Çika, Zuhal Güreli’nin doyurucu oyunculuğu, Hazar Sayar’ın başarılı dekoru ve yönetmenliği ile birlikte sahnede. Mihail Vasiliadis ise Pontus’lu Çika’yı Suriyeli kız çocuklarına benzetiyor.
Çika’nın hayatı, iki genç tiyatrocu Zuhal Güreli ve Hazar Sayar tarafından uyarlanarak tiyatro sahnesine taşındığını öğrenince; Apoyevmatini gazetesi sahibi Mihail Vasiladis ve eşi Kula Vasiliadis ile birlikte oyunu izlemek üzere yola çıkıyoruz. Yaşını almış genç bir delikanlı olan Mihail abi, kendisinin adımlarına ayak uydurmakta zorlanan ben ve Kula ablaya yol boyunca “kardeşim sizde iş bitmiş” şeklinde takılıyor. Sağ olsun bir atleti andıran adımları sayesinde 45 dakika önce tiyatro İkincikat’tayız. En çok, onların ne düşündüklerini ve hissettiklerini merak ediyorum. Mihail abiden, “sevgilim Apoyevmatini beni bekler” huysuzluğuna rağmen; oyun üzerinden Rumların toplumsal hayatı üzerine bir söyleşi yapmak için sözünü alır almaz, demli bir çay eşliğinde heyecanla oyunu bekliyoruz.
Tarihin görünmez figürleri
Mustafa Kemal, Eleftherios Venizelos, İsmet İnönü, Makarios, Bülent Ecevit, Konstantin Karamanlis ve daha niceleri. Yüzyıllardan beri Anadolu coğrafyasında ve Poli’de (İstanbul) yaşamış, bugün ise sayıları Mihail Vasiliadis’in deyimiyle “caretta caretta” kadar kalmış Rumlar hakkında konuşurken, adlarını anmadan geçemeyeceğimiz insanlar… Brecht’in de dediği gibi; “Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam” pelesenk olmuş dilimizde. Halbuki bir sonraki dizeyi uyarlayıp, “ama ödeyen kim kararların bedellerini (harcanan paraları)” şeklinde sorduğumuzda, tarihin görünmez figürleri çıkıyor karşımıza. Eftalya, yani nam-ı diğer Çika da onlardan biri.
Thomas Korovinis,1989 yılının Haziran ayında, Çika ile o zaman 80 yaşında olan kadının cüzi bir yardımı almak için beklediği İstanbul’daki Yunanistan Konsolosluğu’nun önünde tanışıyor. Çika, bir Pontus Rum’u olarak Giresun’da başlayan; Galata’da geneleve kadar uzanan hikâyesini, günah çıkarır gibi arzu ve sabırsızlıkla başlıyor anlatmaya. Korovinis’in 1988 yılında Yunanca olarak kaleme aldığı Çika’nın hayatı, 2012 yılında İstos yayınları tarafından Türkçe olarak yayımlandı. Kitapta, Korovonis’in dediği gibi, Çika’nın sürükleyici yaşamı içinde, Türk- Yunan tarihinin ve İstanbul’un toplumsal hayatının karakteristik figür ve olayları gözümüzün önünden film şeridi gibi geçiyor.
Kırık bir sandalye, iplere asılmış mektuplar ve kırmızı bir sahne…
Zuhal Güreli sahnede beliriyor ve Giresun’dan Galata’ya uzanan Çika’nın öyküsünü anlatmaya başlıyor. Güreli’nin performansından önce, aynı zamanda oyunu Güreli ile birlikte uyarlayan yönetmen Hazar Sayar tarafından yapılan dekor son zamanlarda gördüğüm en iyi dekor olabilir.
Kırık bir sandalye, iplere asılmış mektuplar ve kırmızı bir sahne… Sayar, büyük bir ustalıkla Çika’nın hayatının önemli evrelerini dekora yansıtırken; Hasan Demir’in yaptığı ışık tasarımı oyunu daha da anlamlandırıyor. Zuhal Güreli de başarılı bir şekilde can veriyor Çika’ya.
