Yıl 1984. Askeri darbenin ertesi. Danimarkalı yönetmen Brita Wielopolska da aynı tarihte ülkesinin meşhur çocuk romanı Piyordlu Küçük Hoca'nın çekimleri için yollarda. Yönetmenin yolu önce İstanbul'a oradan da Yakacık Yetiştirme Yurdu'na düşüyor. Film çekimleri için yurttan çocuklar seçilirken, yönetmen bu filmin çocukların hayatında bırakacağı izden habersiz elbette.
Hatta öyle ki, filmde oynayan çocuklardan Nihat, yıllar sonra Danimarka'da yönetmenin karşısına çıktığında ikisi de bu hikayenin bir belgesele konu olacağını aklından geçirmiyor.
Nihat'ın arkadaşı yönetmen Seyfettin Tokmak, yetiştirme yurdunda başlayıp Danimarka'ya kadar uzanan bu hikayenin peşine takılıyor. Filmde oynayan yurtlu çocuklarla görüşmek üzere Türkiye'nin dört bir yanına gidiyor.
Kimisi Afyon'da, kimisi ise Amerika'da başka hayatlar kurmuş dünün yurtlu çocukları, bugünün yetişkinleri, hikayelerini en samimi şekilde ekrana taşıyor.
Belgeselde sadece çocuklar yok. Filmin yönetmeni Brita, filmin yapım ekibinden Ayşe Kulin, dönemin yurt görevlisi Fatma Anne ve daha niceleri bu belgeselde bir araya geliyor.
Tokmak'la Yetiştirme Yurdunun Kayıp Masalı belgeselini konuşmak için buluştuk. Ancak Tokmak'la görüşmüşken Almanya'ya gitmek isteyen Mardinli iki çocuğun hikayesini anlatan Kırık Midyeler filminden bahsetmemek olmazdı.
Belgesel ile başladığımız sohbete Kırık Midyeler'le devam ettik. Tokmak ile film ve belgesel anlayışını, yeni projelerini konuştuk.
"Pozantı'yla da ilgili film yapmak isterdim"
Belgeselin çıkış noktası olan fotoğraf karşınıza nerede çıktı?
Belgeselin ana karakterlerinden Nihat aynı zamanda şehir tiyatrolarında oyuncu. Nihat'la eski arkadaşız, onu ilk kısa filmimde de oynatmıştım. Yıllar önce 1984 yılında Türkiye'de film çeken Danimarkalı bir yönetmenin filminde oynadığını anlatmıştı. Ancak çok da detayına girememişti, çünkü o da birçok kaynağa sahip değildi. Daha sonra Danimarkalı yönetmeni bulmak istediğini söyledi. Ben de yönetmeni bulması için teşvik ettim.
Danimarka'da yönetmeni buldu ve onu görmeye gitti yaklaşık üç yıl önce. Döndüğünde yanında filme ait bu fotoğraf ve filmin DVD'si vardı. Yani filme ait kaynaklara ulaşmıştı. Bir araya geldiğimizde yönetmenle yaptığı görüşmeyi ve filme dair anılarını konuştuk ancak sonra bir hatıra olarak kaldı.
Tekrar nasıl canlandı bu hatıralar?
Çocuklarla çok ciddi mesai harcadım, hala da harcıyorum. Doktora tezimin "sinemada çocuk" olmasından kaynaklı da çok vakit harcadım. Bu vesile ile bol bol çocuklarla ilgili kısa ya da uzun olsun film izledim.
Bisiklet Hırsızları, Cennetin Çocukları, 400 Fırça Darbesi bunlardan bazıları. İçten içe hep bir merakım varmış demek ki. Akademik olarak başlayan sonra benim filmimde de kendine yer bulan bu konu, benim için bir alana dönüştü. Aslında birçok yönetmen gizli kalmış şeylerin peşine düşmek ister. Bana kalsa Pozantı ilgili de film yapmak isterim. Çok bıçak sırtı meseleler bunlar.
