Kettle’dan gelen yazılar, kadın mahpusların sorunları, hapishanede çalışanlar, yoksulluk, 40 metrekarelik avlu, 30 metrekarelik ortak alan, festivallerden gelen mesajlar, festivallere giden mesajlar, hasretler, arkadaşlıklar, mektuplar, dayanışma…
Altı aydır Bakırköy Cezaevi’nde tutulan Gezi mahpusu Çiğdem Mater “Tamamen haksız ve hukuksuz bir şekilde Silivri’de ve Bakırköy’de tutulduğumuzu biliyoruz, bunu hiç unutmuyoruz, unutturmuyoruz“ diyor.
Tutuklanmalarına yönelik her tepkiyi önemli gördüğünü anlatan Mater’in ikinci olarak en çok vurguladığı nokta, kendisine destek olan meslektaşları: “Bu riski” alan tanıdık tanımadık bütün meslektaşlarıma minnettarım, var olsunlar.“
Mater’in bir mesajı da kadın yoksulluğuna: “Dışarıdaki yoksulluğu konuşurken burayı da atlamamak gerekiyor.“
Bir film yapımcısına cezaevi koşullarını sorduğunuzda aldığınız yanıt da haliyle açık oluyor. Mater, hapishaneyi kadınlar için emeklerini çokca verdikleri fakat karşılığını yeteri kadar alamadığı bir fabrikaya benzetiyor.
Çiğdem Mater, hapishane koşullarını, tutukluluğa tepkisini ve çok daha fazlasını bu kez bianet'e anlatıyor...
“Hapishanede en iyi öneriyi yine hapishaneden alıyorsunuz”
Orada bir gününüz nasıl geçiyor? Bize biraz oradaki günlerinizi anlatır mısınız?
İlk tutuklandığımda aldığım ilk mektuplardan biri Kobane Davası’ndan iki yılı aşkın süredir tutuklu olan sevgili arkadaşım Bircan Yorulmaz’dandı.
Bircan kıdemli bir hapishane sakini olarak rutinin öneminden söz ediyordu. Beş yıldır Silivri’de olan sevgili Osman Bey derhal gündelik spor rutinine dair öneriler gönderdi. Takdir edersiniz ki hapishanede en iyi önerileri yine hapishaneden alıyorsunuz.
Bircan’ın da dediği gibi, burada rutin çok önemli; rutini yaratıp size diretilenden başka türlü bir hayat kurmanız gerekiyor, başka bir dünya elbette hapishanede de mümkün. Tutuklandığımızdan beri her an yanımızda olan avukatlar sayesinde, zamanımızın büyükçe bir kısmını avukat görüş alanında geçiriyoruz.
Haftada iki gün dava dosyalarını çalışabilmek için 4.5’ar saat bilgisayar odasında, elbette internet erişimi olmayan bir bilgisayarda çalışma hakkımız var.
10 günde bir, bir saat Mine ve Mücellâ ile birlikte genişçe bir etkinlik salonunda spor yapıyoruz. Henüz sohbet hakkı, kurs gibi bazı haklarımızdan yararlanma şansımız olmadı.
Gün genel olarak okuyarak, yazarak, bulmaca çözerek, arada televizyona bakarak, ne yiyeceğimizi düşünerek geçiyor. Pandemi döneminde yaşadığımız “kapanma”, bir çeşit idman olmuş, zaman elbette izafi ama yavaş geçtiğini söyleyemem, bir şekilde akıyor.
“Kadınların yoksulluğunu çok daha derin hissediyorsunuz”
Diğer mahpuslara dair ne gibi gözlemleriniz var? Mahpusların sorunları neler?
Bakırköy Kadın Cezaevi 1400 nüfuslu ama aslında 500 küsür kişi için yapılmış. Haliyle kapasitesinin 2.5 katı insan barındıran her yerin (illa hapishane olması gerekmiyor) bütün sorunlarını barındırıyor, bir de üzerine burası hapishane.
Mücellâ malumunuz mimar, hapishanede bir mimarla beraber kalınca gözünüz tabii başka türlü açılıyor.
Binaya, şartlara, her şeye bakışınız değişiyor. Ara ara şunu düşünüyoruz, deprem olsa, bu demir kapıların bunca az görevli tarafından açılması ve insanların tahliye edilmesi iyi ihtimal birkaç saat sürer. Neyse ki bina az katlı da sakiniz.
