13 Mart 1999'da, Cumartesi İnsanları / Cumartesi Anneleri, bir açıklamayla "Cumartesi"lere ara verdiklerini açıkladılar.
Çünkü, Ağustos 1998'den itibaren "Cumartesi"ye 7 ay boyunca, her cumartesi müdahale edildi. İnsanlar yerlerde sürüklendi, dayak yedi, saçlarından tutularak güvenlik araçlarına bindirildi, biber gazına maruz kaldı, gözaltına alındı.
Cumartesi İnsanları / Anneleri'nin 22 Mayıs 1999 tarihli, "Türkiye'de Gözaltında Kayıplar" başlıklı, Dünya Kayıplar Haftası dolayısıyla yaptıkları açıklamayı aynen yayımlıyoruz.
Zorla kaybedilme
Bütün dünyada insan hakları ihlalleri arasında sayılan "gözaltında kayıplar" kişinin güvenlik kuvvetlerince gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınmaması, güvenlik kuvvetlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde, devletin bunu kabul etmemesi anlamına geliyor, bir başka deyişle kişinin zorla kaybedilmesi.
Hayrettin Eren
Türkiye "gözaltında kayıp" gerçeğiyle 1980 sonrasında karşılaştı. İlk kayıplardan Hayrettin Eren'in, 21 Kasım 1980'de İstanbul'da güvenlik güçlerince gözaltına alındığı arkadaşları kanalıyla ailesine iletiliyor.
Eren ailesi haberi duyar duymaz o dönem gözaltı merkezi olan Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'ne gidiyor, kapıda oğlunun arabasını gören anne Hayrettin'in gözaltında bulunduğundan emin bir şekilde yetkililerle görüşüyor, ama sonra yüzlerce ailenin duyacağı cümleyi duyuyor: "Bizde yok!"
Arabanın kapıda olduğunu hatırlatıyorsa da, yanıt alamıyor, zaten sonraki gün araba da "gözaltında kayboluyor". Eren ailesi seslerini duyurabilecekleri her yere ulaşmaya çalışıyorlar, sonuç değişmiyor; 18 yıldır halen Hayrettin'den haber yok.
Hayrettin Eren'den haber alınamadığı gibi 1980-1990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkari'den 12 insan daha gözaltında kaybediliyor.
Hüseyin Morsümbül
Bunlardan Hüseyin Morsümbül, 18 Eylül 1980 günü Bingöl merkezdeki evlerinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alınıyor, ardından Baba da gözaltına alınıyor, yoğun işkencelerden geçiriliyor.
Baba gözaltındayken oğlunun oradan kaçtığını etraftaki görevlilerin konuşmalarından öğreniyor ki, daha sonra bunu şöyle açıklıyor: "Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın bir kuşun kaçması bile mümkün değil."
1990 ve OHAL
Gözaltında kayıplar 1990 yılı ile birlikte her gelen yılla birlikte, çoğu da Olağanüstü Hal Bölgesi'nden (OHAL) olmak üzere artış gösteriyor. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) yapılan resmi başvurularda bugün gelinen noktada 543 gibi bir sayıya ulaşıyor.
İHD özellikle OHAL bölgesinde kayıp yakınlarının hepsinin resmi başvuruda bulunamadıkları gerekçesiyle rakamların ülkedeki gerçek gözaltında kayıp sayısını tam olarak yansıtmadığını düşünüyor.
Son 8 yılda kayıp yakınlarının başvurularına göre İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmaları çerçevesinde 520 olan gözaltında kayıplar yıl yıl şöyle bir seyir izliyor:
1991 - 4, 1992 - 8, 1993 - 36, 1994 - 229, 1995 - 121, 1996 - 68, 1997 - 45, 1998 -9.
"Faili meçhul" yerine "kayıp"
Burada, özellikle 1994 yılındaki gözaltındaki kayıplarda hızlı artışa dikkat çekmek gerekiyor, bir anlamda 1992-1993 yıllarında OHAL bölgesindeki "faili meçhul cinayetler"in yerini 1994'de gözaltında kayıplar alıyor.
1995 sonrasındaki verilerde İHD başta olmak üzere, 27 Mayıs 1995'de başlayan Cumartesi annelerinin Galatasaray Basın açıklamaları ile birlikte içte ve dışta gözaltında kayıplara karşı verilen mücadelenin etkisi görülüyor.
Hasan Ocak
21 Mart 1995 günü Hasan Ocak'ın İstanbul'da gözaltına alınıp kaybedilmesi olayı ailesi başta olmak üzere insan hakları savunucularının yoğun arama mücadelesi Türkiye'nin belleğine kazıldı.
Artık insanlar hızla bu ülkede "gözaltında kayıp" ihlalinin de yaşandığını duymaya başladılar. Ocak'ın işkenceyle öldürülmüş bedeni kaybedilmesinden 55 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulundu.
Devlet Ocak olayında suskun kalmayı yeğledi. Oysa, devlet Ocak'ın gözaltından 5 gün sonra Beykoz Ormanlarında köylülerin bulduğu ölü beden İstanbul Adli Tıp Morgu'na nakledilmişti. Aynı anda Hasan Ocak'ın resimleri hem devletin Adli Tıp'ında vardı, hem de sokaklarda "Hasan nerede" diye sorulurken dolaştırılıyordu.