Nihat'ın hikayesinde ise filmin varlığı, yetiştirme yurdu meselesinin bıçak sırtı olma halini gideriyordu. Yoksa doğrudan yetiştirme yurduna gidip, oranın olumlu, olumsuz halini kameraya almak tehlikeli bir yandan da. Nihat'la fotoğraf ve film üzerine konuşmaya başladık. Film ve belgesel üzerine uğraşmanın verdiği deneyim ile "burada bir hikaye var" dedim.
Nihat'ı Danimarka'ya götüren tutku neydi? Siz nasıl bir hikaye gördünüz, nesi sizi etkiledi?
Danimarkalı bir yönetmen buraya geliyor, darbe olmuş, gerçekten dramatik bir süreç yaşanıyor. Düşünsenize, çocuklara umut vaat eden, dünyayı değiştirebileceklerini söyleyen bir filmle, Piyordlu Küçük Hoca filmiyle Türkiye'ye geliyorsunuz.
"Film, Danimarka'da kült olmuş"
Türkiye'de gösterilmiş mi bu film?
TRT'de ve İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş. Danimarka'ya gittiğimde karşılaştığım hemen hemen herkese Piyordlu Küçük Hoca'yı izleyip izlemediklerini sordum. Çoğu çocukluğunda bu filmi izlediğini söyledi. Film, Danimarka'da kült olmuş.
Bizdeki Sezercik gibi mi?
Aynen öyle. Bir de işin ilginç tarafı, filmin roman uyarlaması olması. Piyordlu Küçük Hoca kitabı Danimarka'da her evin kitaplığında bulunuyor. Hala da basımı devam eden bir kitap.
İlginç olan bir diğer kısım da yurtlu çocukların o dönemki hali. Yetiştirme yurdunda yaşıyorsun, film çekimine gidiyorsun, orada da Yerebatan sarnıcında bir kadının etrafında bir araya gelmiş kimsesiz bir çocuğu canlandırıyorsun.
Yönetmenin bu film için neden yetiştirme yurduna gittiğini de merak ettim. Çünkü riskli de bir iş. Çocukları rencide edip, kırabilirsiniz. Ancak Nihat şu an Şehir Tiyatroları'nda oyuncu ve oyuncu olma halinin en büyük motivasyonunun bu film olduğunu söylemişti.
Nihat, bu film sonrası oyuncu olmaya karar vermiş yani.
Oyuncu olma fikri, film sonrası gelişmiş. Nihat çok net söylüyor, bu filmde oynamasaydı, şu an bulunduğu durumda olmayabileceğini. Kısacası film onu çok ciddi etkilemiş.
Sahne tozunu yutan bir daha bırakamaz derler.
Gerçekten öyle olmuş Nihat için. Zaten filmde Nihat'ın ilgisini fark edip, özel bir yer vermişler. Yönetmen de bunu söylüyor, Nihat'ın onlar için biraz daha farklı olduğunu ve ona daha geniş yer vermeye çalıştıklarını.
Tabi bir film, arkadaşının hayatında bu kadar etkili olmuşsa ve hayatını buna göre yönlendirmişe, merak ediyorsun. Ben hep merak ediyordum, doktora zamanı da yaptığım iş de bununla alakalı. Majid Majidi, Bahman Ghobadi, Ken Loach İngiliz ve İran sinemasında çocuğun kullanılma motifleri. Çocuk oyuncuların filmlerde ne anlamlar taşıdığını ve nasıl bir filmin senaryosunda yer aldığını inceledim. Filmlerdeki çocukların hikayelerini çok merak ediyordum.
Bir İngiliz filminde yer alan çocuk oyuncuyu en son 2008 yılında bir filmde papazı canlandırırken izledim. Yani çocuk oyuncu olarak 1969 yılında başlayan hikayesinin en az 2008 yılına kadar gittiğini gördüm. Farklı şekilde Majid Majidi'nin Cennet'in Çocukları filminde oynayan çocuklar açısından bu film, ilk ve son filmleri.
"Uğur'u şimdi bulsam filmde oynatır mıydım bilmiyorum"
Peki Kırık Midyeler filminizde oynayan çocuk oyuncuların hikayesi ne? Film, hayatlarını değiştirdi mi?
