Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak 30 Eylül 2019'da açıkladığı Yeni Ekonomi Program'dan tam bir yıl sonra, 30 Eylül 2020'de yine kameralar karşısındaydı. Aynı 2019'da olduğu gibi 2021-2023 dönemine ilişkin enflasyon, istihdam, büyüme, ihracat, cari açık gibi temel makro göstergele ilişkin hedefleri duyurdu. Ekonominin "V" tipi bir toparlanma yaşadığını söyledi.
İktidarın bu şaşaalı söylemleriyle karşılık yurttaşların yaşadığı temel sıkıntılar gün geçtikçe artıyor. Siyasetçiler hükümeti ve TÜİK'i işsizlik ve enflasyon verilerini saptırmakla suçluyor. Zenginle yoksullar arasındaki artan gelir dağılımı eleştirel medyada sıkça tartışılıyor.
HDP'nin Plan ve Bütçe Komisyon Üyesi Necdet İpekyüz'le Türkiye ekonomisini ve artan eşitsizliği konuştuk...
"Teşhis doğru olmayınca tedavi de doğru olmuyor"
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak yeni bir Yeni Ekonomik Program (YEP) açıkladı. “V” tipi toparlanmadan bahsederek işsizlik, büyüme ve enflasyona ilişkin yeni ekonomik tahminlerini sıraladı. Ama eleştiriler genel olarak bu tahminlerin gerçekten uzak, bir hayal olduğu yönündeydi. HDP’nin Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi olarak sizin bu konudaki görüşleriniz neler?
YEP’in kendinden önce açıklanan YEP’lerden pek bir farkı yok. Hamasi dile yaslanan, ekonomik ve toplumsal gerçekliklerden uzak hedeflerle yazılmış bir metin. Diğer YEP’lerdeki hedefler nasıl gerçekleşmediyse bu program da başarısızlığa uğrayacak.
Mesela programdaki hedeflerin gerçeklerle bağdaşmadığına en yakın örneklerden birisi de şu: YEP’in açıklandığı gün kişi başına düşen GSYH hesaplamasında dolar kuru 6,91 TL olarak ele alınmış fakat aynı gün piyasada dolar 7,80 TL’den işlem görüyordu. Kaldı ki bu rakam iktidarın ‘tahayyülünde’ 2023’ün öngörüsüydü. Benzer hesaplamalar enflasyon, işsizlik vb. rakamlar için de geçerli.
Bu sebeple hükümetin yaptığı program bir ufka işaret etmekten çok bir gereği yerine getirme çabası olarak önümüzde duruyor. Kaldı ki birçok uzman ve hatta ekonomik veriler krizin henüz dibine gelmediğimizi ifade ederken ‘dolar’a bakmayan’ Maliye Bakanı krizden çıkış masalını bize anlatmaya çalışıyor. Halkın yoksullaşması bir yana halkın vergileriyle ödenen yap-işlet-devret projelerinin hepsinin garanti ödemeleri dolara endeksli. Bu yaklaşım halktan kopuk yaşamanın, halkın aklıyla alay etmenin bir başka yolu olarak karşımıza çıkıyor.
Ayrıca YEP krizde olan ekonomiye dair çözümler getirmiyor. YEP’teki anlayış ve kullanılan dil iktidarın ekonomik krizi doğru teşhis edemediğini gösteriyor. Teşhis doğru olmayınca, doğal olarak, tedavi yöntemi de doğru olmuyor. Dolayısıyla YEP’te ortaya konan hedeflerin bize gösterdiği tek şey iktidarın ekonomiyi doğru yönetemediği.
"Sistem değiştikten sonra borç ikiye katlandı"
Bu açıklanan ilk program değil. Bakan Albayrak düzenli aralıklarla gazetecilerin karşına geçip Türkiye ekonomisinin aslında ne kadar iyi olduğunu anlatıyor. Hükümete yakın medya ekonomiye övgüler düzerken eleştirel medya ülkenin ekonomisinin battığını söylüyor. Peki sizce Türkiye’nin ekonomisi ne durumda? Veriler bize ne söylüyor?
