Sayısız çocuk oyununda sahne tasarımcısı olan, dekor ve kostüm kreatörü Buket Akkaya, çocuklarla olan deneyimlerini “Yüze Yapışan Sözcükler” adıyla kitaplaştırdı. Resimleriyle de sanatseverlerin dikkatini çeken Akkaya, öykü, anı ve deneme türünde eserleriyle de büyüklerin hayatına dokundu. Derinlikli işlere imza atan yazar, çocuk edebiyatına yolculuğunu “Çocuklara yazmanın çok ciddi bir iş olduğunun ve bir o kadar da sorumluluk gerektirdiğinin farkındaydım” sözleriyle özetliyor. Çocuk edebiyatının usta kalemi Nevzat Süer Sezgin, Bia Çocuk Kitaplığı için Akkaya ile söyleşti. “Çocuklar size söylüyorum büyükler siz anlayın,” diye özetlediğimiz söyleşiye buyurun.
Sevgili Buket, çocuk edebiyatıyla ne zaman tanıştın ve ne zamandan beri çocuklara yazıyorsun?
Öykü yazmayı seviyorum. Genelde yetişkin öyküleri yazıyorum. Aslında çocuk öyküleri de yazmak istiyor, ama bunu kimseyle paylaşamıyordum. Çünkü çocuklara yazmanın çok ciddi bir iş olduğunun ve bir o kadar da sorumluluk gerektirdiğinin farkındaydım. Ben tiyatro kostümleri tasarımcısıyım. Bu konuda da en çok önemsediğim alan, çocuk oyunlarıdır. Ne kadar profesyonel olursanız olun görsel olarak onlara hitap etmek, sanatınızı üç boyutta çocuğa sunmak büyük bir sorumluluktur. Çocuk Edebiyatına da böyle bakıyorum. O nedenle yıllarca kaçtıktan sonra hayatımda birçok anın mimarı olan öğretmenim, dostum, ablam olan senin (Nevzat Süer Sezgin) isteklendirmesiyle başladım çocuk edebiyatına. Önerdiğin kitapları okudum önce.
Daha sonra “Gül Annemin Masalları” ile başlayan serüvenim, Nevzat Öğretmenimin ödevleri, Eksi On Sekiz Edebiyat Topluluğunun, Martı Çocuk ve Gençlik Edebiyatı grubunun yazma projeleriyle daha da hareketlendi. Ortak çocuk kitaplarına öyküler verdim, “Mor Masallar”da masal deneyimimi artırdım, derken kendimi iyice çocuk yazınının içinde buldum. Bu arada yazma süreci devam eden “Üç Tekerlekli Bisiklet” adlı bir gençlik romanım da var.
İkiz olmak...
“Yüze Yapışan Sözcükler” kitabındaki iki öyküde karakterleri ikizlerden seçmişsin. Bildiğimiz gibi sen de bir ikiz eşisin. Çocuklukta, ilk gençlikte ve gençlikte ikiz eşi olmak nasıl bir durum?
İkiz olmak bir ayrıcalık ancak ikiz eşi olmak zor! Hele tek yumurta ikiziyseniz işiniz daha da zor. Attığınız her adımda heyecan, aksiyon, macera hiç eksik olmaz. Annemin anlattıklarına göre ikizim ve ben bebekken ayrı, çocukken ayrı serüvenler yaşamışız.
Karıştırılmak, sürekli ilgi odağı olmak, aynı giyinmek ya da giyinmemek... Adların her zaman karıştırılması, üstüne üstlük size sürekli “ikizler” diye hitap edilmesi ve bütün bunların ikizlerde yarattığı gizli kırılmalar... Bizi hiç karıştırmadığını söyleyenlerin bile “Acaba o mu?” diyen kuşkulu bakışları... Böyle anlarda kendinizi bir sirkte, kafesin içindeki maymun gibi hissetmeniz cabası... Ancak ben yetişkin öykülerimde de çocuk öykülerimde de ikizleri kullanmayı seviyorum. Çok iyi bildiğim bu konu, bana geniş ufuklar açıyor. “Üç Tekerlekli Bisiklet” de bir ikizler romanı.