Kısa film yaparken çocuklarla çalışmak bu kadar zor değildi. Kayışdağı'nda buluyorsam çekim için en fazla Beylerbeyi'ne gidiyorduk. Çekim sonrası da eve bırakıyorduk. Ancak Kırık Midyeler'de oynayan çocukların ikisi de Mardin'den geldi. Film için alıp İstanbul'a geliyorsunuz. Sinemaya dair hiçbir bilgisi olmayan bu çocukların, film süresince yaşadıkları değişimi birebir gözlemledim.
Nasıl değişimlerdi bunlar?
Filmde Hakim'i oynayan Uğur Mehmetoğlu için setin ilk haftasında yönetmen yardımcım bu çocukla olmayacağını defalarca söyledi. Ben buna rağmen, "Yok, çok iyi olacak, bir hafta zaman verin, göreceksiniz" diyordum. Dediğimin sonuçlarını aldım.
Şimdi ne yapıyorlar, oyunculukla ilişkileri var mı?
Çocuklarda fiziksel gelişme çok hızlı oluyor. Filmden bir süre sonra başka bir çocukla karşılaşıyorsun. Uğur'u şimdi bulsam oynatır mıydım bilmiyorum. Mesela filmin gösterildiği bir festivalde Norveçli bir yönetmen Uğur'u beğendi ve filminde oynattı.
Kırık Midyeler belli ki, Uğur ve Seydo'un hayatında kalıcı bir iz bırakmış. Yetiştirme yurdundaki çocukların hayatlarında Piyordlu Küçük Hoca filminin bıraktığı izler neler?
7-15 yaş aralığındaki çocukların hayatında bir filmde yer almak elbette ciddi etki bırakır. Bir yerden bir yere de göç de o yaşlardaki çocukta izler bırakır. Belgeselde vurgulanan şeylerden biri de filmin anılarında ciddi bir yer işgal ettiği oldu.
"İnsan doğduğu andan ölümüne kadar ilk doğduğu yeri arar"
Fotoğraftaki çocuklara ya da yurt çalışanlarına ulaşırken zorlandınız mı?
Yetiştirme yurdunda tanık olduğum şeylerden biri de hala birbirleri ile iletişim halinde olmalarıydı. Çünkü çocuklar belli bir süre sonra Büyükçekmece'de ve Fatih'teki yurtlara dağıtılmış. Ancak hiçbiri Yakacık Yetiştirme Yurdu'nu hiç unutmamış ve ilk günkü gibi hala sahipleniyor.
Örneğin belgesel için yurda gittiğimizde kapıda kimlik soran güvenlikçiye "burası bizim evimiz, kimlik soramazsın" diyebiliyorlar. "İnsan doğduğu andan ölümüne kadar ilk doğduğu yeri arar" cümlesini onlarda çok net görebiliyoruz. O yüzden filmin sonunda herkesi Yakacık'a götürdüm.
Belgeselde yer almak istemeyen oldu mu?
Elbette. Yetiştirme yurdunda büyümek, artıları kadar eksileri de çok olan bir şey. Eğer kişi için yurdun eksileri ağır basıyorsa belgesele katılıp, yüzleşmek istemeyebilir.
Zaten belgesele katılım konusunda kimseyi zorlamadım. Belgesel yayınlandıktan sonra da en az 400 kişi beni arayıp, hikayesini eklememi istedi.
Belki güvensizlik de kişilerin belgeselde yer almalarını engellemiştir.
Ajitasyona çok açık bir konu yetiştirme yurtları. Görüştüğüm kişilerden sonradan yer almak istemeyenler de oldu, görüşmenin ilk başlarında tedirginlik hisseden de. Ancak filmi izledikten sonra gerçekten çok mutlu oldular.