Yukarıda da ifade ettiğim gibi iktidar bir sorumluluk/hedefler çerçevesinde programlarını açıklamaktan çok bir şekil şartını yerine getirmek için açıklamada bulunuyor. Türkiye, tarihinin en derin ekonomik krizlerinden birisini yaşıyor. İktidarın gerçekleri örtbas etmek için yaptığı bütün baskılara rağmen halkın yaşadığı derin yoksulluk, hikâyenin bize anlatıldığı gibi olmadığını ortaya koyuyor.
Ayrıca işsizlik, cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyelerinde. Resmi olarak yüzde 13’lerde açıklanan bu rakamlar, aslında can yakıcı bir şekilde, yüzde 30’ların üzerinde. Bugün itibariyle toplam istihdam nüfusun yarısının altında. Dolar kuru tarihi rekorlar kırarken, toplam borç cumhuriyet döneminin en yüksek seviyelerine ulaştı. Ayrıca Türkiye ekonomisi uluslararası itibarını kaybetmiş bir ekonomi durumunda bugün.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesinden bu yana kişi başına düşen borç miktarı yaklaşık 11 bin 685 TL seviyesinden, 21 bin 771 TL seviyesine çıktı. Gerekli tedbirlerin zamanında alınmaması durumunda tablo daha da vahim bir hal alacaktır.
"Vergi yükü alt gelir gruplarının sırtında"
Enflasyon, işsizlik ve döviz… Bu verilerdeki artış Türkiye’deki gelir adaletsizliğini ne boyutlara taşıdı? Zenginle fakir arasında olduğu gibi bölgesel yoksulluk ve eşitsizlik de artıyor mu?
Yüksek enflasyon ve döviz halkın, sene başından bu yana kur artışı borcu 200 milyar TL arttırdı, cebindeki parayı buharlaştırdı, alt gelir gruplarının yoksulluğunu derinleştirdi. Türkiye’de toplanan vergilerin büyük bir kısmı, yaklaşık yüzde 65’i hala dolaylı vergilerden oluşuyor. Bu vergi yükünün alt gelir gruplarının sırtına bindirildiğinin en temel göstergesi.
Ayrıca Türkiye ekonomisinin en temel sorunlarından birisi bölgeler arası gelir dağılımı uçurumu. Geçenlerde TÜİK "2019 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’’ sonuçlarını açıkladı. En yüksek geliri İstanbul bölgesi alırken en düşük geliri Mardin, Batman, Şırnak, Siirt illerini kapsayan Kürt illerinin aldığı ortaya çıktı.
Kürt halkının maruz kaldığı ayrımcılığa eskiden olduğu gibi bu iktidar döneminde de devam ediliyor. Kürt kentleri ekonomik verilerde hep son sıralarda yer alıyor. Metropollerde Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı semtler, diğer semtlere göre daha yoksul. Bu tablo bize yoksulluğun tarihsel ve sistematik olarak etnikleştirildiğini gösteriyor.
Türkiye’de bölgeye ilişkin ekonomik veri bulmak oldukça güç, bu konuda maalesef yeterli çalışma da yok. Bölgesel eşitsizliklere ilişkin bu suskunluk, YEP’te de aynı şekilde devam etti. Eşitlik kelimesi sadece bir defa geçiyor, bölgesel eşitsizlik ifadesi ise hiç geçmiyor. Yaptığımız çalışmalar; resmi verilere göre Türkiye genelinde işsizlik yüzde 13,4 iken, Kürt kentlerinde bu oran yüzde 30’larda olduğunu gösteriyor. Genç işsizliği ise yüzde 40’ları geçmiş durumda. Neredeyse her iki gençten biri işsiz. Kadın işsizlik oranı yüzde 50’i civarında.
İktisadi hayat konusunda da tablo pek iç açıcı değil, TESK verilerine göre bölgede toplam 238 bin esnaf var iken, diğer kentlerde bu rakam 1 milyon 537 bin; yani iktisadi etkinlik bölgede 6,5 kat daha az seyrediyor. Sadece bu üç rakam dahi bölgesel eşitsizlik konusunda bize korkunç bir tablo sunuyor.
"Yoksul çoğunluğun değil mutlu azınlığın çıkarları"
Koronavirüs öncesinde de Türkiye’de ekonomi tartışılıyordu. Açıklanan yol haritaları, programlar Türkiye’nin ekonomik sorunlarına derman olmuş gözükmüyor. Bu programlarda eksik olan şey nedir?