Kenan Bilgin
Örnekleri çoğaltmak mümkün, sözgelimi Kenan Bilgin, bir başka 12 Eylülde, 1994'de Ankara'da otobüs durağında gözaltına alındı, alındı, çünkü onu Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde görenler var. İçlerinde avukatların da bulunduğu bu tanıklar Kenan Bilgin'i gördükleri doğrultusunda ifade de verdiler.
Onun "22 gündür buradayım, beni kaybedecekler" diye hücresinden haykıran sesini dışarı taşıdılar. Tanıklı ve kanıtlı gözaltında kaybedilmeye karşı ailenin devlete yaptığı bütün başvurular gene aynı yanıtı aldı: "Bizde yok!"
Nazım Gülmez
Nazım Gülmez, 61 yaşında. 14 Ekim 1994 günü askerler Gülmez'in yaşadığı Tunceli Hozat Taşıtlı köyüne geliyor. Köyde yapılan aramada Nazım Gülmez 3 köylüyle birlikte alınıp götürülüyor.
Daha sonra 3 köylü serbest bırakılıyor, Gülmez'den ise bir daha haber alınamıyor. Gözaltına alınanlar, muhtar ve bütün köylülerin gözü önünde yaşanan gözaltından sonra devletin yanıtı gene aynı: "Bizde yok!"
Mehmet Özdemir
Mehmet Özdemir, 44 yaşında, 29 Aralık 1997 günü Diyarbakır hayvan pazarında insanların gözü önünde çevrenin sivil polis olarak bildiği telsizli kişilerce gözaltına alınıyor.
Avukatın ilk başvurularında Özdemir'in gözaltında olduğu kabul edilince aile rahatlıyor, ancak daha sonra sağlığını sormak üzere Emniyet Müdürlüğü'ne giden avukata bu kez gene bildik yanıt tekrarlanıyor: "Bizde yok!"
Murat Yıldız
Verilen rakamlarla örnekleri çoğaltmak mümkün, son olarak 20 yaşındaki Murat Yıldız'ın nasıl kaybedildiğini oğlunu o günden bu yana kayıp yakınlarıyla birlikte arayan anne Hanife Yıldız anlatıyor:
"Oğlum Adli bir nedenle aranıyordu, onu bir avukatla birlikte kendim Bornova Polis Karakolu'na teslim ettim. Oğlumu tekrar sormaya gittiğimde silah göstermek üzere feribotla İstanbul'a giderken Murat'ın kendini denize attığını söylediler. İnanmıyorum."
Medyadan Ulusalüstü yargıya
Gözaltında kayıp iddiaları ulusal ve uluslararası platformlarda, yerli ve yabancı gazete, radyo ve televizyonlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, ulusal ve ulusalüstü yargıya konu oluyor.
Kayıp yakınları mahallelerindeki, köylerindeki karakollardan başlayarak her kademede oğullarının, kızlarının, sevdiklerinin akıbetini öğrenmek için resmi başvurular yapıyorlar.
Devlet kayıpların en azından her hafta gündeme getirildiği Galatasaray'da kayıp yakınlarına ve gözaltında insanların kaybedilmesine karşı olan insanları döverek, yerlerde sürükleyerek, yaşlı, genç, çocuk, kadın erkek ayrımı yapmaksızın ilgili ilgisiz Beyoğlu'ndan geçenleri gözaltına alarak yanıt veriyor. Oysa asıl görevleri bu değil. Asıl görevleri kayıp kişileri araştırmak ki yasalar da bunu gerektiriyor.
Her Cumartesi, saat 12:00'de, Galatasaray'da
Cumartesi Anneleri / Cumartesi İnsanları 27 Mayıs 1995 gününden başlayarak İstanbul, İstiklal Caddesinde Galatasaray Lisesi önünde her Cumartesi saat 12:00'de, "Kayıplar akıbeti açıklansın, sorumlular ortaya çıkarılarak yargılansın ve Kayıplar son bulsun" talebiyle basın açıklaması yaptılar, yapmaya çalıştılar.
"Yapmaya çalıştılar", diyoruz; çünkü, 15 Ağustos 1998'de 170. haftada başlayan engellemelerin 30 hafta sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri / Cumartesi İnsanları 200. haftada, yani 13 Mart 1999'da, sürekli gözaltı, kötü muamele ve dayaktan güvenlik kuvvetlerinin biber gazı kullanmalarına varan engellemeler karşısında Galatasaray'a ara verdiler.
Son 30 haftada yaşananlar, kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları tarafından halen hukuk zeminine taşınmış durumda.
Kayıp mücadelesi sürüyor. Türkiye'de gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının ve kayıplara karşı mücadele veren insan hakları savunucularının ne istedikleri belli: Devlet gözaltında kayıpları bulsun, sorumluları yargılasın, artık bu ülkede hiç kimsenin gözaltında kaybolmamasını sağlasın. (NM/BB)