Bütün yurtlardan mesajlar almak, hepsinde izleniyor olduğunu bilmek beni çok mutlu etti. Hatta bana daha önce hiçbir kaynak vermeyen tam bir memurluk yapan Yakacık Yetiştirme Yurdu Müdiresi belgesel sonrası yüz kere arayıp teşekkür etti ve filmin kopyasını istedi. Belgeselin önyargıları dönüştürdüğünü gördüm.
"1980'li yıllarda yurtta çocuk olmayı işlemek istedim"
Konu ajitasyona açık olmasına rağmen belgesel, bu sulardan uzak duruyor. Belgeseli yaparken bu konuda nasıl bir denge göz ettiniz?
Daha önce de dediğim gibi Piyordlu Küçük Hoca'nın varlığı benim için kurtarıcıydı. Belgesel için bu filmden yola çıkacağımı en başta belirlemiştim.
Bir de 1980'li yıllarda yurtta çocuk olmayı işlemek istedim. Benim anahtar faktörüm film oldu. Onla başladı ve sonrasında yurtta çocuk olmaya dair hikayeler akmaya başladı.
Belgeselde yer alan kişileri nasıl ikna ettiniz?
Belgeselin onlar ve benim için bir terapi gibi olacağını söyledim. Kendi geçmişlerine geri dönüp, 30 yıl sonra birbirlerinde ne bıraktıklarını görmüş olacaklardı.
Bir de Piyordlu Küçük Hoca'nın yönetmeni Brita mutlu değildi yaptığı filmden. O filmde daha farklı şeyler yapmak istemiş ancak kafasındakinin yüzde 40'ını yapabilmiş. Brita, filminden memnun değildi ama onu ikna ederken filmin ondan bağımsız bir halde zaten yaşadığını söyledim.
Brita filmin yetiştirme yurdundaki çocukların hayatındaki öneminin farkında mıymış?
Değilmiş. Nihat onunla iletişime geçtiğinde Brita farkına varmış. O günden sonra çok güzel bir ilişkileri olmuş. Ne zaman Nihat'ın bir prömiyeri olsa Brita mutlaka arıyor, ona başarılar diliyor.
Fotoğrafı ilk gördüğünüzde kafanızdan geçen belgesel ile ortaya çıkan belgesel birbirine ne kadar benziyor?
Daha masalsı bir şey planlamıştım. Film ile belgesel arasında gitmeyi planlıyordum. Mekanlardan izin alamamamız ve filmin bütçesinin düşük olması nedeniyle bunu yapamadım.
Ancak hikaye kurgusu açısından yüzde 90 oranında istediğime ulaştım. Fakat içerikteki bazı gelişmeye açık yerler açısından ise oranın yüzde 50 olduğunu söyleyebilirim.
"Suskunlar dizisi gibi mi olacak abi"
Belgeseli beraber mi izlediniz?
Yok, sürpriz olsun istedim. Bu nedenle beraber izlemek yerine herkes televizyonda yayınlandığında görsün istedim. Çünkü, herkesin kafasında belgeselin nasıl olacağına dair soru işaretleri vardı.
Hatta afili filintalar yazarı da olan Murat Zelan bana şöyle bir şey sordu: "Suskunlar dizisi gibi mi olacak abi" Öle olmayacağını söyledim. Yaklaşık iki buçuk saatlik bir telefon görüşmesi sonucu ikna oldu. Belgeselin yayınlanması ile birlikte sabaha kadar telefonlarım çaldı.
Film, yurttaki çocukların hayatında kalıcı izler bırakırken belgeselin büyümüş yurt çocukları üzerindeki etkisi ne oldu sizce?
Hayat hepsini farklı ülkelere, şehirlere sürüklemiş. Öncelikle kendi geçmişlerine dair inanılmaz bir kanıtları oldu ellerinde.
