Önen milliyetçilik ikliminde süregiden siyasi mücadeleyi de, Türkiye'nin yolsuzluk ekonomisine dayalı kurulu düzeni içinde rol paylaşımı olarak okuyor: "Temel denklem değişmedi." Önümüzdeki günlerde özgürlükleri kısıtlama yönünde hamlelerle karşılaşacağımızı öngören Önen, bunlara karşın umutlu: "Sol kesime büyük işler düştüğüne işaret etmek istiyorum. Umudum orada."
Türkiye'nin bütün çalkantılı dönemlerinde kitle örgütü yöneticisi, politik eylemci, insan hakları savunucusu olarak önemli görevler üstlenmiş olan Önen'le, Danıştay'a saldırıyı, ardından yaşananları, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) tutumunu ve Türkiye'deki statükoyu konuştuk.
Danıştay'a saldırıyı ve sonrasında yaşananları nasıl okumak gerek?
Bu saldırıyı münferit, kendi başına, bir kaza vakası gibi algılamak yanlış.
Bu bir yandan da tarihsel sürecin bizi getirdiği bir nokta. Türkiye, sorunları şiddet yöntemiyle çözme kültürünün yerleşik olduğu bir toplum yapısına ve siyasi tarihe oturdu. Çoğulculuğu reddeden, farklı siyasi görüşlere özgürlük alanı tanımayan bir siyasi yaşamımız, özürlü bir demokrasi yaşamımız var. Bu nedenle, her zaman komplolara, siyasi suikastlara açık tutulan bir alan.
Bu vakayı, Türk-İslam sentezinin hegemonyasını değişen şartlara göre yeniden üretme girişimleri yönünde bir müdahalenin sonucu olarak değerlendirmek gerek. Siyasi yaşamda, resmi konseptin dışında bir var oluşa olanak tanımayan bir durumun sonucu.
Bunun nedenlerinden biri de, Türkiye'nin emek-sermaye çelişkisinin özgür bir biçimde örgütlendiği bir siyasi yaşamının olmaması. Solu olmayan bir demokrasiden söz ediyorum. Bu yıllardır uygulandı. Bu siyasal dengesizlik alanını, her zaman silahlı güçler doldurdu.
Bu son yaşananlar da ordunun elini daha fazla güçlendirmiş olmadı mı?
Her şeyden önce, elbette ki tasvip edilemez bir eylemdir, bir cinayettir bu. Ve kurşun, aslında demokrasiye sıkıldı.
Yakın tarihten örnekle, Susurluk öncesi toplumsal tepki nasıl 28 Şubat'la noktalandıysa, bu olaya karşı yükselen tepki de benzer bir olaya yol açmamalı. Çünkü siyasal istikrarsızlık, her zaman ordunun elini güçlendirir.
Buna karşın özgürlüklerin alanını genişletmek gerek. Burada da demokrasi güçlerine görev düşüyor. Emekten yana sol güçlerle, sosyal demokrasi içinde ve demokrasiyi gerçekten isteyen, özümsemiş toplumsal güçlerden oluşan bir dinamiğe ihtiyaç var. Bu dinamik ayağa kalkmalı. Toplumsal sivil güce ihtiyaç var. Ancak böylece 28 Şubat'lar tekrarlanamaz olur.
Çünkü bu saldırı, tek başına bir köktencilikten, bir İslami şiddet vakasından ibaret değil. Milliyetçiliğin, resmi konseptin beslediği bir ortam bu.
"Laikliğin ne olduğunu tartışmak gerek"
AKP'nin tutumunu nasıl değerlendirmek gerek?
AKP gerçek anlamda bir demokratikleşme süreci şansını yitirdi. AB sürecinde böyle bir programı uygulamadığı, yitirdiği için, ikircikli, demokratikleşme gibi gösterilen sahte adımlarla kendi kuyusunu kazdı.
AKP bir demokrasi programı vaat etti; ama yapmadı. Şimdi silahlı güçlerle tartışıyor gibi bir görünüm sergiliyorlar. Oysa, bu duruşunun dayandığı bir sosyal taban da yok.
Son günlerde, bütün bakanlar ne kadar laik oldukların söyleyip duruyor. Payandayı laik güçlerde arama gibi bir sonuç çıkıyor buradan; ama sahte. Bunu savunmadıkları çok açık. Türkiye'de gerçek anlamda bir laiklik zaten yok.
Türkiye, Sünni ve Hanefi İslam'ın hegemonyasında. Bütün devlet kurumlarında bu hegemonya var. Devletin dine müdahalesi sürekli.
Gerçek bir laiklik tartışmasının, demokrasi tartışmasının zamanı geldi. Kavramların içini boşaltmadan, laikliğin ne olduğunu iyice kavrayarak tartışmak gerek. Laiklik bir özgürlük alanı mı, yoksa bir kısıtlılık alanı mı? Bunun tartışılması gerek.
Danıştay saldırısından sonra meydanlarda atılan "Türkiye laiktir, laik kalacak" sloganları gerçeği yansıtmıyor.