Her birey eşit haklara sahip
Kitabındaki öykülerde toplumsal ve yaşamsal sorunları ele alıyorsun. Hiç didaktikliğe kaçmadan çözümler iletiyorsun. Bunun için seni özel olarak kutlarım. Sence yaşadığımız dünyadaki sorunlardan çocuklar nasıl etkileniyor?
Çocuklar her gün büyüyor ve yeni şeyler öğreniyorlar. Burada da adaletsizlikler var şüphesiz… Yaşadığınız yer, içine doğduğunuz aile, büyüdüğünüz ortam, yoksulluk, zorunlu göçler, olumlu ya da olumsuzluklarıyla birlikte çocuk olarak sizi biçimlendiriyor. Savaş, kıtlık, küresel değişimler, farklı coğrafyalarda doğmak ve bunların olumsuz yansımaları çocukların düşlerini çalıyor.
Çocuklar evde, okulda, parkta, sosyal yaşam alanlarında, sağlık kurumlarında yani yaşamın her alanında her türlü ayrımcılık ve istismara maruz kalabiliyorlar. Bu olumsuzlukların her biri onlarda travmalara neden olabiliyor. Üstelik çok savunmasızlar. Her ne kadar yasalarda çocuk hakları olsa da kaç çocuk ve yetişkin bu konuda bilinçlenebiliyor? Oysa dünyaya gözünü açmış her birey eşit haklara sahip… En korkuncu da bu travmaların sosyal medyada normalleştiriliyor olması. Bu konuda insanları bilinçlendirmede önce devlete sonra da ebeveynlere ve eğitmenlere çok iş düşüyor.
İşte bu nedenlerle öykülerimi kurgularken aslında “çocuklar size söylüyorum büyükler siz anlayın,” diyorum.
Sanatı ve spor tedavi aracı
Sanatın çocuk gelişimine etkilerini, “Mucize” adlı öyküde çok güzel anlatmışsın. Sence çocuklar büyürken onları sanatın mucizeleriyle nasıl tanıştırmalıyız? Bu yolda kimlere ne gibi görevler düşüyor?
Toplumumuzda yanlış bir düşünme tarzı var: “Çocuğum doktor olsun, mühendis olsun, sanatla da hobi olarak ilgilensin. Çünkü sanat karın doyurmaz!”
Evet, sanat karın doyurmaz belki ama kesinlikle ruhu doyurur! Tedavi eder, bilinçlendirir. Bakış açınızı geliştirir. Size yeni ufuklar açar. Yeteneğinizi keşfedersiniz. Sizi farklı kılar. Tiyatro, resim, müzik, edebiyat, plastik sanatlar, sinema yani sanat, bireyin kendini ifade etme aracıdır.
Bugün ruh ve beden sağlığı alanında da pek çok uzman, sanatı ve sporu tedavi aracı olarak kullanıyor.
Son yıllarda gözlemlediğim çok acı bir gerçeği anlatmak istiyorum. Hayat şartlarının zorluğu, anne babanın yoğun çalışma temposu, çocukları eve ve tabletlere hapsediyor. Çoğu ebeveynler çocuklarını hafta sonları o kurstan bu kursa, kemandan piyanoya, spordan yüzmeye, atları yarıştırır gibi koşturuyorlar. Bu hem çocuklarını oyalama taktiği hem de ‘falancanın çocuğu gidiyor, benimki neden gitmesin?’ gibi eğitimden, gerçeklikten ve empatiden uzak saçma sapan bir düşünce halinde yayılıyor. Aslında çocuklarımız, ne kadar çok etkinliğe katılırlarsa o kadar iyi olacağını söyleyen anne babanın kurbanları olup çıkıyorlar. Çoğu da, “Ben istemiyorum ama ailem beni zorla gönderiyor” diyor.
