Necdet Özkazancı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan Taşradan Futbol Hikayeleri adlı kitabı Ankara’nın futbol kültürüne yaşamın içinden bakan hikayeler içeriyor.
Aşağıda kitaptaki hikayelerden birini, “Çok Özel Bir Maç”ı okuyacaksınız...
"Geç aslanım kaleye, biraz da sen Şumaher ol!"
"Aslanım ne biçim Şumaher'sin ya, atlasana adamın ayağına!"
Yıl 1989... Aylardan Ağustos. Polatlı'nın Esentepe Mahalle- si'nde çok sıcak, sakin, sessiz ve bir o kadar da sıkıcı ve bunaltıcı bir cumartesi günü... Öyle ki bu cehennem sıcağında yaprak bile kımıldamıyor! Ağustosböcekleri ise tam aradıkları havayı bulmuş, repertuarlarındaki tüm şarkıları durmaksızın seslendirerek dosta düşmana mutluluklarını haykırıyorlar! Suya hasret toprak sıcaktan kavrulmuş ve yer yer yarılmış. İnsanların üstünde Meksikalılar gibi fena halde siesta yapma ihtiyacı uyandıran bir miskinlik ve gölge arama isteği var. Kimileri zaten bu isteklerini hayata geçirmiş ve güzellik uykusuna çoktan yatmışlar.
İşte bu koşullarda, yeni sezon başlamadan önce tarafsız sahada seyircisiz ve hakemsiz oynanan özel bir maç: Fenerbahçe-Polatlıspor!
Biliyorum, anlatacağım anı öyle çok olağanüstü ya da ilginç bir olay değil! Hatta belki çok sıradan ve çocukça sayılabilir; belki de anlatmaya bile değmez. Ama ben ne zaman stad önlerinde veya tribünlerde, sırtında bir İstanbul takımının formasıyla babasının elinden tutmuş ya da omuzlarına oturmuş küçük bir çocuk görsem; ne zaman Ankara takımlarının, "İstanbul'un Üç Büyükleri" ile 19 Mayıs Stadı'nda oynadıkları maçlarda gırt-
laklarını parçalarcasına "BURASI KADIKÖY, BURDAN ÇIKIŞ YOK! BURASI İNÖNÜ, BURDAN ÇIKIŞ YOK! BURASI SAMİ YEN, BURDAN ÇIKIŞ YOK!" diye tezahürat yapan ve Ankara takımları ile taraftarlarını aşağılayıp ağızlarını doldura doldu- ra küfür eden Ankaralı gençlerin tıklım tıklım doldurduğu tribünlere üzüntüyle baksam; hep aklıma dört afacanla yaşadığım bu olay gelir ve bir yandan yılların ne kadar çabuk geçtiğini bir yandan da insanların daha küçücük bir çocukken bir takıma nasıl bağlanmaya başladıklarını düşünmeden edemem.
Evet, 1989 yılının Ağustos ayının bu çok sıcak ve bunaltıcı cumartesi gününde, tek katlı evimizin bahçesindeki vişne ağacının gölgesinde, Konya'dan gelen ve bir süreden beri bizde kalmakta olan altı yaşındaki yeğenim Levent ile oturmuş, sıkıntıdan patlayarak amaçsızca şakalaşıp vakit geçirmeye çalışırken Levent'in üç arkadaşı yanımıza geliyor: Özgür, Onur ve Murat. Bilye oynamak istiyorlar.
Tabii onları görünce içimdeki çocuk hemen harekete geçiyor ve bu tür durumlarda her zaman yaptığım gibi bu minik afacanlara hangi takımı tuttuklarını sorarak sohbete başlıyorum. Keratalar farklı takımları tutsalar birbirlerine düşürüp biraz eğleneceğim ama hepsi doğal olarak o sezonun şampiyonu Fenerbahçe'yi tutuyor. Fenerbahçe de Fenerbahçe hani; 100 gol sınırını geçip büyük sükse yapmış. Onlara göre tabii ki en büyük Fenerbahçe, başka büyük yok! Ben de ne yapayım, onları kızdırmanın başka bir yolunu bulamadığım için gülümseyerek o sezon 2. Lig'de oynamış ve güç bela ancak averajla kümede kalmış olan Polatlıspor'un Fenerbahçe'den daha büyük olduğunu iddia ederek:
- Fenerbahçe istediği kadar şampiyon olsun. Polatlı Fener'i
yener, hem de beş çeker! diyorum.
