Bir ay önce hayatını kaybeden, TİKP’nin kurucularından ve Türkiye sol hareketinin önemli isimlerinden M. Halim Spatar, “Kuzeye Esen Ilık Rüzgar” isimli kitabında, 23 Mayıs 1980’de öldürülen Dr. Sevinç Tanık Özgüner’i yazmıştı. Özgüner’i öldürenler hala “bulunamadı.” Ölümünün 33. yıldönümünde, Spatar’ın yazısını yayınlıyoruz.
Ellili yılların sonlarına doğruydu. 1951 Tevkifatı'nın hapislik günleri, sürgünlük günleri yavaş yavaş geride kalıyordu. Ben hapisliğin, uzun bir sanatoryum döneminin ve Esbabı Mucibeli Karar'da "emniyeti umumiye nezareti altında bulundurulmasına" biçiminde dile getirilen sürgün cezasının ardından kendimi toparlamaya çalışıyordum. Aksaray Çarşısı'na alışveriş etmeye çıkmıştım; birden Vecdi Özgüner'le karşılaştım. Hapishaneden bu yana, görmemiştim onu. Beş yıllık hapisten sonra bir yıl sekiz aylık sürgününü Beyşehir'de tamamlamış, dönmüştü demek ki. Kucaklaştık. Özlem giderdik.
Birkaç gün sonra Aksaray'da, Valide Camisi'nin önünde gene Vecdi'ye rastladım. Bu kez yanında Sevinç Tanık arkadaşımız vardı. Ayak üzeri hoşbeş etmeye başladık. Sevinç birden durdu, "Bizle, Sarıyer'e kadar gelsene... Topu topu iki saat kadar sürer" dedi. Şaşırdım. Böyle güzel bir günde Boğaz gezmesi hiç de fena olmazdı da, durduk yerde bu "iki saatlik" boğaza gitme önerisi ne demek oluyor ki, diye geçti aklımdan "Bu işin içinde bir 'şaka' mı var?" dedim kendi kendime.
- Hayrola arkadaşlar, dedim, bir şey mi var?
Varmış meğerse...
Sevinç, "Merak etme, kötü bir şey değil. Biz Sarıyer nikâh dairesine nikâhlanmaya gidiyoruz. En erken oradan gün alabildik. İsmail'le Ayyıldız'la da konuştuk, oraya gelecek. İki nikâh şahidi gerekiyor. Oradan da şahit bulabilirdik ama, arkadaş olsun istedik. İşin varsa, başka; çaresine bakarız" dedi.
- Ne işim olsun ki! dedim. Nekahat dönemindeydim, fakülteden da atılmıştım, işim gücüm yoktu. Sevinç'in söylediklerine bayağı şaşırmıştım. Siyasi durumları nedeniyle toplumdan enikonu yalıtlanmış, birbirine kenetlenmiş bir durumda yaşayan, dar bir grup oluşturan bir avuç arkadaştık. Gönül ilişkilerini bakışlardan, davranışlardan anlardık. Hele bazı arkadaşlarımız bu işin uzmanı kesilmişlerdi; bizim hiç aklımıza gelmezken, "Falan, filanla işi pişirmiş, yakında bombası patlar" derler, gerçekten doğru çıkardı. Ama hiç birimiz sezememiştik Sevinç ile Vecdi'nin ilişkisini...
Bir otobüse atlayıp Sarıyer nikâh dairesine gittik. Kapıdan girerken Sevinç, orada kutular içinde nikâh şekeri satan delikanlıdan bir kutu şeker aldı. Nikâh memurunun karşısına geçtik; olağan söylevi dinledik, imzaları attık. Vecdi kutuyu açtı, başta nikâh memuru hepimiz birer badem şekeri aldık. Sevinç ile Vecdi'ye sarılıp öptük, mutluluklar diledik. Merdivenlerden inerek kapıya yöneldik. Sevinç durdu. Elindeki şeker kutusunu kapıdaki satıcıya bıraktı. Delikanlı mutluluklar diledi, ellerimizi sıktı. Sevinç, "Bak kardeş" dedi "İçinden altı badem şekeri eksildi; onları tamamlamayı unutmayasın, satın alan biri olursa hakkını yemiş olmayalım." Nikâh memuru, şahitler ve Sevinç ile Vecdi beş kişi ediyorduk. Altıncı nereden çıktı diye düşündüm. Sonunda ayakta nikâh memuruna yardım eden odacı geldi aklıma. Sevinç onu da unutmamış, şeker vermişti. Demek o da bir badem şekeri almış.
