Son kitabı Levant’ta Beyrut, İskenderiye ve İzmir’in mazisini karşılaştırmalı olarak inceleyen İngiliz tarihçi Philip Mansel, kentin Levanten kimliği hakkında bir sempozyum için İzmir’deydi.
Mansel sorularımızı yanıtladı:
İzmir’de bulunma sebebiniz 2. Levantenler Sempozyumu. Dört yıl önce düzenlenen birinci sempozyumda da bulunmuştunuz. İzmir’de düzenlenen bu etkinlikler, Levant ve Levantenler üzerine araştırmaları bulunan size neler hissettiriyor?
Öncelikle çok ilginç olduğunu söylemeliyim. Levant kitabım için ve bunun dışında da Levant bölgesini neredeyse tüm yaşamamım boyunca araştırmış bir kişi olarak bahsettiklerimin gerçekleşmiş halini görmek mutluluk verici. Ayrıca İzmir Ticaret Odası Meclis Başkanı’nın, sempozyumun açılış konuşmasında ifade ettiği gibi İzmir’in Avrupalı bir şehir olduğunu görmek çok güzel. İzmir gerçekten de hem Avrupalı, hem Asyalı, hem Müslüman, hem Hristiyan, hem de Musevi bir şehir. Benim yaşadığım Londra’nın şu anki hali gibi.
Sanırım şöyle ifade edebilirim: Neticede ulus devletlerin 20. yüzyıl boyunca sevabı ve günahıyla görevlerini yerine getirdiklerini ancak bireysel yaşamlarımız ve küresel ekonomi için artık uygun olduklarını düşünmüyorum. Her ne kadar Katalonya ya da İskoçya’da ulus devlete dönüşü arzulayanlar olsa da. Ki bu iki durumun da ekonomik gerekçelere dayandığını biliyoruz.
Röportajlarınızdan birinde İzmir için “tüm şehirler içinde en az ulusal kent” ifadesini kullanıyorsunuz. Bunu biraz daha açalım mı?
Aslında şöyle demek daha uygun olur: Türk milliyetçiliğinin çok güçlü olduğu İzmir’in mazisi son derece uluslararası niteliğe sahip. Biz 20. yüzyılı tecrübe ettiğimiz için zihnimizde canlandırmakta zorlanıyoruz ancak 1914’ten öncesinin İzmir’i son derece uluslararası bir yaşama ev sahibiydi. Tarihi boyunca üç defa şehirdeki yabancı konsolos ve tüccarların çabasıyla işgalden kurtuldu: 1696’de Venedik, 1770’de Rus ve 1915’te İngiliz işgallerinden. Şehir adeta bir tür denge işlevi görerek savaşlara engel oldu.
Yani hem milliyetçi hem de uluslararası bir kimlik. 1914-1919 döneminde İzmir valisi olan Rahmi Bey’inki gibi. İttihat Terakki içinde yetişti ama İzmir’in Levantenleriyle çok iyi dostluklar kurdu. Hatta Levanten bir sevgilisi bile olduğu söyleniyor. Selanik’ten gelip modern bir hayat sürdü.
Kent-merkez, cosmo-polis gerilimi
İzmir’in bugününden bahsedersek AKP karşıtı hissiyatın en güçlü olduğu şehirlerin başında geldiğini söyleyebiliriz. İzmir’in merkezle yaşadığı gerilimli ilişkinin mazisi oldukça uzun. Bugünkü durum geçmişin bir uzantısı olarak görülebilir mi?
“Çok yaşa Gavur İzmir!” demek isterim. Ne kadar uzun yaşarsa, o kadar iyi. İdari ya da ekonomik merkezle gerilim meselesi çok önemli ve yalnızca İzmir’e özgü değil. Fransa’da Marsilya, İtalya’da Napoli, Mısır’da İskenderiye benzer hislere sahip. Bir kent devletin yani merkezin kendisini aşağı çektiğini hissederse bu durum ortaya çıkıyor. Almanya’da Hamburg da böyledir.
Aslında Türkiye’nin güneydoğusunda da benzer bir durum var. HDP’nin cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş seçim kampanyasının son mitingini İzmir’de yapmış ve “bizi en iyi siz anlarsınız, çünkü siz de Ankara’yla sorun yaşıyorsunuz” demişti.
