Tarih kitapları genellikle sayılarla konuşur: “300 bin öldü”, “1 milyon tehcir edildi” gibi… Ama hiçbir sayı, dedemin annesinin ağladığı o sabahı anlatamaz. Hiçbir istatistik, küçük Ablahat’ın “Anne biz ne zaman döneceğiz?” diye sormasını taşıyamaz. Ve hiçbir akademik tanım, bir ailenin yok oluşuna tanıklık eden taş duvarların sessizliğini dile getiremez.
Dedem Ablahat ve kardeşi Süleyman, katledilen babaları Sado’nun ardından, 1915 baharında Midyat’ta bir sabah evlerinden alındılar. Ne bir mahkeme kararı vardı ne de bir suç. 12 yaşındaki dedem Ablahat’ın dışında hiçbiri geri dönmedi. O gün anneleri, sabah kapıdan çıkarken oğullarına sarılmıştı oysa. “Çok oyalanmayın, ekmek yapacağım akşam için,” demişti. Ama o ekmek hiç pişmedi. Ocak sönmedi belki, ama evin içi bir daha hiç ısınmadı.
Geri dönecek bir yer de kalmadı zaten. Evin duvarlarına sinen korku, yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarıldı. O evde büyüyen hiçbir çocuk top sesinden korkmadı belki ama sessizlikten hep ürktü.
“Biz ve onlar” değil, “hepimiz”
Bize hep şöyle öğretildi: “Onlar” vardı, “biz” vardık. “Onlar gitti”, “biz kaldık.” Ama kimse sormadı: Peki “biz” neleri kaybettik? Gidenlerin ardından, geride ne kadar eksildik? Biz neleri gömdük, hem toprağa hem hafızaya?
Çünkü her yok oluş, sadece gidenin değil, kalanın da yıkımıdır. Biz bir halkı değil, komşumuzu kaybettik. Bir şehri değil, sesini özlediğimiz bir dili. Bir dönemi değil, çocukken adını andığımız bir yüzü.
Ve biz sustukça, boşluk büyüdü.
Boş kalan sofralar, kapanmayan kapılar, adını artık kimsenin anmadığı oyunlar...
Bir halk susunca sadece tarih değil, kalbimiz de eksildi.
Ama buna alıştık, dediler.
Alışmak… belki de en büyük kayıptı.
1915’te kaybolanlar sadece isimler değildi. Süryaniler… Ermeniler… Rumlar… Birer kimlik olmaktan öte, birer yüzdüler bizlere tanıdık. Komşu evin penceresinden sarkan el, kış gelmeden dikilen yünden kazak, berberin gülümseyerek uzattığı ayna, bir okul defterine düşen ilk heceydiler.
Ve bir sabah, sessizlik geldi.
Yalnız insanlar değil, evler, sokaklar, çarşılar, diller — her şey sustu.
O sessizlik, taşın gözeneklerine,
pencere pervazlarının rüzgâra açılan ahşabına bile sindi.
Ve biz fark etmeden, o sessizliği içimize yerleştirdik.
Bir tür miras gibi…
Susmanın, unutmanın, bakış kaçırmanın mirası gibi…
Geçmişi unutmak, sadece bir hatırayı kaybetmek değildir. Geçmişi unutan toplumlar, neyle sınandıklarını da, neyin tekrar edebileceğini de unutur. Bugün hâlâ kimlikler üzerinden birbirimize kuşku duymamızın, insanlar arasına görünmez duvarlar örülmesinin bir nedeni de budur: Anlatılmamış, dinlenmemiş, kabul edilmemiş hikâyelerle yaşıyoruz.
Bir şey çöktü o yıllarda, taş değil, toprak değil—inançtı.
İnsanın insana bakışındaki sıcaklık,
birbirimize dair bildiğimiz o derin, sessiz güven…
Bir sabah, gidenlerin ardından sadece insanlar eksilmedi; bazılarımız sevdiklerini yitirdi, bazılarımız kelimelerini, bazılarımız ise kalbinde taşıdığı insanlığa dair umudu.
Ve biz, kalanlar...
Suskunluğu içimize katık ettik.
Çünkü kayıplar bazen mezara değil,
insanın içine gömülür.
Ve orada, yıllar geçse de, konuşmadıkça büyür.
Bugün hâlâ bu topraklarda, birbirimize temkinle bakıyorsak, bir selam bile gözümüzü kaçırarak veriliyorsa, bil ki o eski sessizlik hâlâ içimizde dolaşıyor. Yüzyılı aşan bir gölge gibi— adı konmamış, ama hep hissedilen bir yokluk gibi.