Kapıdan çıktık. Çok güzel, pırıl pırıl bir gündü. Boğazın suları, gökyüzü masmaviydi. Hepimiz mutluyduk. Ağır aksak yürüyorduk. Biraz sonra Sevinç durdu. İsmail ile bana:
- Arkadaşlar, Sizlere çok teşekkürler, bizi kırmayıp geldiniz, sağ olun! Otobüs durağı karşıda. Şimdi bize izin verin, çiçeği burnunda 'karı-koca' şöyle bir gezelim."
Vecdi miyop gözlüklerinin arkasındaki gözlerini büzmüş, muzip mi, mahcup mu bilinmez, karşı kıyılara bakıyor. Tekrar kucaklaştık, ayrıldık.
Tıp öğrencisi Sevinç Tanık, o gün Sevinç Özgüner oldu. Özgünerlerin önce bir oğlan çocukları oldu. Adını Halit koydular. Halit çok yaşamadı, bir yıl kadar sonra öldü. Daha sonra bir kızları, Alev, ardından bir kızları daha, Işıl doğdu.
Kurtarılmış Bölgede
Yıl 1980. Mecidiyeköy'ü faşist çeteler "kurtarılmış bölge" ilân etmişlerdi. Ağansoy'ların tüm avenesiyle Mecidiyeköy'e duman attırdıkları bir dönemdi. Ortaklar Caddesi'nin başında sarkık bıyıklı sert bakışlı üç dört delikanlı durup gelip geçenlerden hüviyet soruyorlardı. Yoldan geçenleri hazırol durduruyorlar "Sen Türk müsün? Milliyetçi misin? Solcu musun?" diye soruyor, terör yaratıyorlardı. Okullarına giden kızlara, delikanlılara hüviyet sorup tehditler, kendilerine katılmanın getireceği güven ve yararlar anlatılıyor, kızlara arkadaşlık tehditleri savruluyordu. Polis etliye sütlüye karışmaz bir durumdaydı. Türkiye’yi saran cinayet dalgası sonunda bizim mahalleye de geldi...
1980 yılında, sol hareketlerle ilgisi olmuş çok sayıda aydının, yazarların oturduğu Fulya mahallesinde 17 ailenin oturduğu bir apartmanda oturuyoruz. Üst katımızda Dr. Sevinç Özgüner ile eşi Vecdi Özgüner oturuyorlar. Galiba Mart ayındaydı. Bir gece Vecdi Özgüner'in emektar Anadol arabasının ön lastiklerini tutuşturdular. Alevleri gören komşular haber verdiler, yangın güç belâ söndürüldü. Bir süre sonra Özgünerlerin İstanbul'da bulunmadıkları bir sırada, dairelerinin kapı kilidi kırılarak evleri altüst edildi. Bunun üzerine Vecdi ile Sevinç kızlarının başına bir şey gelmesin, dersleri aksamasın diye evden uzaklaştırdılar. 10 Nisan 1980 günü Ortaklar Caddesinde oturan yazar Ümit Kaftancıoğlu kurşunlanarak öldürüldü. Cinayetin fâili bulunmadı.
23 Mayıs 1980, sabaha karşı 3.10 geçe, üst katımızdan gelen art arda silah sesleriyle uyandık, çığlığa benzer bir ses, bazı gürültüler, merdivenlerden aşağı paldır küldür inen ayak sesleri işittik. Sokak kapısı gümleyerek kapandı. Pencereyi açıp baktık; sokak lambasının loş aydınlığında sağdaki yokuştan yukarı doğru koşan üç kişi gördük, Eşim "Katiller! Gene kimi öldürdünüz!" diye bağırdı; karanlıktan, ya havaya ya da bizim pencereye doğru üç el ateş edildi.