Bu oldukça ilginç. İzmir tarihi boyunca şiddet kullanmamayı tercih etmemiş bir şehir. Ancak şu doğru: devletin otoriter ve kibirli tavır takınması konusunda benzerlikler mevcut. Yine de devlete karşı şiddet kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bir de şu var: Ben Türkiye çerçevesinin, öyle olmadığı düşünülse bile, birçok komşusuna göre daha iyi işlediğini düşünüyorum, mesela Yunanistan ve Suriye’ye göre. Yine de ben Türkiye’de daha liberal ve özgür bırakan bir devlet olmasını dilerim.
“Tarihte karakterler önemlidir”
Bahsettiğimiz gerilimlerin kontrol altında tutulmasıyla ilgili olarak Rahmi Bey örnek bir isim olarak görünüyor: Tüm Levanten aileler kendisinden son derece olumlu bir şekilde bahsediyorlar. Bu bireylerin önemi anlamına mı geliyor? Aklıma ister istemez 1999-2004 arasında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini yapan Ahmet Piriştina geliyor: Hemen her toplumsal grubun olumlu yaklaştığı ve merkezle gerilim konusunda maharetli bir belediye başkanı.
Şurası kesin ki karakterler tarih içinde önemli bir faktör oluştururlar. Mustafa Kemal’i ya da Rahmi Bey’i düşünün. Kişilikleri sonraki vali Nureddin’den tamamen farklıdır. Tabii Rahmi Bey’in gizli hayatına mesela banka hesaplarına dair bilgimiz olmadığını unutmayalım. Kendisiyle ilgili daha fazla bilgi sahibi olmayı gerçekten isterdim.
Ahmet Piriştina hakkında tek bildiğim dün ziyaret ettiğim enfes müzenin onun döneminde yapılmış olması. Bir de soyadı itibariyle, Rahmi Bey gibi Balkan kökenli olduğunu anlıyorum. Belki de dikkat çektiğiniz iki karakter arasındaki paralellik üzerinde kafa yormakta fayda olabilir.
İzmir, İskenderiye ve Beyrut
Genelde İzmir ya da başka şehirler, yalnızca kendi özellikleri etrafında değerlendirilirken siz Levant kitabınızda üç şehri, İzmir, İskenderiye ve Beyrut’u ilişkilendirerek bölgeye dair çıkarımlarda bulunuyorsunuz.
Kitabımda benzer coğrafi ve tarihi özellikleri olan üç şehri inceledim. O dönemde bir İzmirli için deniz yoluyla İskenderiye’ye gitmek, kara yoluyla Kayseri ya da Konya’ya gitmekten daha kolaydı, daha hızlıydı. İzmirli birçok Rum ve Ermeni bunu yapıyordu. Çok bilinmese de Beyrut’a giden bir hayli İzmirli de vardı. Bu arada ticaret amacıyla birçok Suriyeli ve İranlı’nın da İzmir’de yaşadığının altını çizelim. Aslında 17. yüzyılda İzmir’in Levant yani Doğu Akdeniz bölgesi ticaretinin merkezi olarak Halep’in yerini aldığını söyleyebiliriz.
Bu üç şehir aynı zamanda benzer sorunlara sahiptiler. Mesela coğrafya ve diplomasi açısından, bu korunaksız liman kentlerinin, Osmanlı’nın savaşta olduğu, Fransız, İngiliz ya da Rusya donanmalarından nasıl korunacağı gibi ciddi meseleler vardı.
Ekonomiyle ilgili zorluklar da ortaktı: Geleneksel bir toplumda modern bir ekonomiye nasıl sahip olunabilirdi? Ve tabii ki sosyal, kültürel hayatın son derece canlı olması da bu üç şehirde ortaktı. Beyrut’un Kornişi’yle İzmir Kordon’u hala çok benzerler ve buralar canlı bir sosyal hayatın mekânları olageldiler.
Kafeler, gece hayatı, eğlence ve zevk bu şehirlerin ortak noktasıdır. İzmir’in rembetikosu, Beyrut’un Fairuz’u ve diğer Arap müzisyenleri… Modernlik konusunda ileri şehirlerdi ve bu bilinçliydi. Örneğin eğitim bu üç şehirde de çok köklüydü. İzmir’de bugün sekiz üniversitenin bulunması anlamlı. Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi ya da İzmir’den Beyrut’a taşınan International Colleage. Bu okul Paradise yani bugünkü Buca’daki Amerikan Koleji’ydi. İskenderiye de kapsamlı kütüphanesi ve okullarıyla anılır.
