı olduğu için, bu açıklamalarını birer ifade özgürlüğü kullanımı olarak nitelemekten çok, kendi mevkilerine tanınan bazı yetki ve görevler ışığında değerlendirmek gerekir. Ancak bu durumda, bu yetki ve görevlerle bir arada düşünülmesi şart olan usul ve şekil kurallarının da bu değerlendirmeye dahil edilmesi, bir demokrasi bakımından kaçınılmazdır. Zira devleti, belli mevkilerde temsil etme yetkisine sahip kişilerin görüş açıklamaları bireysel bir değer taşımaktan öte, bu temsil görevinin gerekleri ve sınırları dahilinde belirlenmiş usullere uyularak gerçekleştirilmek durumundadır. Bu hususların, muhatap alınacak siyasi çevrelere, Anayasa'da ve ilgili mevzuatta belirlenen usullerle iletilebilmesine bir engel bulunmadığına göre, onun yerine bu yolun seçilmiş olması elbette başlı başına siyasi bir değer taşır.
Cumhurbaşkanı'nın konuşması, Cumhurbaşkanlarının her yıl, Harp Akademileri'nde düzenlenen konferansta yaptıkları bir konuşmaydı. Böyle bir olağanlığı olmakla birlikte, devleti en üst düzeyde temsil eden bir mevkiden yapıldığı ve zamanlaması nedeniyle özellikle ele alınmaya gerek gösteriyor.
Bu konuşmada yer verilen "siyasi rejim tehlikesi" uyarısına paralel olarak, dikkate değer görüşlerden biri de, "Anayasa'da somutlaşan devlet rejimi', "anayasal rejim" ve "devlet ideolojisi" sözcükleriyle ortaya konuldu. Bu terimlerin her hal ve şartta birbirinin yerine kullanılabileceği kuşkuludur. Çünkü Anayasa'nın, devlet rejiminin kendisinde somutlandığı bir siyasi belge olarak nitelenmesi, eğer Anayasa aynı zamanda hukuki bir belge olma karakterine de sahipse, devleti, o hukuki esasların öncülü haline getirme anlamı taşır. Ve zaten Türkiye siyasi ortamının ve Türkiye demokrasisinin en önemli sorunu da bu değil midir? Diğer bir ifadeyle, hukuk, devletin izdüşümü mü olmak durumundadır; yoksa devlet, çerçevesi belirlenmiş esaslara uygun bir hukuki iradenin izdüşümü müdür?
Cumhurbaşkanı, "devlet ideolojisi" terimine vurgu yaparken ayrıca şöyle bir nitelemede bulunuyor: "tüm yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisi." Ve konuşmasının sonraki sayfalarında (s. 12) ise şu gerçeğe dikkat çekiyor: "Unutulmamalıdır ki, demokrasi, yalnızca çoğunluk yönetimini öngördüğü için değil, azınlıkta kalanların haklarının korunduğu, seslerinin duyurulduğu, görüşlerinin yönetime yansıtıldığı için üstün nitelikli bir yöntemdir ." Siyasi iktidar bağlamında çoğunluk azınlık denklemine işaret eden bu görüşe paralel olarak, o "devlet ideolojisi" vurgusunun da hukuken daha denetlenmeye açık bir biçimde ortaya konulması gerekmez mi?
Bu bağlamda, elbette bir demokraside insanların haklarının kapsamı ve devlet kurumlarının işleyişi arasındaki hukuki uyumun denge ve denetim anlayışıyla tanımlanabilmesi gerekir. Ancak, çok ilginçtir ki, Cumhurbaşkanı'nın son yıllardaki tüm konuşmalarında olduğu gibi bu konuşmasında da, Anayasa'da "Cumhuriyet'in nitelikleri" arasında sayılan "insan haklarına saygılı bir devlet" olma şiarı ancak bir dış politika ölçütü olarak değer taşıyor.
Ve bu nedenle olsa gerek, yargı bağımsızlığı sorunu haklı olarak ele alınırken, bu durum artık tüm dünyada istihza ile karşılanan ABD Dışişleri Bakanlığı'nın, yıllık insan hakları raporlarına dayanarak temellendirilmeye çalışılıyor. Ve yine aynı yaklaşımın bir sonucu olarak, devlet aygıtlarının "hesap verme" sorumluluğu, toplum adına adeta bir haddini aşma olarak görülebiliyor. Bu yaklaşım, bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı için gerçekten hazin bir tablodur.
* Turgut Tarhanlı'nın yazısı, 17 Nisan 2007'de Radikal gazetesinde yayınlandı.