Okullarda sanat kulüpleri olmalı, şiir kompozisyon yazma aktiviteleri düzenlenmeli. Yarışma adı altında değil tabii. Yetenekli gördükleri öğrencileri yönlendiren öğretmenler olmalı. Toplu olarak sinema, tiyatro, kütüphane, sergi salonlarına götürülmeli gençler. Okullara sanatçılar davet edilip sanatın da bir meslek, bir yaşam biçimi olduğu vurgulanmalı.
Devlet bu tür etkinlikleri tamamen ücretsiz olarak çocuklara sunabilmeli. Yetenekli olan öğrencileri himayesine alıp onun eğitimini üstlenmeli. Örneğin Devlet Tiyatrosu ülkenin dört bir yanına, köyüne, kasabasına yıllarca oyun götürdü. Bunu çok değerli buluyorum.
'Patch Adams' filmi ilham oldu
Kitaba adını veren “Yüze Yapışan Sözcükler” öyküsünün içinde bir de masal var. İki edebiyat türünü birbiriyle çok güzel kaynaştırmışsın. Çocuk öykülerinde veya romanlarında bu yöntemin etkisi hakkında neler söylemek istersin?
Önce “Yüze Yapışan Sözcükler”in serüveninden söz etmek istiyorum size. Bir gün bir çocuk oyunu yazmaya karar vermiştim. Nasıl bir sorunsala vurgu yapmalıydım? Burada ikiz eşi olmam bana bir ışık yaktı. Bizim durumumuzda olan tüm çocuklarda olduğu gibi bizim de lakabımız “ikizler” idi. Bu elbette kötü bir yakıştırma değil, ama adımın söylenmeyip bize sürekli ikizler diye hitap edilmesine her zaman bozulmuş, bunu sorun haline getirmiştim.
Çocuklar net ve acımasızdırlar. Özellikle birine kızmışlarsa onlara gerçek isimleriyle değil de lakap takarak seslenirler. Bu duruma çocukken de çok üzülürdüm. Bulmuştum! Oyunumun adı “Yüze Yapışan Sözcükler” olacaktı. Ben de böylelikle arkadaşlarına lakap takan çocuklara bir ders verecektim. İyi de kurgu? Kurgu kafamda bu kadar çabuk çözülmedi tabii ki. Bu yüzden oyun yazmayı bir süre erteledim ama konuyu terk edemedim. Bir öykü yazmaya karar verdim. Çocukları incitmeden yaptıklarının doğru bir şey olmadığını göstermekti amacım. Evet! Kim arkadaşına lakap takarsa onun yüzüne bu sözcükler yapışmalıydı, ama nasıl? Bunu tiyatro oyununda çok rahatça çözümleyebilirsiniz de öyküde bunu nasıl kotarabilirdim? İnternette biraz dolaştım. Sonunda 1998 Amerikan yapımı “Patch Adams” filmiyle karşılaştım. Robin Williams başrolü üstlenmişti. Filmde bir tıp öğrencisi olan Adams, aşırı iyimserliğiyle etrafındakileri rahatsız ediyordu. Günün birinde hocalarından biri sinirli bir tavırla ona palyaço olmasını önerdi. Patch Adams bu öneriye çok sıcak baktı. Ancak öğrenim gördüğü okulu bitirerek bir doktor olmayı da çok istiyordu. Patch, birçok unvana aynı anda sahip olacağı ilginç bir yolculuğa çıktı… Film böyle devam ediyor.
Ben, Adams’ın palyaçoluğunu çok sevdim ve onu yazacağım öyküye anneanne kanalıyla davet ettim. Kırmadı bizi sağ olsun. Bizim öykü kahramanımız Ekim de kulaklarından dertli. Okulda ona kepçe kulak diyorlar. Öyküye fantastik ögeler eklemek istiyordum. Burada da masal girdi devreye. Bunun bir değişik biçimi “Aydan Adam ve Esin Kız” öyküsünde var. Orada da öykü ve masal iç içe bir kurguda gelişiyor. Bu öykü de Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery tarafından kaleme alınan “Küçük Prens”e bir ithaf oldu.