“Yabancı bir milletin içinde yaşadım”
Kırık sandalyede, mütareke ile birlikte ortaya çıkan vahşeti izleyen bir çocuğun tanıklıkları ile vahşetin izlerini ömür boyu taşıyan ve korku dolu yaşamının son döneminde bütün hayatını ve “kısmet” deyip geçtiği ama içinde bir taş gibi ömür boyu taşıdığı hayallerini anlatan Çika’yı görüyoruz.
Çika, “Şimdi Pontus’ta olsaydım, torunlarım olurdu, bir işim olurdu, yalnızlık yemezdi beni” diyor ve ekliyor: “ Yabancı bir milletin içinde yaşadım. Hayatım kalbimde bir dikenle geçti. Yalan dünya.”
Çika, belki bugün çoğu kişinin kendi hayatı için tahayyül bile edemeyeceği badireler geçirmesine rağmen; sahnede güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Burada Güreli, Çika gibi kararlı duruyor ve yaşamın arka sokaklarında korkusuzca ama bir çocuk tedirginliği içinde dolaşıyor. Bu anlamda mimikleri ve ses tonu oldukça başarılı.
İpe asılmış mektuplarda ise, “Ben canımı veriyordum, feda ediyordum kendimi. Ama onların aklı başka yerdeydi, başka şeyler düşünüyordu” diyen, Marçiano’yu saf ve temiz bir aşkla bir ömür bekleyen Çika’yı görüyoruz. Güreli’nin oyununda; bütün umudunu ve hayatının değişmesini sevgilisi Marçiaono’nun gelmesine bağlayan Çika canlanıyor gözlerimizin önünde. Bir çocuk gibi saf ve temiz sevgisi ve hayalleri ile birlikte. Güreli, ellerinde mektuplar ve gözleri yukarıda bir umutla bekletiyor bize Marçiano’nun gelme ihtimalini.
Kırmızı sahnede ise Çika’nın sahne hayatı üzerinden İstanbul’un bir dönemki toplumsal hayatına ve şehir içerisinde yaşayan Türkler ve gayrimüslim topluluklar arasındaki ilişkileri izliyoruz. Güreli, Çika’nın toplum içerisindeki, ötekileştirmeye varan, karşılaştırmaları anlatırken, Çika’nın saflığını ve doğallığını yüzünde koruyor. Beklenenin gelmediği ve hayatın başka bir yöne doğru aktığı kırmızı sahnede; Çika’nın bir Rum olarak sadece Türkler üzerinde değil; Rumlar, Ermeniler ve Avrupalılar üzerindeki gözlemlerini; Güreli’nin oyunculuğu sayesinde Çika’nın anlattığı gibi objektif olarak izliyoruz.
Bugün baskısı tükenen Çika kitabı İstos tarafından yeniden basılacak. Kitabı okumadan da oyuna gidebilir ve Çika’nın yaşadıkları üzerinden hem Rum toplumunun yaşadıklarına hem de toplumsal değişime tanık olabilirsiniz. Oyun için naçizane iki eleştirimiz var. Çika’nın hayatı oldukça sürükleyici olduğundan dolayı, Güreli bazı bölümlerde biraz yavaş ve nefes alarak konuşursa, biz izleyicilere kısa da olsa düşünme ve hazmetme süresi tanır. Diğer yandan ise oyunun sonu da, elbette sonu söylemeyeceğim, biraz daha sakin ve vurgulu olursa; hiç bitmeyecek Çika’nın öyküsü için daha vurucu olacağını düşünüyorum. Bunlar çok ufak ayrıntılar. 26 Nisan’da tiyatro İkincikat’ta Çika’yı kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Azınlıkların vatandaş gibi hissetmeleri engellendi
Oyundan sonra Mihail Vasiliadis ile birlikte başlıyoruz konuşmaya. Vasiliadis, Çika’nın her şeye rağmen çok güçlü bir insan olduğunu belirterek; “Gürül gürül akıyor dertleri ağzından. Ayakta kalabilmesi ve o ileri yaşta yaşadıklarını bir yazara aktarabilmesi büyük şans” diyor.