Bir yandan da erken seçim tartışmaları yaşanıyor. Siyasi partiler kendilerini erken seçime hazırlamaya başladılar. Senaryolarsa DYP ve MHP'nin yükselişi üzerine kurulu.
Siyasi hegemonyanın kendini yeniden üretmesi bu işte. Tabloya bakın; önümüzdeki dönemde Devlet Bahçeli ve Mehmet Ağar ya da Deniz Baykal görünüyor. Siyaseten bir farkları yok. Program, dil, analiz itibarıyla hepsi aynı şeyi söylüyor. Bu, sistemin kendini yeniden üretmesi senaryosudur.
Burada ABD'nin, Türkiye'ye biçtiği rolün önemi ne?
Elbette önemlidir ama, ABD-AKP ilişkilerinin bundan daha öncelikli olduğunu düşünüyorum. Orada bir bozulma olduğu kesin. AKP'nin Hamas'la görüşmeleri, Erbakan'ınki gibi bir diplomasi programı izlemesi, ABD'yi rahatsız etti. ABD AKP iktidarıyla barışık değil.
Milliyetçiliğin getirisi: Yolsuzluk ekonomisinde pay sahibi olmak
Son dönemde AKP'nin dilinde de milliyetçi bir söylem, seslenme yok mu?
Tabii ki var. Çünkü siyasi erki ele geçirmede en güçlü argüman milliyetçilik. Bu, CHP, DYP, MHP için de geçerli. Revaçta olan bu.
Yükselen milliyetçilik duygusu üzerine kurulu bir siyaset sahnesi söz konusu. İktidara kim gelirse gelsin, bir şey değişmeyecek. Hepsi statükoyu hem savunacak, hem sömürecek.
Çünkü, yönetim erkini milliyetçilik zemininde sürdürmenin ekonomik getirisi var: Kaynakları paylaşmak.
Bu durum, son 20-25 yılda açık şekilde yaşandı. Ekonomi, Özal'ın kurduğu teşkilat üzerinden, hep politikanın esas yönlendiricisi oldu. Politika ekonomiden beslendi.
Ecevit'in başbakan olduğu koalisyonda bankalar paylaşıldı. Abdullah Öcalan Türkiye'ye getirildikten sonra yükselen milliyetçilik dönemiyle ilgili, MHP'li bakanlar birçok yolsuzluk iddiasıyla yargılandı.
"AKP'nin temel programı da yolsuzluk ekonomisi"
Önümüzdeki dönemde, yolsuzluğun daha da hızlanacağını öngörüyorum. En büyük özelleştirme projeleri, milliyetçiliğin yükseldiği, sol güçlerin etkinliğinin azaldığı dönemde gerçekleşti. Yeni dönemde, yeni bir paylaşım demek bu.
AKP ne kendi tabanı için, ne de demokrasi alanında radikal denebilecek bir plan uyguladı. Temel program, kamusal alanların satılması, nükleer enerjiye yatırım hazırlığı, ormanlık alanların, kıyıların, kamu varlıklarının özelleştirilmesi oldu. AKP iktidarını ekonomik çıkar sağlama programı üzerinde geliştirdi; açık ya da dolaylı, getirisi olan bir ekonomik aktivite içinde oldu.
Yolsuzluk ekonomisi AKP döneminde de devam etti. Statüko dediğimiz bu ekonominin sürdürülmesi zaten. Güvenlik politikalarının bu kadar yüksek düzeyde seyretmesi de bu program içinde düşünülmeli. Bütçe silaha ve güvenliğe gidiyor. Tarafların uzlaşması o noktada.
Terörle Mücadele Yasa (TMY) tasarısını da bu denklemde görmek gerek. Sonuçta temel denklem aynı. Paylaşanlar değişiyor.
Peki bu tabloya karşı ne yapılabilir?
Emek güçlerinin kaydığı sağ çizgiden kendini kurtarması gerek. Sendikalar da bu milliyetçi havadan etkileniyor. Kendine, emeğe dair programları ön plana çıkarmalı.
Örgütlenmek gerek. Yalnızca sanayi emekçilerini örgütlemekten bahsetmiyorum. Tarım emekçilerinden aydın kesime kadar giden bir hattı örgütlemek gerek. Muhalif siyaset yapan herkesi.
Siyasi bir önderliğe, kadrolaşmaya, siyaseten bu güçleri birleştirmeye ihtiyaç var. Öncülük çok önem kazandı. Mevcut sosyalist partilerin konuyu gündemlerine alması gerek. Güçlü değiller; ama yakın gelecekteki hedefe hazırlık çalışarak yapmalılar. Çalışarak hazırlıkla da şunu kastediyorum: Yalnızca meydanlara değil, üretim alanlarına inmeliler.
Önümüzdeki dönem için iyimser bir tablo çizmiyorsunuz.
Sol kesime çok büyük işler düştüğünü işaret etmek istiyorum. Umudum orada. (TK/EK)