Süryani halkının yaşadıkları, unutulmuş bir hikâye değil, susulmuş bir çığlık. 1915’te kırılan sadece hayatlar değildi—hafızamızın kendisi çatladı, parçalandı. Ve o parçalar, konuşulmadan, adlandırılmadan, bir kuşaktan diğerine, sessizlikle devredildi.
Kimi çocuk neden korktuğunu bilmeden büyüdü,
kimi genç neden eksik hissettiğini anlayamadı.
Çünkü bazen, geçmiş yalnız anlatılmadığı için değil,
hissedilmediği için kaybolur.
Ama gerçek şu ki: Yüzleşmek zayıflatmaz bir toplumu. Aksine, çatlamış yerlerinden yeniden tutunmasını sağlar. Çünkü bir toplumun hafızası, yük değil—vicdandır.
Ve eğer bugün hâlâ konuşabiliyorsak bu acıları,
bu, geçmişin hatırlanmasından çok,
geleceğin korunması içindir.
Çünkü adalet sadece dünü onarmak değil,
yarını yanlışlardan korumaktır.
Ya senin ailenden biri olsaydı?
Bazen bir soru, bütün bir tarihi anlatmaktan daha güçlü olabilir.
Sizin dedeniz bir sabah evden alınsaydı, kimse nedenini söylemeseydi ve bir daha hiç dönmeseydi… Ne hissederdiniz?
Ya da küçük kardeşiniz, sizinle birlikte yürüdüğü sokakta aniden kaybolsaydı ve siz yıllar boyunca o sokağa her döndüğünüzde onun adımlarını hayal etmek zorunda kalsaydınız?
Bir annenin boş kalan sofrasını, bir çocuğun geri dönmeyen babasını, bir evin hiç açılmayan kapısını düşünün. Bu acı herhangi bir kimliğe mi aittir? Yoksa insana mı?
Bugün hâlâ birilerinin acısına gözlerimizi kapatıyorsak, yalnızca o insanları değil—kendi içimizdeki insanı da yitiriyoruz demektir.
Çünkü biz, sadece kendimizle var olmadık.
Bir annenin kucağında, bir kardeşin gülüşünde,
bir komşunun ikramında büyüdük.
Sevgiyle kurulan o görünmez bağlar sayesinde olduk bugün olduğumuz kişi. İşte bu yüzden, yoklukları sadece yokluk değildir. “Onlar”ın eksikliği, hepimizin kalbinde bir göçüktür.
Empati dediğimiz şey, bir halkın yükünü sırtlanmak değil;
onun acısıyla yan yana durabilmektir.
Sessizliğinde kalabilmek, yasına saygı duyabilmek,
birlikte ağlamayı bilmek...
Çünkü hatırlamak sadece geçmişle ilgili değildir. Hatırlamak, bugün neye dönüştüğümüz ve yarın kim olacağımıza dair verilen bir karardır. Bir halkı tanımak, onu anlatmakla değil, onunla birlikte susmakla, birlikte dinlemekle, birlikte hissetmekle mümkündür.
Şimdi sana soruyorum:
İnsanı eksilten hatırlamak mıdır; yoksa unuttuğunda mı eksilir insan?
Bu topraklar çok şey gördü.
Taş evlerin çöktüğünü, kiliselerin sustuğunu,
bir çocuğun eline dokunamadan geçen baharları.
Ama en çok da sessizliği gördü.
İçimizde büyüyen, konuşulmamış, adlandırılmamış,
bir suskunluk gibi giyindik o geçmişi.
Çünkü kaybedilen her hayatın ardından konuşmak, bazen yaşamak kadar zordu.
Bir çocuğun adı kayboldu bu topraklarda.
Bir annenin sesi, bir kardeşin gülüşü, bir evin ışığı...
Ve biz, yıllar boyunca o ışığın yerine karanlığı seyre alıştık.
Adalet, bir mahkeme salonunda değil, bir yüzü hatırladığında başlar. Bir ismi andığında, bir hikâyeye yer açtığında. Bir başkasının acısını tanımadığında değil, o acının önünde susabildiğinde başlar.
O gün kaybolan çocuk hâlâ bir yerlerde bekliyor.
Adını biri ansın,
bir dua edilsin,
bir ses, bir nefes, bir hatıra bırakılsın diye…
İşte o ses, senin sesin olabilir.
Çünkü hatırlamak, yalnızca geçmişi değil—
birbirimizi sahiplenmenin en sessiz, en yüce hâlidir.
(FK/VC)