Bütün apartman sakinleri bu gürültü ile uyanmış, ama şaşkınlıktan ve korkudan donmuş durumda. Kendimizi toparladık, yukarı kata koştuk; belli ki kapıya yüklenip kilidi kırmışlar, kapı yarı açık, öylece duruyordu. Çıt yoktu, hol kapısını açıp içeri adımımı atar atmaz, yerde büyük kan birikintisini gördük. Vecdi kanlı pijama pantolonu elinde, yüzü allak bullak; ne yapacağını bilmez bir durumda karşımda öylece duruyordu. Sonunda alçak titrek bir sesle, "Sevinç'i vurdular, önüme atılıp, siper etti kendini," dedi. Sevinç yatak odasında sırtüstü düşmüş yerde yatıyordu. O sırada kapıcımız ve komşularımız da geldiler. Sevinç çok hafif de olsa nefes alıp veriyordu. Bir kurşun yanağından girip dişlerini parçalamış, öbür yanağından çıkmıştı; karnı kan içindeydi. Daha sonra karaciğerinden, göğsünden ve çeşitli yerlerinden vurulduğunu öğrendik.
Telefonla Gelen Tehdit
O sıralarda 13 yaşını süren küçük kızım Deniz'in gözbebekleri büyümüş bir halde kana bulanmış odanın ortasında bakındığını gördüm. Yanılmıyorsam, Sevinç'in korkunç durumunu görmüş olsa gerekti. [Kızım, uzun süre geceleri 3'ü 10 gece uyanarak bizim yatağımıza gelip aramıza sığınarak uyuyabildi. Sonunda geceleri rahat uyuması, okulundan geri kalmaması için karşı yakada bir arkadaşımızın evine göndermek zorunda kalmıştık.]
Sevinç'i olabildiğinde sarsmamaya çalışarak hemen bir çarşafın içinde aşağıya taşıdık. Şimdi kimin arabası hatırlamıyorum bir otomobille Cerrahpaşa hastanesine götürüldü, ama yolda son nefesini verdi.
Sevinç'lere döndük. Telefon çaldı, Fısıltılı tehdit edici bir ses, "O kaltak geberdi mi, yaşıyor mu? Hepinizin defteri dürülecek!" diyordu. Olaydan belki 45 dakika, belki bir saat 15 dakika sonra, tam hatırlamıyorum, Birinci, İkinci Şube polisleri geldiler [Olay olur olmaz apartmandan haber verilmiş; emniyet şubeleri o zamanlar Gayrettepe'deydi. Gecenin o saatinde gelmeleri bilemedin 10 dakika sürerdi!?!...] Ortalık gazetecilerle, foto muhabirleriyle doldu.
Yanılmıyorsam bir ay kadar sonra Sevinç Özgüner'in okul ve dernek arkadaşı Dr. Kemal İşler'i Kasımpaşa'daki muayenehanesinden çıkıp alışveriş yaparken, arkadan kurşunladılar; Kemal ölmedi, omuriliği parçalandığı için 17 yıl belden aşağısı felçli, sakat iskemlesinde 1997'de ölünceye kadar hekimlik yapmaya devam etti. Geçen yıl kaybettik Kemal'i.
Yiğit ve Kararlı
Peki, Kimdi Dr. Sevinç Özgüner?