Bizim afacanların suratları birden değişiyor. Onur:
- Hiç de bile, esas Fener Polatlı'ya beş çeker! diyerek itiraz
ediyor.
Özgür:
- Hem de Aykut tam üç tane sallar! diye onu tamamlıyor.
Yeğenim Levent durur mu, o da lafa karışıyor:
- Rıdvan Polatlı'nın hepsini çalıma dizer, akıllım!
Murat ise bana son darbeyi vuruyor:
- Bir kere, Şumaher gol yemez ki!
Ben biraz daha kışkırtmak için ortaya bir zarf atıyorum:
- Ama Fener toprak sahada oynayamaz ki. Hepsi yere düşer, dizleri kanar!
Özgür:
- Bir kere, ona sarı kanarya demişler! diyerek Fener'in futbolcularına bir şey olmayacağını ima etmeye çalışıyor.
Olay artık tam benim istediğim noktaya geliyor ve tüm acımasızlığımla diyorum ki:
- Kanarya dediğiniz küçücük bir kuş. Polatlı, o sarı kanaryanın incecik boynunu kopanverir!
Afacanlar, cevap verememenin çaresizliği ve şaşkınlığıyla birbirlerine bakıyorlar. Ben nihayet:
- İisterseniz gelin maç yapalım. Siz Fener olun, ben de Polatlı. Bakalım kim büyükmüş ortaya çıksın, diyerek maç teklifimi yapıyorum.
Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz! Onlar da zaten oyun peşindeler ve aradıkları da zaten bu. Oyun olsun da ne olursa olsun. Teklifimi büyük bir sevinçle kabul ediyorlar.
Levent hemen evden plastik topunu getiriyor. Karşıdaki okulun bahçesine girip topladığımız taşlarla kaleleri kuruyoruz. Bu maçta ben Polatlıspor'um, onlar ise Fenerbahçe. Murat kaleye geçip Şumaher oluyor. Levent: Oğuz, Özgür: Rıdvan, Onur: Aykut rolüne giriyor. Levent aynı zamanda topun sahibi olduğu için takım kaptanı ve bu da son derece doğal!
Ve büyük maça başlıyoruz. Okulun bahçesinde bizden başka kimse yok. Yani seyircisiz oynanan bir özel maç bu! Maçın hemen başında bizimkiler bana arka arkaya iki gol atıyorlar. Gollerden sonra birbirlerine sarılmaları ve sevinç gösterileri görülmeye değer...
Ama hayat tabii ki sadece sevinçli anlardan ibaret değil, biraz da üzüntüyü yaşamaları lazım öyle değil mi? Bir gol atıyorum. Bu golü biraz sessizlikle karşılayıp pek bir şey söylemiyorlar. Bir gol daha atıyorum. Şimdi durum 2-2.
Canları biraz sıkılıyor ama belli etmemeye çalışıyorlar. Ben üçüncü golü de atıp durumu 3-2 yapınca Fener'de ilk çatlak oluşuyor ve futbolcular birbirlerine düşmeye başlıyorlar. Kaptan Oğuz, pardon yeğenim Levent çok bozuluyor ve kızgınlıkla Aykut rolündeki Onur'a çıkışıyor:
- Geç aslanım kaleye, biraz da sen Şumaher ol. Murat da Aykut olsun!
Onur şiddetle karşı çıkıyor:
- Bana ne oğlum, ben Şumaher olmam. Kaleye geçmem. Özgür Şumaher olsun. Murat da Rıdvan olur.
Levent buna çok kızıyor ve takım arkadaşlarını sert bir şekilde tehdit ediyor:
- O zaman ben de oynamam, topumu alır giderim!
Rıdvan rolündeki Özgür hemen:
- Tamam aslanım, tamam! Ben Şumaher olurum, diyerek araya giriyor ve kaleye geçip ortamı yumuşatıyor.
Bu arada her maçta olduğu gibi bu maçta da tartışmalı pozisyonlar olmuyor değil tabii ki... Örneğin bir keresinde vurduğum bir top taşın üstünden dışarı gidiyor. Ben:
- GOOOL! diye bağırıyorum.
Levent hemen itiraz ediyor:
- Valla billa gol değil dayı, taşın üstünden gitti!
Ama ben ısrarlıyım. Ortama biraz heyecan katmak için:
- Görmüyor musun, top taşın içine değdi. Onun için bu bal gibi gol! diyerek bastırıyorum.
Levent hemen taşın yanına koşuyor ve elleriyle taşa dokunarak:
- Baksana dayı, top tam buradan gitti. Bana ne bu sayılmaz, taş üstü! diyerek itiraza devam ediyor.