Üç şehrin bir diğer ortak noktası ise kırılgan olmaları. Bir şeyler olur ve ertesi gün şehir yangın yeri olur, iç savaşa sahne olur. İskenderiye 1942’de Almanlar tarafından işgal edilmek üzereydi.
Aslında başka bir açıdan bakarsak tüm şehirler kırılgandırlar ve bunu şehir hayatının getirdiğini söyleyebiliriz. Ancak bu süreçler özellikle yukarıdan aşağıya gerçekleşir: Hükümetler yanlış bir şey yaparsa ya da gereken bir şeyleri yapmazsa, basiretsiz davranırsa o zaman her şey olabilir.
Sınır kentleri
Tarihçi Edhem Eldem, İstanbul ya da Halep ve ya İzmir’in sınır kentleri olmalarına dikkat çekiyor. Bu şehirlerin bazı temel özelliklerini kültürler, medeniyetler ya da diller arasındaki sınır kentleri olmalarına bağlıyor.
Evet sınır kentleri oldukları doğru. Mesela Halep için çölün sınırında olmak, Türkler ve Araplar arasındaki sınır olmak anlamına geliyordu. Bugünlerde Hong Kong’daki öğrenci gösterilerinde Çin sınırındaki bir toplumun “Çinleşme” karşısındaki endişesi olarak da okunabilir.
Ancak bence birçok şehir, sınırdan uzakta olsa bile zaten sınır kenti özelliklerine sahip. Çünkü göçmenlere, yabancılara, yabancı kitaplara ve fikirlere açıktırlar. Mesela Madrid sınırda olmasa da hatta ülkenin ortasında yer alsa da, İspanya’ya yabancı fikirlerin giriş yaptığı şehir olmuştur.
Deniz kenarında olmak ise belki de denizin ufkuyla ilgili olarak yabancı, uluslararası kişilere, şeylere ve fikirlere yani yabancı etkiye açıklığı kolaylaştırmış olabilir. Mesela İskenderiye deniz kenarında olması sebebiyle Selefi Müslümanlığın etkisini çok ağır yaşamış ve Mısırlılaşmış bir kenttir. Bu belki de İslam âleminin kıyısında, tehdide açık olduğu algısıyla ilgili olabilir.
Bu üç şehri seçmenizin sebebi bölgeye olan ilginiz mi yoksa üçü arasındaki ilişkiler mi? Mesela Selanik, Halep ya da Saraybosna da kitaba dâhil olabilir miydi?
Belki olabilirdi ama kitabın çok uzun olmasını istemedim. Limanlar olması istedim. Ayrıca şu an Halep’in kısa tarihini yazıyorum ve Selanik’in 1900lerine dair oldukça fazla malzemem var. Saraybosna’yı o kadar iyi tanımıyorum ancak haklısınız. Daha yaygın bir durumdan bahsediyoruz: Avrupa şehirleri Katolik, Protestan, Ortodoks olarak bölünmüşken, tek bir grubun hâkim olmadığı, karışık nüfus özelliklerine sahip Osmanlı şehirleri.
Bu kadar geniş bir coğrafyadan bahsederken yanıtlamak kolay olmayacak ancak bu şehirlerde yanlış giden ne oldu? Sorun neydi ve bu nüfus özellikleri büyük ölçüde tarih oldu?
Enver Paşa Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’na soktu, hükümet de, Sultan da, halk da bunu istemiyorken. Almanya’yla müttefik olmak bir felaketi doğurdu. Ayrıca yirminci yüzyıl her yerde korkunç yaşandı, sadece burada değil. Avrupa’da Almanya, İspanya ilk akla gelenler. Milliyetçilik insanları çığırından çıkarıyor, insanların birbirlerini öldürmelerine yardımcı oluyor. Kısacası çok yıkıcı.
“Uluslararası bir gelecek için uluslararası bir geçmiş lazım”
Türkiye’de Levantenler söz konusu olduğunda nostaljik bir yaklaşımın ağır bastığı görülüyor. Sanki bugüne dair değil de geçmişte olup bitmiş ve kaybolmuş bir antik nesne gibi.
Uluslararası bir gelecek için uluslararası bir geçmişe ihtiyacımız. Bu şehirlerdeki çok kültürlü hayatın var olduğunu anlatmak, hatırlatmak gerekiyor. Mesele nostalji değil. Sanırım kimse yüzyıl öncede yaşamak istemez, o dönemde yalnızca sağlık alanındaki eksiklikleri düşünmek yeter. Ancak bir yandan da şu anın, güncelin kibrinden de kaçmak istiyoruz.
