Televizyonda savaş haberleri vardı. Çocuklar ölmesin diye sloganlar atılıyordu barış mitinglerinde. Masanın üzerinde Türkiye'den gelen dergilerin kapağında savaş karşıtı resimler yer alıyordu. Fıratta Yaşam, ana sayfaya kocaman puntolarla "yüzbinler newroz'da barış dedi" yazmıştı. Lül dergisi kapağında "çocuklar ölmesin" derken, Şiirin dergisi Picasso'nun "La Guernica" adlı resmini yayınlamıştı. San Kulüp savaşa karşı duruşunu iki şiir ve bir makaleyle ifade etmişti. Amik, Nikbinlik, Berfin Bahar, İz Edebiyat ve bir çok sanat - edebiyat dergisi şiirler ve başyazılarla "savaşa hayır" diyorlardı...
"Çocuklar ölecek bu savaşta", diyordu adam. Bu güne kadar düşünmemişti yetim ve öksüz kalacak çocukların yaşayacağı travmayı. Ta ki kendi oğlu, annesinden uzak düşüp yanında kalmaya başlayana kadar. Çocuk bir hafta geçmeden annesini aramaya başlamıştı.
Ya bir daha hiç bir zaman anne veya babalarını göremeyecek ve sağ kalsalar da sevgisiz büyüyecek çocuklar.
"Annemi isterim", dedi yeniden çocuk. Dolu gözleri boşandı. Bütün vücudu titreyerek, katıla katıla ağlıyor, konuşmaya çalışıyor, başaramıyor, kekeliyordu. "Annemi isterim..."
Baba evi ilk terk ettiğinde de benzer bir travma yaşamıştı çocuk. Beş yaşındaydı o zamanlar. "Babamı isterim" diye ağlamıştı aylarca. Pencere kenarında babasının gelmesini beklemiş, her kapı çaldığında heyecanla baba diye bağırarak koşmuş, babasını göremeyince yine köşesine çekilmişti. Telefonda babasına "Güneş uyudu ay dede doğdu sen niye gelmedin" diye sitem ediyordu. Ağlama diyen babasına "Ben ağlamıyorum gözlerim akıyo" diye moral vermeye çalışıyordu. Ara sıra kendisini alan, sonra bırakıp giden babasına "Ben uyuyunca gitme e mi" diye yalvarıyordu.
Çocuklar ölecekti...
Zordu zor. Düşünmesi bile zor. Üstelik dünya bu savaşa karşıydı. Amerika bu güne kadar, istese de bu denli hayasız ve pervasız davranamamıştı. Karşısında beğenelim beğenmeyelim bir sosyalist sistem vardı. Birleşmiş Milletler diye bir dünya kuruluşu vardı. Uluslararası ilişkiler vardı.
Canı isteyen süper güç susuz kalınca su yataklarına, petrolsüz kalınca petrol yataklarına saldıramıyordu. Dünya elbette güllük gülistanlık değildi. Yine haksızlıklar, adaletsizlikler vardı.
Güney Afrika'da daha düne kadar köleci bir sistem vardı. Filistin ve Kürt sorunu "uygar" dünyanın ayıbı olarak göze batıyordu ve hala kanayan bir yaradır. Halepçe katliamının, Ruanda soykırımının, İran-Irak savaşının ve diğer bölgesel savaşların arkasında yine bu süper güçler vardı. Saddam'ı ve Bin Laden'i destekleyen, güçlendiren Amerika Birleşik Devletleri değil miydi.
Bu savaş engellenebilirdi. Türkiye'de dört oyla savaş tezkeresinin reddedilmesi umut salmıştı yüreğimize. Satılık savaş yanlısı yazarlar, iş adamları, politikacılar yas tutmuştu. "Aç kalacağız", "dolar uçacak", "borsa çökecek" diyenlere en güzel yanıtı, Urfalı yoksul köylüler Amerikalıları taşlayarak vermişlerdi. Yoksul ama onurlu yaşamanın ne olduğunu göstermişlerdi, fildişi saraylarından çıkmayan Amerika sözcülerine.
Ne yazık ki, dünyanın her yerinde barış için sokaklara dökülen on milyonlara rağmen savaş başladı. Biz barış yanlıları yenildik.
Savaştan önce yazdığım makalelerde barış için ne yapılabileceğine ilişkin görüşlerimi sunmuştum. "Ankara'da bir milyon insan gösteri yapsa, savaş yanlıları geri adım atar", demiştim. Demek dünyada sokaklara dökülen onbeş yirmi milyon insan yetmiyor Amerika'yı durdurmaya.
Yüz milyonlarca insanın sokaklara dökülmesi gerekiyor. Bu gün ABD'de yapılan anketlere göre (savaş propagandasının etkisiyle), halkın yüzde yetmişi Bush'u destekliyor. "Amerika bilgi toplumudur, küreselleşme iyidir" diyen, yönünü şaşırmış "aydınlar" ortada kaldılar. Ne diyeceklerini bilemiyorlar savaşa karşı çıkarken. Bilimsellikten uzak, kimi bilim adamı ve yazar "Clinton iyiydi, Bush kötü" diye Amerika'yı savunmaya devam ediyor. İşte size maç veya macera filmi izler gibi televizyonlarından savaşı izleyip başkanları Bush'u destekleyen "bilgi toplumu". (ABD'de, azınlık ta olsalar, aktif bir biçimde barış gösterileri yapan duyarlı insanlar da var.)
İyi niyetli olduklarına inanmak istediğim; "olmayan bilgi toplumu" ve "küreselleşme" hayranı insanlarımızın, gidip Michail Moore'un "Benim Cici Silahım" adlı Oskar ödülü alan belgesel filmini izlemelerini öneriyorum. Amerika'nın bilgi toplumu olmadığını, küreselleşmenin "iyi" olmadığını, Clinton döneminin de Bush yönetiminden çok farklı olmadığını görebilirler. (Türkiye'de gösterime girdi.)
"Çocuklar annesiz, babasız kalmasın"
Türkiye'den sonra bu kez Paris'te barış yürüyüşlerine katılıyorum. Barış yanlısı siyasi partiler, sendikalar, dernekler, meslek odaları, kendiliğinden gelenler, işsizler ve öğrenciler, Fransa'da yaşayan göçmen işçiler, mülteciler savaştan önce başladıkları mitinglerine devam ediyorlar.
Concord Meydanından başlayan yürüyüş Fransa Büyük Millet Meclisinin önünden geçiyor, Sen nehrinin kenarından devam ediyor, St. Michel, Sorbonne, Quartier Latin, Pantheon ve Denfert Rocheau. Kimler yok ki kortejde. En ilgi çekenler Fransa'da yaşayan Amerikalılar, Fransa Yahudi Birliği, Filistinliler. En coşkulu grup da liseliler. Nasıl da imreniyorum doğal disiplinlerine, duyarlılıklarına. Şarkılar söylüyor, trampet çalıyor, balonlar uçuruyorlar. Sloganları, "Kan karşılığı petrol istemiyoruz".
"Çocuklar ölmesin" diyorlar.
Çocuklar yetim, çocuklar öksüz kalmasın diyorum. (AO/BB/NK)