Fener'in diğer futbolcuları da pozisyona "taş üstü" diye itiraz edip Levent'e tam destek verince ben yalnız kalıyorum ve çaresizce (!) itirazı kabul ediyorum:
- Buz gibi gol ama hadi neyse, taş üstü olsun bakalım!
Bizim elemanlar öyle bir rahatlıyorlar ki, sevinçle birbirlerine sarılıyorlar.
Neyse, artık bir gol yemenin tam zamanı... Golü atıp durumu
3-3 yapınca bizimkiler sanki şampiyon olmuş gibi seviniyorlar. Alt alta, üst üste birbirleriyle kucaklaşıp attıkları golü kutluyorlar. Moralleri zirvede...
Ama bilirsiniz Osmanlı'da oyun çoktur. Daha onlar için azap bitmedi. Bu sevinçleri çok kısa sürecek. Hemen bir gol atıp durumu 4-3 yapıyorum.
Oğuz rolündeki Levent, Şumaher rolündeki Özgür'e çıkışıyor:
- Aslanım ne biçim Şumaher'sin ya, atlasana adamın ayağına!
Özgür bozuluyor ama cevap vermiyor, elleri belinde öyle bakıyor. Toprak sahada oynadığımız için yerden kalkan tozlar terleriyle karışmış durumda ve hepsi nefes nefese... Üzgün ve çaresizler ama bu halleriyle o kadar sevimli ve şirinler ki!
Artık bir gol daha yiyelim de neşeleri biraz yerine gelsin. Paslaşarak attıkları golle durumu 4-4 yapınca çok seviniyorlar. Hepsi yerde, birbirlerinin üzerine atlıyorlar.
Fakat sevinçleri yine kısa sürüyor: Ben üst üste iki gol birden atınca canları çok sıkılıyor. Yorgunluktan terlemiş, çaresizlikten bitkin düşmüş durumdalar...
Aslında niyetim iki gol de onlara attırıp maçı 6-6 berabere bitirmek... Ama o da ne! Yenilgiyi kabullenemeyen Levent'in iyice büzüşmüş dudakları titremeye başlıyor. Gidip topu koltuğunun altına alıyor ve arkadaşlarına çıkışıyor:
- Verin aslanım topumu. Ben oynamıyorum. Hiç pas vermiyorsunuz!
Oyuna devam etmek için Levent'i çağırıyorum:
- Gel kaptan, devam edelim. Siz de daha gol atarsınız belki!
Levent kararlı bir sesle:
- Hayır, oynamıyorum dayı. Bunlar kaptanı dinlemiyor ya! diyerek ağlamaklı bir şekilde koltuğundaki topla eve yöneliyor.
Ben ortamı yumuşatmak için reddedemeyecekleri bir teklifte bulunuyorum:
- Hadi gelin size gofret alayım. Birer de gazoz için bakalım Fener'in sarı kanaryaları!
Hâlâ üzgünler ve ter içinde nefes nefese solumaya devam edi-
yorlar. Ama yandaki bakkaldan aldığım gofretleri yiyip terleri soğuduktan sonra gazozları da içince kendilerine geliyorlar ve yeniden eski neşelerine kavuşuyorlar.
Hep beraber gölgede oturmuş dinlenirken kızdırmak için:
- Gördünüz mü, nasıl yendik ama sizi? diye bir laf atıyorum ortaya.
Onur:
- Ama sen bizden büyüksün! diyerek gayet mantıklı bir şekilde itiraz ediyor.
İçimdeki çocuk hâlâ devam etmek istiyor:
- Ama siz de dört kişiydiniz, iyi paslaşsaydınız yenerdiniz. Gördüğünüz gibi Polatlıspor Fener'den büyükmüş! diyorum. Arkasından da:
- Hadi şimdi gidin biraz da gölgede bilye oynayın, diyerek kahveye gitmek üzere kalkıp yanlarından ayrılıyorum.
Bizimkiler de bilye oynamak için kendilerine iyi bir gölge aramaya koyuluyorlar...
Hey gidi günler! Hey gidi yıllar! Ne de çabuk geçmiş. Şimdi o afacanların hepsi aslan gibi birer genç adam... Levent, Ankara'da bir üniversitede öğretim görevlisi ve artık Fenerbahçeli değil Galatasaraylı ama gönlünün tamamen Gençlerbirliği'ne kaymasına az kaldı. Sanırım o da yakında Gençlerbirlikli olacak. Yıllardır görmediğim Onur, Özgür ve Murat beni şimdi görseler tanırlar mı? Fener'in Polatlıspor'a 6-4 yenildiği bu çok özel maçı hatırlarlar mı? Acaba şimdi hangi takımı tutuyorlar?
