Sevgili okuyucular, bu yazıyı hemen karşımda şahane bir dolunay; elektriği, telefonu olmayan, en yakın yerleşim yerinin yarım saat sürdüğü bahçe evimizin balkonunda yazıyorum.
Cırcır böceklerinin geceleri bu kadar eğlendiklerini unutalı epey olmuş.
Burada zaman pek geçmek bilmiyor. En kıyak eğlence çimlere oturup yıldızlara bakmak ve küçükken yaptığımız salaklıklara gülmek.
Az önce saate bakana kadar, 'gece ikiyi etmişizdir' diyordum. 23:00'de uykumun gelmesi, alışık olmayan bünyeyi tokatlayan temiz havanın suçu olsa gerek.
Bizimkiler ve halamlar bu toprağı aldıklarında, ben beş yaşındaydım. Babamın kucağından inemiyordum korkudan.
Otların boyu benden büyüktü; örümcek, böcek desen her yerde. Bugün anlattılar, ilk çıkmaya başladığında korkudan parmak ucumla basıyormuşum çimlere, şimdi bizim kedinin durumu gibi.
Uzun zamandır gelip kalmadığım bu köy evinin, çocukluğuma katkısı büyük. Kertenkele kovalayıp yılanlarla dost olmayı, saçımda örümcek beslemeyi, karınca yerleşkeleri inşa ederek kafamın mühendislik ilimlerine hiç basmadığını bu evde öğrendim.
Dört de değil, beş yapraklı yonca bulduğum için çok mutlu olduğum günün ertesinde sevdiğim birini kaybedince, talihe şüpheyle yaklaşmayı da.
Ayrık otunun içime işleyen hikayesini ve rüzgar essin diye Haydar’a seslenmek gerektiğini de.
22 yıl evvel acaba tutacak mı? diye ektiğimiz, şimdi göğe yükselen ağaçlar arasında karanlıkta oturuyor olma nedenimiz, günün trendlerine uygun tam ekolojik bir ailem olması değil.
Bu durumun yarattığı büyülü havaya rağmen, öğle yemeğinde halamlarla buzdolabı ve çamaşır makinasının, haliyle elektriğin ne büyük buluşlar olduğunu konuşuyorduk.
Genelde aile sohbetlerimiz teknolojiyi övmekle geçmiyor oysa.
Bizim evler, civardaki iki köye de eşit mesafede bulunan bir alana kurulmuş. Şimdi kaplıcalar diyarı olmayı bekleyen
Kızılinler köyü ve barajında kayıkla gezilen Musaözü köyü.
Evler yapılırken iki köye de başvuruluyor elektrik için ve iki taraf da birbirine paslıyor. Belli ki köyler arasında bir husumet var, kimse diğerinin gönderdiği işi sahiplenmek istemiyor.
Bizimkiler uzun yıllar uğraşıyor, ama olmayınca da olmuyor işte. Bir süre sonra onlar da sıkılıyor muhtarlıklar arasında koşturmaktan, ve “Böylesi iyi işte, eskiden elektrik mi varmış” ağzına hızla geçiş yapılıyor.
Yıllarca orada kalınan günlerde televizyon diye ağlayan çocuklar, denizci feneriyle yapılan türlü ışık oyunları ve çoğunlukla babam tarafından anlatılan tuhaf hikayelerle oyalandı.
Şimdi bilgisayarımın şarjı azalıyor, (Ursula K. Leguin’in Mülksüzler’de kullandığı dille söylersem, şu an kullanmakta olduğum bilgisayarın-Burası iyelik ekinden vazgeçiriyor insanı). Hâlâ balkondayım ve dolunay tam tepeye çıktı, 100 vatlık ampül gibi parlıyor.
Neredeyse 15 yıl önce, bu saatlerde karşı tepeden koyun sürüleri geçerdi.
Çobanlar mors alfabesini andıran bir dili, fener aracılığıyla konuşurdu. Biz de çıngırak seslerini duyduk mu balkona çıkar, fenerleri kaptığımız gibi bir çobanla konuşmaya başlardık.
Taa ki annemlere yakalanana kadar. Sohbetin konusu neydi bilmesek de, çobanı şaşırtıyor olma fikri çok hoşumuza giderdi.
Gece yarısı bizim yüzümüzden yolunu kaybeden bir adam ve bir sürü koyun. Her çocuğun içinde kötülüğe yatkın bir yan oluyor herhalde.
Cır cır böceklerinin performansı ayla beraber yükselişe geçti. Rüzgar uzaklardan tezek kokusu getiriyor, hem de baya kuvvetli.
Saatlerin geçmek bilmediği bu yerde, yılların başdöndürü bir hızla geçişi kafamı kurcalıyor. Uzmanlar, hiç önlem alınmazsa 2030’da dünyanın tüm kaynaklarını tüketeceğimizi söylüyor. Acaba o zaman burası ne olacak diye düşünmeden edemiyorum.
Bugün çimlerde altında beziyle yuvarlanan kuzen çocuğu, kendi çocuklarını getirebilecek mi oynamaya?
Sanıyorum fütürist hayalleri uykuya saklasam iyi olacak.
Hepinize şehir hayatında bol ışıklı rüyalar.(EK/EZÖ)