Londra, Viyana ya da Saint Petersburg bile 1940 öncesinde oldukça uluslararası şehirlerdi ancak milliyetçi tarihçilerce bu gerçekler çoğunlukla unutuluyor.
Levant kitabınıza dair yazılan eleştiri yazılarından birinde, bu üç şehrin özel durumlarını ticarete bağlayarak, aslında “yaşasın özgür ticaret” dediğiniz yorumu var. Gerçekten öyle mi?
Ben ticaretin, ideolojilere göre daha barışçıl olduğunu; İş insanlarının generallere göre huzurlu bir yaşama daha yakın olduklarını düşünüyorum. Ancak herkesin pastadan pay alabilmesi şartıyla. Tabii ki iş insanları her zaman çok doğru davranmazlar: İzmir’de İngilizlerin, Kordon’a uzanan Fransız tren yolu projesini sabote ettiklerini biliyoruz.
İzmir özelinde hâkim olan modernliğin 17. Yüzyılda ticaret yapmak amacıyla Levantenler’in buraya gelmesi ve Osmanlı’nın onları desteklemesiyle yakından ilgili olduğunu unutmayalım. Beyrut için de böyledir. Şehrin gerçek ivmelenmesi yabancı konsolos ve tüccarların kente yerleşmesi ardından başlar. İskenderiye’de de 19. yüzyılın başlarında Mehmet Ali Paşa’nın Türkler de dâhil olmak üzere ticaret alemini şehre davet etmesi bir dönüm noktasıdır.
“Yoksul Levantenler de vardı”
Peki ya tablonun öbür tarafı: Bu kozmopolit şehirlerde şehirler yoksullar yok muydu? Hayat herkes için mi güllük gülistanlıktı?
Beni İzmir’de götürdükleri bir Levantene ait tavernada inşaat işçisi ya da balıkçı olarak çalışmak için İzmir’e gelen yoksul Sicilyalılar’ı gösteren fotoğrafları vardı. İskenderiye’de de her etnik gruptan yoksul insanlar mevcuttu. Hatta 1882’de Mısırlı bir eşek sahibini, Maltalı bir eşek sahibiyle tartışması sonrası çıkan gerilim, iki grup arasında ciddi bir çatışmaya dönüştü.
Ancak bir yandan da paylaşım vardı. Mesela Selanik’teki işçi sendikalarında her gruptan insan vardı. Ya da İzmir’in alt sınıflarının müziği rembetiko. Türkler bizim der, Yunanlılarsa bizim. Yani her ikisinin de, yani paylaşılmış bir kültür. Ya da İskenderiye’deki yoksul mahalleleri, başka yerlerde olduğundan çok daha fazla, farklı etnik gruplardan insanları barındırmıştır.
Ancak sorunuza dönersek, evet haklısınız. Çoğu zaman yoksul Levantenlerin de var oldukları göz ardı ediliyor.
Son soru, sizin Levant ve Levantenler hakkında araştırma yapmanızın kökenine dair olsun.
Ben Orta Doğu’yu her zaman çok sevdim. 1969’da okul arkadaşlarımla Türkiye ve Suriye’yi gezdik ve ben o zamandan büyülendim. Büyüdüğüm İngiltere’deki gri gökyüzünün zıttı olan mavi gökyüzüne hayran oldum. Yani, işin bu yönü çok İngiliz: İngilizler bu bölgelere gelmeye bayılırlar.
Ve tabii ki tarihi. Özellikle o dönemler bilinmeyen çok şey vardı ve bu ortaya çıkarabileceğiniz çok şey olduğu anlamına geliyor. Ben esasen Fransız tarihçisiydim ancak tek bir ulusa tıkılıp kalmak istemedim. Ayrıca Fransız-Osmanlı ilişkisinin, İzmir’in de parçası olduğu Levant bölgesinin tarihi ve bugünü için kilit önemde olduğunu düşünüyorum. (AA/NV)
* Philip Mansel’le yapılan söyleşinin bazı kısımları BBC Türkçe sitesinde yayınlanmıştır.
** Philip Mansel, Levant: Akdeniz'de İhtişam ve Felaketler, Everest Yayınları, 2011.