Evet, yıllar önce dört afacanla yaşadığım ve benzerlerini birçok kişinin de yaşadığını düşündüğüm bu anının gördüğünüz gibi olağanüstü ya da çok ilginç bir yanı yok. Hatta belki de çok sıradan ve anlatmaya bile değmez. Ama ben yine de ne zaman stad önlerinde ya da tribünlerde sırtında bir İstanbul takımının formasıyla babasının elinden tutmuş veya omuzlarına çıkmış ya da yanına oturmuş küçük bir çocuk görsem, ne zaman Ankara takımlarının "istanbul'un Üç Büyükleri" ile oynadıkları maçlarda 19 Mayıs Stadı'nın tribünlerine baksam, ne zaman Ankara kulüplerinin futbol okullarındaki ufaklıklarla ko- nuşsam aklıma nedense bu olay gelir ve bir yandan eski günleri anımsayıp gülümserken bir yandan da düşünürüm: Acaba bir insan nasıl daha çocukluktan itibaren bir takımın taraftarı haline gelir? Özellikle minik afacanların sürekli şampiyonluğa oynayan, şampiyon olan ve üst üste büyük başarılar elde eden zengin ve güçlü istanbul takımlarını tutmaya başlamaları bir rastlantı mı? Yoksa güce ve başarıya tapmaya daha çocukluktan itibaren mi şartlandırılıyoruz? Çocukken edinilmiş taraftarlık duygusu daha sonraki yıllarda büyüdükçe değişip başka takımlara kayabilir mi? Özellikle çocuklara, Ankara futbolunu ve ait oldukları kentin futbol değerlerini nasıl öğretebiliriz, nasıl kabul ettirip sevdirebiliriz? Genç taraftarların sayısını nasıl artırabiliriz? Acaba biz de Gençlerbirliği ve Ankaragücü'nün futbol okullarındaki binlerce afacana bu takımların oyuncularının isimlerini takma isim olarak versek ve bu çocuklar futbol okulunda eğitim gördükleri süre içinde arkasında Ankara takımlarının futbolcularının isimlerinin yazılı olduğu eşofmanları ve formaları giyip bu isimlerle çağrılsalar, zaman içinde kendilerini bu futbolcularla özdeşleştirebilirler mi? Ya da ne bileyim, bu çocuklara saha çalışmalarından önce sıkıcı olmayan kısa seanslar halinde Ankara takımlarının başarıları ve güzellikleri anlatılsa, attıkları güzel gollerin ve aldıkları kupaların görüntüleri seyrettirilse biraz olsun Ankara futboluna ve Ankara takımlarına hayranlık uyandırılabilir mi? Bu, hiç olmazsa futbol okullarındaki küçük afacanlara taraftarlık yolunu biraz olsun açabilir mi? Kim bilir? Belki de...
Bakın, mahalle aralarından çığlık çığlığa çocuk sesleri geliyor! Siz de duyuyor musunuz?
- Biz Gençlerbirliği'yiz, tamam mı? Ben kaptanım, Ümit Boz- kurt'um!
- Emre, sen kaleye geç Gökhan Tokgöz ol!
- Geçen sefer de kaleye ben geçmiştim aslanım. Şimdi de başkası geçsin. Ben Ümit olmak istiyorum!
- Tamam oğlum, ben geçerim kaleye. Bu sefer de ben Gökhan olayım bari!
- Ben Serkan Balcı'yım!
- Golleri hep ben atıyorum. Ben Youla'yım!
- Aslanım hep sen Youla oluyorsun ya! Bırak, bir defa da biz olalım!
- Ben de Deniz Barış'ım oğlum. Bak, babam bana formasını bile aldı!
- Biz de Ankaragücü'yüz. Ben Hakan Kutlu'yum. Geride oynayacağım bugün!
- Ben Adem'im!
- O zaman ben de Hüseyin'im!
- Ben Umut'um!
- Ben bugün orta sahadayım. Özgür'üm!
Futbolcu isimleri böyle çığlık çığlığa paylaşılmaya çalışılırken sesler bir an için kesiliyor.
Evet, takımlar nihayet kuruldu.
Maç başlıyor! (NÖ/YY)
Taşradan Futbol Hikayeleri, Necdet Özkazancı, İletişim Yayınları, 2013, 272 sayfa.