Metinler arası ilişkiyi seviyorum. Bu, benim aldığım eğitimle de ilgili olabilir. Gerek yetişkin gerekse çocuk edebiyatında yazmaya çalıştığım öyküler, çoğunlukla diyaloglarla örülü oluyor. Bu yöntem, sanat okullarında ders olarak verildiği gibi son günlerde pek çok yazarın denediği bir yazma biçimi. Etkisini biraz da okura sormak gerek diye düşünüyorum. Ama yazarken çok keyif aldığımı itiraf etmeliyim.
Aynı öyküde çocuklara takılan lakaplardan söz ediyorsun. Öykünün iletisine göre “Kötü söz sahibinin yüzüne yapışıyor.” Sence iyi sözler de yapışıyor mu? Yapışan iyi ve kötü sözler çocuğun kimliğini nasıl etkiliyor?
Kötü söz sahibinin yüzüne yapışıyor, yapışmalı da. Özellikle politikacılara. Bir asam olsa… Neyse kötümser olmayalım. İyi sözler yüzden çok göze yapışıyor bence, bir de yüreğe. En çok da çocuklara yapışıyor.
Önce yazdım, sonra çizdim
Bu eserin kapak ve iç sayfa resimlerini de sen çizmişsin. Bunu nasıl bir çalışmayla başardın? Yazarken karakterlerin görünüşü zihninde miydi? Önce çizip sonra mı yazdın? Yoksa önce yazıp sonra mı çizdin?
Evet, karakterler tamamen zihnimdeydi. Önce yazdım sonra çizdim. Kitap resimleme işine de arkadaşlarımın yüreklendirmeleriyle soyundum. Ben bir kreatörüm. Evet, resim yapıp sergiler açtığım da doğrudur ama kitap resimleme tamamen bana uzak bir tarz. İtiraf etmeliyim sancılı bir süreçti. Başarıp başarmadığıma sevgili çocuklar ve çizer dostlarım karar versinler.
Uzaktan eğitim, hayvan sevgisi, kardeş isteği, yetişkinlerin yalanları gibi daha pek çok konuyu bu kitapta buluyoruz. Bazılarını gülümseyerek, bazılarını da hüzünlenerek okuyoruz. Yalın bir dille ve rahat okunan bir kurguyla anlattığın bu öyküler için seni kutluyorum. Son olarak bizlere ne söylemek istersin.
Uzaktan eğitim, hayvan sevgisi, kardeş isteği, yetişkinlerin yalanları gibi konular bilinçli seçimlerimdi. Bizler itaat, baskı, hurafelerle yetiştirildik. Sorgulayamazdık bile, sonsöz aile büyüklerimizindi. Aslında bu kitap bence biraz da büyüklere yazıldı. Çocuklarına sevgi dolu yürekleriyle, onları korkutmadan doğruyu en anlaşılır biçimde aktarmaları için.
Geleceğe dönük içimizdeki umudu diri tutmaya, bunun için de her zamankinden daha fazla üretmeye ihtiyacımız var. Ben de üretiyorum. Bu söyleşi aracılığıyla bir kez daha söyleyeyim ki üretim anlamında bana kattıklarınız, beni yüreklendirmeleriniz için size minnettarım.
Kitap: Yüze Yapışan Sözcükler
Yazar: Buket Başaran Akkaya
Yayınevi: Kekeme Yayınevi
Buket Akkaya hakkında
İzmir Devlet Tiyatrosu’nda dekoratör, kostüm kreatörü. Öğrencilik yıllarında dört kez karma dekor ve kostüm tasarım sergilerine katıldı. İlk kişisel sergisini 1980 yılında, "Doğum, Sünnet ve Ölüm Törenleri" konulu siyah-beyaz fotoğraf sergisi olarak açtı. İkinci kişisel sergisi ise 1987 yılında İzmir Devlet Tiyatrosu fuayesindeki bakır ve vitray çalışmalarından oluşan bir sergiydi. İzmir, Antalya, Diyarbakır ve İstanbul’da birçok oyunda kostüm ve sahne tasarımı yaptı, yapıyor.
(NSS/SYZ/AÖ)