Daha önce açıklanan programlarda eksik olan temel ayak, halkın ve emekçilerin sorunlarının merkeze alınmaması. Programlar yoksul çoğunluğu düşünerek yapılmaktan çok bir kısım sermayeyi ayakta tutacak şekilde dizayn edildi. Bu süreçte birçok insan işsiz kalırken yapılan tek şey evde kalmaları yönündeki nasihat oldu fakat bu süreçte insanların çalışmadan yaşamlarını idame etmelerine dair bir çözüm ortaya konmadı.
Esnafların büyük bir kısmı kepenk kapatırken maddi sorunlarıyla baş başa bırakıldı. Vergi ve prim borçlarının terkin edilmesi yerine erteleme yapılmış, insanlar üç ay sonra da olsa, yine sorunlarıyla boğuşmak zorunda kaldı. Ancak aynı dönemde büyük şirketlere verilen garanti ödemelerine devam edildi, yandaşlar mağdur edildi.
Çoğunluğun sorunlarını merkezine almayan hiçbir programın başarılı olma şansı yok. Bu programların başarısızlığının sebebi, yoksul çoğunluğun değil mutlu azınlığın çıkarlarını korumak için çıkarılmış olmalarıdır.
"Coğrafya kaderdir' ifadesi sınıfsal olarak karşılık buluyor"
Ülkelerin koronavirüsten etkilenme oranları çok farklı. Türkiye’de iller ya da bölgeler bazında da böyle bir farklılık söz konusu mu? Virüs herkesi eşit etkiliyor mu?
Virüsün etki alanı çok geniş olmakla beraber yoksul ve emekçileri daha çok etkildiği herkesce biliniyor. Virüsle mücadele etmenin en basit yolu, az temasa sahip olmak ama insanlar hayatlarını idame etmek için kalabalıklar içerisinde çalışmak, toplu taşımaları kullanmak zorunda kaldılar. Bu da riski arttıran en önemli faktörlerden birisi oldu.
Bunun yanı sıra virüsle mücadelede en etkin yollardan bir diğeri güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olmak ve bu da iyi/yeterli bir beslenme gerektirir. İşsizlik rakamlarının rekor kırdığı, işyerlerinin kapandığı bir ortamda insanlar en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz duruma geldiler. Ve iktidar sosyal devletin gereği olan yardımları yeterince yapmadı.
Örneğin bölgede vaka sayısı ve artışları çok fazla buna rağmen hastane, doktor sayısı ve teknik imkânlar maalesef ki kısıtlı. Keza yoksulluk oranlarının en yüksek olduğu iller yine bölge illeridir. Bu da virüsün yaygınlaşmasında bölgesel farklılıkların tetiklediği önemli gerekçelerden birisi oldu.
Ayrıca bu dönemde yerel yönetimlerin kayyum oluşu, anadilinde duyuru ve toplumsal katılımın olmayışı virüsün yayılmasında etkili olduğu muhakkak. Merkezi düzeyde TTB gibi paydaşları yok sayan tutumun lokalde de Tabip Odasını vb. sağlık meslek örgütlerini süreci yönetmenin dışında tutmaları da önemli sorunlar meydana getirdi.
İl Pandemi Kurulu adı altında kurulan yapılanmaların salt merkezden iletilen genel önerilerin imza edildiği bir işleyiş ve anlayışla kurgulanması çok belirleyici olduğu kanısındayım. Merkezi otoritenin dışında, doğrudan, sahadan beslenen ve kamucu perspektif ile STK'lar ve yerel inisiyatifler ile yatay/eşitlikçi ilişkiler kurarak halkın sosyal politikalar ile buluşması olanağı olmadı bölgede. Buna liderlik edebilecek halk iradesine ipotek konulduğu için sıkıntılar büyüdü. Hane nüfus yoğunluğu da bağımsız olarak da ek olarak da önem taşıyan bir konudur. Nüfus yoğunluğu ve düşük hane geliri iç içe geçmiş iki önemli meseledir. Teste erişim olanakları, ortalama yaşam vs. İbn Haldun'a atfedilen "coğrafya kaderdir’ ifadesinde sınıfsal olarak da bir karşılık buluyor.