Mesela Ercüment filmi apartmanla, sülalesiyle hep beraber izlemiş. Onların aslında yalnız olmadığına bir delil oldu belgesel. Mesela belgeselde yer alanlardan biri okulun ilk günü yaşadığı bir anıyı paylaştı. Bilirsiniz, okulun ilk günü öğretmenler anan, baban ne iş yapıyor, kaç kardeşsiniz gibi sorular sorar. Ben de nefret ederim bu sorulardan çünkü babamı 9 yaşında kaybettim. Neyse, öğretmen sormuş "kaş kardeşsiniz" diye. Çocuk da "250 kardeşiz" diye cevap vermiş. Öğretmen dalga geçtiğini düşünerek çocuğu dövmüş. Çocuk da "valla öğretmenim yetiştirme yurdunda kalıyorum, orda 250 kişiyiz" demiş. Ondan sonra öğretmen durumu anlayıp defalarca özür dilemiş.
Mesela belgeselde yer alan Amerika'da yaşayan Serkan, belgeselin yayınlanmasından sonra facebook hesabında 250 kişinin onu eklediğini söyledi. 30 yıl sonra ekranda gördüğünde yurttan arkadaşları onu bulup, iletişime geçmiş. Belgeseli izleyenler, yurttaki arkadaşlarının şimdi nerde olduğunu ve ne şekilde yaşadıklarını görmüş oldu. Bence ilişkileri daha da güçlendi.
Belgesel hala yetiştirme yurdunda olan çocuklara ne söylüyor?
Yurtlarda bu belgeselin izlendiğini gördüm. Hatta yurtlar, belgeseli kendi arşivlerine almış, web sitelerinde yayınlıyor. Bunun şöyle bir getirisi olacak bence.
Belgesel, yurtlarda kalan çocuklar için ve devlet için aynı zamanda -çünkü yetiştirme yurtlarının şu anki hali malum- öncesine dair çok ciddi bir belge niteliği taşıyor. Çünkü insanların aklında bu belgesele kadar şu vardı: Dipsiz bir kuyu yetiştirme yurtları, çıkanı da görmedik. Çıkan da kendini deşifre etmemiş.
İnsanların çoğu Pozantı'da olanlar Türkiye'nin bütün yurtlarında oluyor, bu yetiştirme yurtlarından hiç iyi bir şey olmuyor, buralardan çıkanlar sürünüyor, telef oluyor diye düşünüyor. Elbette buralardan çıkıp çok ciddi sorunlar yaşayan da var. Ama bütün bunlara rağmen bu belgesel hala yurtlarda yaşayan çocuklara şunu söyleyecek: Bir ihtimal var. Umutlu olmak gerek. Bak Nihat abi ne olmuş, Serkan abi Amerika'ya kadar gitmiş. Bu yurtta kalan bir çocuk için en değerli şey. Bu bir bağış değil çünkü. Çok kritik bir kelime, bağış.
Yurtta kalan bir çocuk için "bağış" kelimesi ne anlam ifade ediyor?
Belgeseli yaparken konuştuğum kişiler, sürekli bağış yapmaya gelenlerin olduğunu söyledi ama görüşme yaparken bu durumun onları incittiğini hissettim. Bağış yapan teyzeleri, amcaları görmenin, onları öpmek zorunda kalmanın çocuklar üzerinde yarattığı etkiyi gördüm.
Bu şekilde yapılan bağışlar, çocukları derinden incitiyor ve kişilikleri ile oynuyor. Bunun görünmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bağış yapmak isteyenler yurt yetkilileri aracılığı ile bunu gerçekleştirebilir. İlla çocuklara görünmek zorunda değil. Belgeselden "bu çocuklardan her şey olabilir, umutlu olmakta fayda var" cümlesinin çıkmasını önemsiyorum. Devlet için de çıkacak cümleler var. Eskiye göre şartlar değişmiş gerçekten. Yurtların parkı bahçesi var, iki kişilik odalarda kalınıyor falan ama bir Fatma anneleri var mı bilmiyoruz.
Çocuklar okula servisle gidiyor, yatacak yerleri var, yemek veriliyor tamam ama çocukların duygusal, yaşamsal gelişimine nasıl bir katkısı var bunların? Bu çocuklara sanatla da ilgili bir şeyler de vermek gerekiyor. Çünkü yurtlar kendini çok kapatmış durumda.
Yakacık yurdunda kalan çocuklar için film setine gitmek başka bir dünyaya adım atmak gibi şey o halde.
