Olağanüstü çabalar sonucu gerçekleşen, nereden bakılırsa bakılsın olağanüstü özellikler, anlamlar, referanslar taşıyan " İmparatorluğun Son Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Konferansı "na bugün içinde bulunduğumuz koşullar çerçevesinde pek çok açıdan yaklaşılabilir, her açıdan ayrı ayrı onlarca yazı, haber, makale yazılabilir; yazılıyor da.
Bu iki günün sonunda, bu birbirini farklı farklı disiplinlerden tamamlayan, bütünleyen, bir taraftan yeni sorular gündeme getiren, bir taraftan bazı sorunsalları açıklığa kavuşturan, her halükarda bir dönem hakkındaki yoğunluklu bilgi, yorum, fikir yüklemesiyle dinleyicisini sarsan, üzerindeki ölü toprağını bir çırpıda silip atan iki günden sonra, yüksek sesli düşünme ve birlikte hissedebilme denemesi yapmak istiyorum.
Yazının başındakiler, Elif Şafak'ın tebliğinden yola çıkılarak sorulan ve şu ana dair çok önemli olan sorular. "Soykırımdır, değildir, aslında onlar bizi kesmiştir, sayılar şu kadardır, bu kadardır" gibi uzayıp giden polemiklerden sıyrılıp, bugüne Elif Şafak'ın dikkatini çektiği yerden bakabilir miyiz?
Şafak, tebliğinde, edebiyatçı ve akademisyen kimliklerinden olağanüstü bir harman sundu. Bir akademisyen titizliği ve edebiyatçı inceliğiyle, feminist Ermeni yazar Zabel Yesayan'ın hayatı ve eserleri üzerine yaptığı sunumunu, bir edebiyat eseri alıntısıyla bitirdi.
Bir roman kahramanına gönderme yaparak, 1915 olaylarından kurtulmuş bir Ermeni'nin Türklerden ne duymak isteyeceği sorusuna romanda verdiği cevabı aktardı:
"Biz gittikten sonra ülkelerinin çoraklaştığını duymak isterim" demiş roman kahramanı. Elif Şafak bu cümleyi biz dinleyenlere doğrultarak, "Bizim bunu söylemeye, 'Evet, siz gittikten sonra ülkemiz fikirsel, sanatsal, siyasal, toplumsal her anlamda çoraklaştı' demeye ve Diaspora'nın da bunu duymaya çok ihtiyacı var" dedi. Böylelikle, "Siz önce soykırımı tanıyın, sonra sizinle konuşalım diyen Diyaspora söyleminin, ya da 'Soykırım olmamıştır, aslında Ermeniler bizi kesti' diyen resmi Türk tezinin fersah fersah ötesine geçen bir yaklaşım sundu.
Türkiyelilerin bugün artık Ermenileri kaybetmiş olmasının (kalan ortalama 60 bin kişi dışında) ve bu kayıpla yalnızlaştığımızı, çoraklaştığımızı fark edip, bunun yasını tutarak başlayalım, dedi. Verili durumun, "Yoklar ve olmamaları bizi çoraklaştırdı" durumunun yasını.
Duygular
Melisa Bilal'in söylediği gibi, duyguları milliyetçilikten başka bir çerçevede katabilir miyiz sosyal, düşünsel sistemimize? Beraber yaşanmışlık duygumuzu hatırlayabilir miyiz? Bu ülkede yaşayanlar, Türkiyeli Ermenilerin Bilal'in söylediği gibi yersizleştirilmiş ve kayıp olduğunu anlayabilir mi? İlle de yerinden edilmişlik değil; "bulunduğu yerde dilinden, dininden, tarihinden koparılmak, yabancılaştırılmak olarak yersizleştirilmişlik" Bilal'in tanımıyla. Bir de elbette Hrant Dink'in dediği gibi kökünden koparılarak dünyanın dört bir yanına dağılmış olduğunu ve bunun sonucu olarak da Bilal'in örneklediği gibi, film jeneriklerinde 'yan' soyadlı birini ararken aslında kendinden bir parçayı aradığını anlayabilir mi bu toplum?
Ağırlık
Dilimize girmiş ve geçmiş ağırlıkların izlerini taşıyan sözleri yeniden düşünebilir miyiz? Fethiye Çetin'in dediği gibi, neden çok ağır bir yükü kaldırırken 'gavur ölüsü gibi ağır' dediğimizi, gavurun ölüsünün neden ağır olduğu sorusunu sorabilir miyiz?