İlk başta oyunu sorayım. Oyunu ve oyuncuları nasıl buldun?
Oyuna kocaman bir aferin dışında söyleyecek sözüm yok. Belli ki imkanları çok dar ama buna rağmen amatör bir ruhla profesyonelleri kıskandıracak bir performans sağladılar. Medeni cesaretleri de ayrı bir erdem. O dönemin Pontuslu Çika'sının bugünün -örneğin- Suriyeli bir kız çocuğu ya da kadını olabileceğini kafamıza vura vura soktular. Savaşın her zaman savaş olduğunu, kadın ve çocukların doğuda her zaman ilk kurbanlar arasında olduklarının altını çizdiler.
Çika, “Yabancı bir millet içinde yaşadığını” söylüyor. Azınlıklar için böyle bir durumdan bahsedebilir miyiz? Hissedenler için bu durum ne zaman oluşmaya başladı? Bunun dışında kitapta genelev sahibi, kabadayı gibi çok fazla konuşulmayan Rumları da görüyoruz.
Toplumun büyük kısmı seni yabancılaştırırsa, reaya muamelesi yaparsa, eritme programları uygularsa, doğal olarak öyle hissedersin. Azınlıkların 1920’lerin başındaki havasıyla sonraki davranışları arasında kıyaslanamayacak kadar farklar var. Eritme politikasının uygulanması ile azınlıkların bir vatandaş gibi hissetmelerini engelledi. Korku en etkili duygu oldu. Dikkati mümkün mertebe çekmeden yaşamaya çalıştılar. Bu arada karakterinde zorbalık olanlar da, ancak arkalarında sırtlarını dayayacak güçlü birileri oldukça bunu yapabildiler. Genelev sahipleri gibi genel ahlâk anlayışına uygun sayılmayan yoldan para kazananların ardında da hep onları haraca kesen ve aslan payını ceplerine atanlar oldu.
“Beyoğlu’na takım elbise ile çıkılıyordu” efsanesinin, Çika’nın anlatımıyla bir anlamda yıkıldığını görüyoruz. Tarlabaşı’nda uzun dönem yaşayan biri olarak; o dönemin Beyoğlu’nu nasıl yorumlarsın?
Beyoğlu semtini bir de Sait Faik'in gözünden görmek ya da bizzat yaşanmış ise gerçekleri olduğu gibi vermek gerekir. ABD mahkemelerinde verilen yemin gibi, "gerçeği, tüm gerçeği ve yalnız gerçek olanı" söylemek. Bunu yapmayan, şehir efsanelerine ve ön yargılara kapılarak konuşur, görmediği yaşamadığı konularda fikir beyan eder, okuduklarını yaşamış gibi söyler... Beyoğlu’nun da sadece takım elbiselilerden oluştuğunu söylemek ve arka tarafını görmemek, bir efsaneden başka bir şey değildir. Türkçede "ukalâ" diye bir tabir vardır ya, bilerek yahut bilmeyerek ukalâlık etmiş olur. Beyoğlu hakkında yazılan ve söylenen her şeyin bu kıstasa uygun olduğunu zannetmiyorum.
Son olarak, Çika’nın Türkleri, Ermenileri ve Rumları sosyal açıdan ötekileştirmeye varan karşılaştırmalarını, o dönemi yaşayan biri olarak nasıl görüyorsun?
Türkler ticaretten anlamaz, Rum kızları güzel, Yahudiler zengin ama cimri, gibi şehir efsaneleri ön yargılardan ileri gelir. Bu önyargılar hem kişiler hem de toplumlar için vardır ve maalesef günümüzde de geçerlidir. Mesela "Avrupalılar islamofobiktir", "Kürtler teröristtir" gibi. Değişen bir şey yok. (UY/ÇT)