Evet, konuştuğumuz kişiler de bunu söyledi. Yakacık yurdunda kalırken "dünyadan haberimiz yoktu, film setine gelince başka bir dünya da varmış" diye düşündüklerini anlattılar. O zaman kapalıydı evet ama şu anda da durum böyle.
Çünkü devletin çocukları onlar. Yine aynı devletin çocukları fikri yüzünden belgeseldeki Serkan televizyona çıkmış. Yurtta kalırken bale bursu kazanmış, Amerika'ya gitmesi lazım ama devlet bırakmıyor. Çünkü sen devletin malısın. Denekler araya girmiş, Turgut Özal'a kadar ulaşmış konu. Ondan sonra Serkan Amerika'ya gidebilmiş.
Belgeselde de görünüyor zaten, şu an Amerika'da bir bale okulu var. Kısacası yurtlarda kalan çocukları hayattan bu kadar izole tutmamak lazım.
"Masa başında film yapmaya inanmıyorum"
Sizin için bu belgeselin anlamı ne?
Bence belgeselde iyi bir çizgi kurduk. Belki bu, "Aman Allahım ne belgesel yapmışlar" denecek bir belgesel değil. Ama bu tip meselelerin ajitasyon olmadan da ele alınabileceğini gösterdi. Bundan sonra birileri yurtlarla ilgili bir şey yapacak olursa referans olabilir.
Hem belgesel hem de uzun metraj filmler çekiyorsunuz. Belgeselci tarafınız sinemanızı nasıl besliyor?
Köşede kamış, çok ortaya çıkmamış konular çok ilgimi çekiyor. Bu ülkede bir sürü şey oluyor ama biz bunlardan hiçbirine temas etmiyoruz. Belgeselci tarafım, işin tam içine girmemi sağlıyor. Çünkü masa başında film yapmaya inanmıyorum.
Bunu yapanlar var, bununla ilgili bir sıkıntı yok da ben yapamıyorum. Mesela Kırık Midyeler'i çekmeden önce midyecilerle ilgili belgesel yapıyordum. Bu belgeseli yaparken köşeye bir sürü hikaye biriktirdim. Kitap okuyarak, bir şeyler izleyerek de bir şeyler öğrenebiliyorsunuz ancak bazı detaylara erişemiyorsunuz. Örneğin, yurtta kankalığın esas olduğunu öğrendim.
Ya da yemek yerken ekmeğin masaya bırakılmaması gerektiğini...
Bu tür detaylara sahip olamıyorsun öteki türlü. Bunları bilmeden yurtla ilgili bir film çektiğinde yurtta kalmış biri izleyip "ya böyle değil yurt yaşamı" diyebilir. Bu durumda biraz daha öne geçmiş oluyorsun.
"Gerçeğe yakınlaşmak gibi bir telaşım var"
Sinemada gerçekçiliğe önem veriyorsunuz.
İngiliz gerçekliğini baz alan bir belgesel anlayışını benimsiyorum. Belgesel ve sinema filmini birbirine uzak görmüyorum. Nitekim "belgesel film" diye tanımlıyoruz. Gerçeğe yakınlaşmak gibi bir telaşım var. Buna en yakın durduğum yer, belgesel.
Kırık Midyeler'i çekerken yetiştirme yurdunun kayıp masalını çekerkenki kadar zorlanmamıştım. Çünkü burada karşımda gerçek hikayeleri olan gerçek insanlar var. Kılı kırk yarıyorsun bir şeyler yaparken. Ajitasyonu bol bir belgesel yapsaydım, şu an seninle burada konuşuyor olmazdım. Ancak film öyle değil. Benim fantazyamdır filmdeki hikaye. Hep kullanmak istediğim bir sahneyi getirip bir filmime yerleştirebilir ya da senaryoyu değiştirebilirim. Ama yurt belgeselinde bunu yapamıyorum, böyle bir alanım yok. Ancak mockumentary (kurgu belgesel) yaparsam olur. Mesela onu da yapmak istiyorum.