Paranoya ve travma
Erol Köroğlu'nun "Türk edebiyatında unutma ve hatırlama örnekleri: Suskunluğun farklı kırılma noktaları" sunumunda söylediği ve daha sonra da sıkça tekrarlanan bir paranoyanın varlığını kabul edebilir miyiz? Köroğlu'nun saptadığı gibi Ermeniliğin sürekli eşikte tutulan bir kimlik olarak, aynı zamanda hem farklı hem benzer olarak tanımlanamamasının, Ermeni'yi hain, düşman yaptığı fikri üzerinde düşünebilir, bunun toplumsal bir paranoya olduğunu kabullenebilir miyiz?
Bu paranoyanın panzehirinin Türkiye'nin demokratikleşmesi olduğunu söyleyen Hrant Dink haklı. Türkiye'nin demokratikleşmesi, sadece Türklerin paranoyasına iyi gelmez, aynı zamanda Ermenilerin içinde bulunduğu travmaya da çok, ama çok iyi gelir.
Amnezi
Elif Şafak'ın feminist Ermeni yazar Zabel Yesayan'ın 1915 Olaylarından kaçıp Bakü'ye yerleştiğinde yaşadıklarını yazmasını, yazarın toplumsal bir amnezinin önüne geçmeye verdiği önemi aktardı.
Etyen Mahçupyan ise, Türk toplumuna sürekli hafızası zayıf bir toplum olduğunun yinelenmesi ve Türkiye'nin geçmişe değil geleceğe bakan bir ülke olması söylemi içinde, devletin sürekli toplu amneziye yer açtığını vurguladı. Mağdurun unutturmaması ve konuşmasına karşılık, failin üstünü sıkı sıkıya örtüp, sonunda olayın değil kendisinden, konuşulmasından dahi korkulan bir noktada, konuşabilme rahatlığını haiz mağdur, faile yardım edebilir mi?
Empati
Ayşe Gül Altınay'ın söylediği gibi Fethiye Çetin'in "Anneannem", Takuhi Tovmasyan'ın "Sofranız Şen Olsun" ve Osman Köker'in derlediği "100 Yıl Önce Türkiye'de Ermeniler" kitaplarının sağaltıcı, empati kurmaya yönelten, birlikte ağlamamızı sağlayarak birlikte gülebilmemizin yolunu açan yapıtlar olduğunu görüp, bu egzersizleri bize daha sık yaptıracak eserleri çoğaltabilir miyiz?
Savunma ve haklı olmaktan yorulma
Halil Berktay'ın aktardığı, Türkiye'nin dış politikasının savunma siperi kazma haletiruhiyesinin, sonunda çukurun dibinde kalmışlıkla özdeş bir hal aldığını ve dış politikanın çukurun esiri olduğuna ilişkin saptamasını kırk yıllık bir diplomat Temel İskit doğruladı.
İskit, Ermeni sorununun Türk dış politikasını ipotek altına aldığını çünkü Türkiye'nin izlediği "güç politikası" çerçevesinde hep haklı olmak zorunluluğuna işaret etti ve ekledi: "41 sene boyunca hep haklı olmaktan bıktım."
Biz almayalım
Cemil Koçak'ın ilginç yaşam öyküsünü ve Teşkilat-ı Mahsusa'daki yerini bizlere aktardığı, Ruşeni Bey'in "milletler birbirini yiyerek büyür/beslenir" diyen o müthiş milliyetçilik tanımı karşısında, teşekkür ederiz, biz almayalım demek çok mu zor? Halil Berktay'ın altını çizdiği, tüyler ürpertici tarihi tekerrürün artık çarkına çomak sokulması gerekmiyor mu? "Her Ermeni bir Taşnak gerillasıdır"la başlayıp, "her Kürt bir PKK'lidir" diye devam eden tekerrürün...
Arınmak
Yine Halil Berktay'dan öğrendiğimiz, Ömer Seyfettin'in 1912-13 tarihlerinde yazdığı tamamlanmamış Primo Türk Çocuğu II romanındaki kahramanı rüyasından uyandırabilir miyiz?