1951 yılında Gizli Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı'nın İddianamesi'nde o zamanki soyadıyla Sevinç Tanık "iki satır"la geçer: "Erem Esen'in yurt dışına kaçırılmasında Nuran Bozer ile beraber çalışmıştır. Kendisi partili ve bir hücre sekreteridir." (s.34)
Ankara Garnizon Komutanlığı "No.lu Askeri Mahkemesi'nin Esas: 1953/17, Karar: 1954/33 Esbabı Mucibeli Hüküm'ündeki künyesinde ise şunlar yazılı: "Sevinç Tanık, babası Mustafa, Tarsus'ta 1927 yılında Zehra'dan doğma, bekâr, lise mezunu, Kalyoncu Kulluk Düğün sokak 1 No'da oturur, Tıp Fakültesi talebesi, hükümsüz."(s.6)
İçerde "hüküm" bölümünde ise kendisi için şunlar yer alıyor:
"15 Aralık 1951 tarihinde tevkif edilip, mahkemece 10 aralık 1953 tarihli celsede tahliyesine karar verilen maznun gizli komünist cemiyetine girdiği ve Erem Esen'in yurt dışına kaçmasına yardım ettiği iddiasıyla mahkemeye sevk edilmiş, hakkında T.C.K.'nun 5435 sayılı kanunla değişen 141. Maddesinin 1 ve 3. Fıkralarına göre cezalandırılması istenilmiş, iddia makamı esas hakkındaki mütalaası sırasında bu talebi değiştirerek maznun hakkında mezkûr maddenin 5. Fıkrasını tatbikini istemiştir.
Maznun gerek ilk tahkikatta (Dosya 13, sahife 87) gerekse duruşmada müsnet suçu külliyen red ve kendisine tahkikat sırasında işkence edildiğini ifade etmiştir."
Nuran Bozer de gerek tahkikatta (Dosya 13, sahife 80) ve gerekse duruşmada (sahife 262) Sevinç Tanık'ın, Erem Esen'in kaçırılması hadisesiyle ilgisi olmadığını ifade etmiştir.
Tevfik Dilmen, "Sevinç Tanık partilidir, hücre durumunu bilmiyorum" şeklinde ifadede bulunmuş ve duruşmada da bu beyanının doğruluğunu kabul ve teyit etmiştir (Dosya 15, sahife 552).
Maznunun üzerinde yapılan aramada; (Dosya 5, sıra 7/1) suçla ilgili bir şey bulunamadığı 6 Aralık 1952 tarihli zabıt varakasından anlaşılmıştır, Dernek davası sırasında 9 Nisan 1951 tarihinde tevkif edilip 12 Haziran 1951 tarihinde tahliye edildiği dernek dosyaları (No. IV, sıra 1/19, 24/49) da mevcut yazılardan anlaşılmıştır. Diğer taraftan dernek davası tahkikatı sırasında yapılan aramada el konulan yazılı belgeler arasında 11 Şubat 1935 tarih 2/8235 sayılı kararname ile yasak edilen Kapital, 19 Ocak 1950 gün ve 3/10538 sayılı kararname ile yasak edilen Karikatür ile, kapatılmış bulunan Barışseverler Cemiyeti'nin nizamnamesi, aşın solcu olduğu 17 Eylül 1951 tarihli bilirkişi raporundan anlaşılan Marko Paşa mecmuaları (ve 31 numara altında toplanan aşikâr solcu matbualar) bulunmuştur.
Bunun dışında Sevinç Tanık'ın parti içersinde herhangi bir faaliyette bulunduğuna dair delil elde edilememiş ve var idi ise, hücresine dahil şahısların kimler oldukları da tespit edilememiştir. Diğer taraftan maznunun kime bağlı olduğu, kim tarafından partiye alındığı, aidatını kime verdiği hususları da anlaşılamamıştır.