Filme gelmek istiyorum. Kırık Midyeler'in mekanı olan Kumkapı ile nasıl bir ilişkiniz vardı film öncesi?
Aynen belgeselcilik işi gibi. Tarlabaşı'nda bir fotoğrafçının gözünden hikaye anlatırken diğer tarafta Afrikalılarla ilgili anlatıyorsun. Yaptıklarını biriktiriyorsun ve oraya dair bir geçmişin oluyor. O nedenle mekanı kullandığında filmde çok absürt durmuyor. Çünkü artık iyi bildiğin bir yer haline geliyor.
Mesela Kumkapı ile ilgili bir şeyler yapmak isteyenler arayıp deneyimlerimi öğrenmek istiyor. Çünkü senarist arkadaşım Kenan ile çok fazla mesai yaptık oralarda. Kaçanı, kaçmayanı biliyorsun, hayat hikayelerini öğreniyorsun, yan yana duruyorsun. Kumkapı'ya geldiğinde sadece iki çocuğun hikayesini çekemezsin. Başın da belaya girer. Sokağa set kurmuşsun, arkadan adam geçiyor diye çekim mi durdurulur? Bir de hiç sevmem sokağa bant çekilmesini. Sen kim oluyorsun da insanların sokağına bandı çekiyorsun. Ben bunu set çalışanlarına da söyledim: Burası mahallelilerin mekanı, biz sadece misafiriz.
Madem konu setlere geldi şunu da sorayım. Bir röportajınızda Türkiye'deki film ekiplerinin hiyerarşi aşığı olduğunu ve bundan hoşlanmadığınızı söylemişsiniz. Bu hiyerarşi, yönetmeni de sette Tanrı pozisyonuna getirir. Tanrı olmaktan neden hoşlanmadınız?
Altı çocuklu bir evde büyüdüm. Hayatımı belirleyen şey, çocukluğumda paylaşmayı öğrenmiş olmak. "Ben" duygusu bende gelişmedi. Sebeplerden biri bu. Bir de film setlerinde çalıştım, dolayısıyla oldukça aşinayım o tavra. Bir tapınma hali samimiyet yaratmıyor filmlerde.
Film yapmak gerçekten çok ciddi ve zor bir iş. Kişinin ruhunda varsa iyi bir gıda. Yönetmenin ayrı koltuğu vardır, baktı mı set durur, yemeği ayrıdır gibi hallere inanmıyorum. Evet bu böyle olagelmiş ama şu da bir gerçek ki, bir film tek kişiden oluşmuyor. Tabi bazı yönetmenleri de biliyorum ve şunu diyor: "Seyfettincim ben de sinema yaparken demokrasi olsun istiyorum ama bu ülkede faşizm işliyor." Ben de bunu hissettim. Sinema yaparken faşizm gerçekten iyi bir çözüm ama başka bir şey deniyorum.
Kırık Midyeler'de Kumkapı'da yaşayan göçmenlerin de hayatlarından kesitler vardı. Sonraki projelerinizde göçmenleri merkeze alan bir şey yapmayı düşünüyor musunuz?
Önümde bir belgesel projesi var. Bir de film projesi var, "Cennet'e Bir Bilet" adlı. Dört ülkede geçen ve göçmen çocukların hikayelerini birbirine bağlayan bir film projesi üstünde çalışıyorum. Avrupa cennet mi cehennem mi, göç etmek nedir, anayurt neresidir gibi sorulara cevap arayacağım.
Çocuklarla rahat çalıştığınız için mi her projenizde çocuklar var?
Bunu bana herkes soruyor gerçekten. En temel nokta şu ki, ben yetişkinlerin egosu ile uğraşmak istemiyorum. Bir de çocuk olmayı seviyorum. Çocuk olmak gerçekten çok değerli bir şey. Çocuk filmi yaptığında dünyanın her yerinde anlaşılırsın. (MC/EKN)
--------------------------------------------------------------------------------------
* Kırık Midyeler set fotoğrafları: Altan Bal
** Seyfettin Tokmak Fotoğrafı: Emre Çayla