Seyfettin'in kahramanı uyumakta ve rüya görmektedir, gökte bir ay yıldız görmekte, bacaklarında ise bir ıslaklık hissetmektedir. Bu ıslaklık Türk düşmanlarının kanlarıdır. Roman kahramanı Türk düşmanlarının kanları içinde yürüdüğünü hayal etmekte ve o sırada kanların üzerine ay ve yıldızın aksinin düştüğünü görmektedir.
Buradan hareketle Berktay, bayrağımızın rengi şehitlerimizin kanlarından değil, düşmanlarımızın kanlarından geldiğini söyler. Bu hiddetten ve nefretten arınabilir, kan göllerinden çıkabiliriz. Hem ne ay ne de yıldızlar ışıklarını esirgerler bu yolda bizden, hatta parlak bir güneşe çıkacağını bildiğimiz yıldızlı bir gecede, gelecek gün için ne çok umut olur!
Hürriyet
"Bu toplantı bizi hür kılacak" dedi, çevresinde döneme tanıklık edenlerin anılarını toplayıp kitaplaştıran eski Sağlık Bakanı Cevdet Aykan.
Cem Özdemir, bu toplantının gerçekleştirilmesinin hem Avrupa'yı hem Türkiye'yi rahatlatacağını, Avrupa'nın Türkiye'nin demokratikleşmesi yönünde kendi standartlarından yola çıkarak bir yük olarak gördüğü Ermeni sorununun konuşulmasının hem Türkiye'ye hem de Avrupa'ya çok iyi geleceğini, hem Avrupa'nın hem Türkiye'nin yükünü azaltacağını söyledi.
Yükleri görmenin, onları tanımanın ve zamanı geldiğinde onlardan özgürleşmenin müthiş rahatlama hissi, özgürleşme hissi... O yola girdik bir defa ağır ağır ilerleyeceğiz.
Matem
Bu konferansta ender duyuldu. Bir ya da en fazla iki kez belki. Tarihçi Christoph Neumann'la konuşurken o çekti dikkatimi bu noktaya. "Matem niye hiç konuşulmuyor?" dedi... 90 yıl öncesinin değil, bugünün matemi... Bugünkü yalnızlığımızın matemi...
Bugünkü yalnızlığımızı fark edersek belki, yavaş yavaş bugünden geriye doğru gidip, nasıl yalnızlaştırıldığımızı daha iyi görürüz. Bütün amnezi ısrarlarına karşı, çözülmemiş her travma gibi bir yolunu bulup meydana çıkan savunma halimize inat, empatiye giden yolda, önce ağlayıp sonra birlikte gülerek, kayıpları ve yersizleştirilenleri görüp onların bu hassasiyetini anlayarak, paranoyalarımızdan ve travmalarımızdan, dilimize, beynimize işlemiş ağırlıklarımızdan kurtularak, duygularımıza bir an dönüp matem tutabilir miyiz?
Aşmak... Eşiği atlamak, 'soykırımı' aşmak
Bir eşik atlanmış mıdır? Evet. Bu toplantı eşiği atlama eyleminin kendisi olmuştur. Türkiye'nin demokratikleşme sürecinin eşiği, üniversitenin bilimsel özgürlüğünün eşiği, ifade özgürlüğünün eşiği, konuşmamanın sürekli uzaklaşan eşiği, "soykırım mıdır değil midir, aslında onlar bizi kesti"nin tartışmalarının eşiği ve hatta sıkışmış, katılaşmış kimliklerin eşiği bu toplantıyla aşıldı.
Bugün başka bir yerdeyiz. Çünkü iki gün boyunca bu tarihi olaya tanıklık edenler, amneziyi, empatiyi, travmayı, paranoyayı, olanı, olmayanı, neyin nasıl olduğunu ya da olmadığını farklı farklı açılardan ve disiplinlerden araştırmalarla anlamaya, irdelemeye çalışırken, biraz bugünümüzün yasını tuttuk, biraz arındık ve biraz daha özgürleştik. Dinledik, düşündük, öğrendik; daha çok öğrendik, daha çok düşündük, daha çok dinledik.
Şimdi bu deneyimin o salondan çıkıp yaygınlaştırılmasının zamanı, daha çok insanın da daha çok öğrenebilmesi, bildiklerini yeniden düşünebilmesi ve daha çok dinlemeyi öğrenebilmesi için. Çünkü bu toplantı bizi özgür kıldı, özgür olmak isteyen başkalarının da olduğu umududur yollarımızı kesiştirecek olan. (TS/TK)