Yukarda tadat edilen yasak kitaplarla 17 Eylül 1951 tarihli bilirkişi raporunda aşikar solcu oldukları belirtilen neşriyatın kabarık bir yekûn tutması maznunun sol temayüllü olduğunu anlatmış ise de; kararın baş tarafında meşkûk kaldığı belirtilen hususlar müvacehesinde maznunun gizli komünist cemiyete (Partisine) girdiğine ve partinin faaliyetine ve bu meyanda hücreye katıldığına kanaat getirilemediğinden müdafaası yerinde görülmekle müsnet suçtan dolayı BERAATI'ne; yasak ve komünizmle ilgili matbuatların T.C.K. 36. Maddesi gereğince müsaderesine;" (s.270-271)
1951 öncesinin ve sonrasının Sirkeci'deki Sansaryan hanında bulunan "Parmaksız Hamdi"li, "Albay Halil Ölçer'li vb. Tabutluk'lu 1. Şube tezgâhından geçenler, Hüküm'de sözü geçen "Maznunun ilk tahkikatta ... ve gerekse duruşmada müsnet suçu külliyen red" etmesinin, "..hücresine dahil şahısların kimler oldukları da tespit edilememiştir"in "falaka, uykusuz bırakma, askıya alma vb. gibi bütün işkencelere rağmen" anlamına gelen bir çaresizliği dile getirdiğini bilirler.
Dr. Sevinç Özgüner ile Nuran Bozer, 1951 Türkiye Gizli Komünist Partisi Tevkifatı'nın "tahkikat" döneminde yiğitlik ve kararlılıkları ile öne çıkmış iki kız arkadaşımızdı. O zamanki Emniyet'in kibarlık ve kişi haklarına saygısından olsa gerek, falakaya yatırmadan önce kendilerine pantolon giydiriliyor, üzerlerinde yapılması düşünülen işlem, böylece onları mahcup etmeden [ve de Hak Tealâ'nın huzurunda günaha girmeden] yerine getiriliyordu. Bütün işkencelere rağmen Sevinç de, Nuran da kendilerine yüklenen suçları kabul etmediler; beraat ettiler. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakülesi'nin -yanılmıyorsam- 8. Sömestre öğrencisi Sevinç, iki yıl süren koğuşturmanın kaybettirdiği zamanı telafi etmek için kaydını Diş Hekimliği Yüksek Okulu'na aldırdı. Nuran ise Tıp Fakültesi’ndeki kaydını tazeleyerek fakülteden mezun oldu. Sevinç, İstanbul Tabip Odası’nda çalıştı.
Ümit Kaftancıoğlu'nu, Sevinç'i öldürenler, Kemal İşler'i kötürüm bırakanlar, daha niceleri o gün bugün "meydana" çıkarılmadı. Sonunda “Mecidiyeköy Çetesi” içinde kendisinden çok söz edilenlerden bazılarının öldürülüşünü de gördük televizyonlarda. Yaşadıkça kimbilir daha neler göreceğiz?
Artık eski "kan davaları"nın unutulmasını istiyorlar. Marksist yöntemi gerçekten benimseyip mücadele edenlerin gündeminde hiçbir zaman kan davası bulunmaz. Ama, işlenen suçların, cinayetlerin kimsenin yanına kâr kalmadığı, hele hele boynuna bir şeref madalyası gibi takılmadığı bir toplum düzenidir özlenen gerçek demokratik düzen. "Armudun sapı" vardır, "üzümün çöpü" vardır. Öte yandan katiller, katillere kılıf uyduranlar, eyyam hokkabazları için "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye haykırıyorlar.
İster sağ, ister sol, ister mafya, ister namus, ister devlet, ister kabile adına işlenen hiçbir "cinayet" hukuktan yakasını sıyırmamalıdır. Türkiye hiçbir "cani" ile "gurur" duyamaz. Bir dönemin unutulması, eski hesapların geride kalması için defter "mizanının gerektiği gibi yapılarak" kapatılması gerekir.
Sevinç ve onun gibiler kardeşlik, barış, eşitlik toplumunu özledikleri için öldürüldüler.
Zor ve acılı geçeceğini gördüğüm 21. yüzyılın, eninde sonunda biraz daha aydınlık, biraz daha "onurlu" bir yüzyıl olması dileği ile Sevinç ve onun özlemi içinde ölen bütün arkadaşların anısı önünde saygı ile eğiliyorum. (MHS/AS)
* M. Halim Spatar, “Kuzeye Esen Ilık Rüzgar / Yazılar, Çeviriler”, Pencere Yayınları, Ekim 2009, 249 sayfa.