Meslek örgütlerinin çabalarıyla anadilde yapılan sağlık çalışmalarına karşın anadilde sağlık hizmetine erişimin yokluğu da sağlık okur yazarlığı açısından yaşanan handikaplara eklenmesi gereken önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bölgede bu politikalar; hanelerdeki nüfus yoğunluğu, düşük gelir sorunu, evde kal çağrısına rağmen, yeterli sosyal destek politikalarıyla desteklenmediği sürece "havada kalmaya" mahkûmdur.
Sağlık Bakanlığı'nın sağlıkçıları şaşırtmayan ama haklı bir infiale yol açan itirafı bölgede salgının seyri sırasında defaten açığa çıkmış ve bölge insanı ve sağlık çalışanları sürecin yakıcı seyrini canları pahasına yaşamıştır/yaşamaya devam ediyor.
Bölgede Yoğun Bakım Ünitesi ve yatak sayıları diğer bölgelere göre, nüfus başına düşen ortalamalar bakımından, zaten sıkıntılı. Sorunu, hastaneye ulaşmadan, tedbirlerle sahada çözmek yerine sağlık kuruluşunda salgını karşılama anlayışı bölgede zaten var olan kapasite sorununu daha da belirgin bir hale getiriyor.
"İktidar halkın sağlığını riske atacak tercihlerde bulunuyor"
ABD’nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield Türkiye'deki devlet hastanelerinin ABD'li ilaç firmalarına olan borcunun 230 milyon dolardan 2,3 milyar dolara yükseldiğini söyledi. İlaca erişimin böylesine değerli olduğu bir dönemde doktor olarak sizin değerlendirmeniz nedir?
Bu artış, 10 kat gibi devasa bir artış. Sağlık sisteminde yaşanan birçok problemin yanında pandemi döneminde yaşayacağımız olası bir ilaç krizi sorunları içinden çıkılmaz bir hale getirecektir.
İktidarın birçok konuda olduğu gibi bu konuda da stratejik davranmadığının göstergesi bu durum. Hastalar için ilaç olmazsa olmaz. Depoda bekletilen S-400'lere 2.5 milyar dolar, programından atıldığı F-35'lere 1.2 milyar dolar ödeyen iktidar, ilaç için para ödemeyerek halkın sağlığını riske atacak politik tercihlerde bulunuyor. Bu soruna kısa sürede bir çözüm üretilmemesi içinden çıkılmaz yeni sorunları beraberinde getirecektir.
"Yoksulun sırtındaki vergi yükü hafifletilmeli"
Son olarak ekonomik kalkınma için atılması gereken adımlar sizce neler?
Büyüme ve kalkınma farklı kavramlar. Bir ekonomiyi büyütmek yeterli değil, o büyümeyi hakça, eşitçe ve adilce sağlamak ülkeyi yönetenlerin en temel görevidir.
Kaynak dağılımını hakça yapmak, yoksulun sırtındaki vergi yükünü hafifletmek, çok kazanandan çok az kazanandan az vergi almak, asgari geliri açlık sınırının üzerine çıkarmak gerekmektedir. Bunların için yapılması gereken, tercihlerimizi savaştan değil, barıştan yana kullanmaktır. Savaşa ayrılan devasa bütçeleri halkın hizmetine sunmaktır.
Necdet İpekyüz hakkında27. dönem Batman milletvekili. Diyarbakır, Bismil doğumlu. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. 1994-96 arasında Diyarbakır, Mardin, Siirt, Batman, Şırnak Tabip Odası Genel Sekreteri, 1997-98’de de aynı illerin Tabip Odası Başkanı’ydı. Bölgedeki tabip odalarının çoğunun kurulmasında görev aldı. 2001-2004 arasında, Diyarbakır Tabip Odası Başkanlığı yaptı. 2006-2008 arasında ise Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi’nde yer aldı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu’nda. Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Zorunlu göç, bulaşıcı hastalıklar ve koruyucu sağlık, OHAL’de sağlık sorunları, sağlık ve insan hakları, bölgede adli tıp, işkencenin önlenmesinde sağlık çalışanlarının rolü, barış ve sağlık, travma ve ruhsal durum, anadili ve sağlık gibi raporların, GAP Bölgesi’nde Sağlık Master Planı’na önerilerin hazırlanmasında koordinatörlük yaptı. |
(HA)