Bakırköy nüfusunun büyükçe bir kısmı adli tutuklular. 300 kadar yabancı kadın var burada, çoğu hükümlü, uzun cezalar almışlar, büyük kısmı uyuşturucudan. Tam sayıyı bilmiyorum tabii ama 200 kadar siyasi tutuklu olduğunu sanıyorum, kalan herkes adli nedenlerden burada.
Cezaevinin en göze batan taraflarından biri, dışarıdan farksız olarak, derin bir yoksulluk.
Kadınlar parasız, özellikle yabancı tutuklu ve hükümlülerin durumu oldukça zor. Cezaevindeki “iyi halli” tutuklu ve hükümlülerin çalışma şansı var. Benim görebildiğim birkaç farklı iş yapabiliyorlar.
En çok kadın çalıştırılan birim tekstil atölyesi. Bir tekstil atölyesi için 50’den fazla kadın hafta içi her gün 09:00-18:00 arası çalışıyorlar, bazı günler mesaiye kaldıklarını görüyoruz.
Şirket oteller için havlu ve nevresim takımları üreten bir şirket, epeyce büyük otellerin adları havalarda uçuşuyor.
Kadınlar o havlu ve nevresimleri günde dokuz saat, haftada beş gün, arada da mesaiye kalarak ve mesai ücreti almadan ayda 600 lira karşılığında dikiyorlar. Usta seviyesinde olanların 800 lira aldığını duydum ama sayıları sanırım epeyce az.
Cezaevindeki diğer iş imkanları kurum bünyesinde. Temizlik, yemek gibi temel ihtiyaçlar çalışan tutuklu ve hükümlüler olmasa ilerlemeyecek gibi görünüyor buradan bakınca.
Yemekhanede çalışan tutuklu ve hükümlüler ayda 400 lira, temizlik ve yemek dağıtımında çalışanlarsa ayda 338 lira kazanıyor. Bu kadınları çoğu Türkiye’den değil, büyük bir kısmı Afrika ülkelerinden, kalabalıkça da bir Latin Amerikalı grup var ama aslında dünyanın her yerinden kadınlar diye düşünün!
Çoğunun tek gelirleri bu işlerden kazandıkları paralar ve çoğunun ülkelerini aramalarının dakikası 100 lira! Yani bir ay boyunca havalı otellere nevresim yapmak için delice çalışıp, aileleriyle altı dakika telefonda konuşuyorlar kazandıkları parayla.
Özetle, hayat kadınlar için dışarıda ne kadar zorsa, kadın cezaevinde kat be kat daha zor.
Derin yoksulluk kendini burada her an, her saniye hissettiriyor. Dışarıdaki yoksullukla boğuşurken, burayı da atlamamak gerekiyor.
“Sürekli yazıyorum”
Tutuklandığınızı duyunca “Çiğdem oradan bir film senaryosuyla çıkar” diye düşünmüştüm, var mı aklında böyle çalışmalar?
Ben tabi yazar değilim, yapımcıyım. Ama “kapanmanın” yazma dürtüsünü tetiklediği de bir gerçek.
Memlekette neden bunca “cezaevi edebiyatı” olduğunu insan tutuklanınca anlıyor. Yazmak müthiş bir kaçış. İçlerinden bir şey çıkar mı bilmiyorum ama evet, sürekli yazıyorum. “Bir hapishane filmi yaparsın artık” en çok duyduğum cümlelerden biri ama bana da acıyın :) Bir film yapmak iyi ihtimal iki, üç yıl.
Bunca zaman hapiste yatıp, bir de film yapacağım diye iki, üç yıl daha “hapishane ortamında” yaşamayayım çıkınca.
“AİHM kararları bile uygulanmıyorsa biz neye güvenceğiz?”
Tutuklanma sebebiniz olarak “kaçma şüphesi bulunduğu” iddiası kamuoyunda “komik” olarak nitelendirildi. Siz de bu konuda tepkinizi önceki söyleşilerinizde sıklıkla dile getirdiniz. Şimdi yine sormak istiyorum. Bu “komik” iddiaya karşı ne söylemek istersiniz?
Mahkemeye katılmak için yurtdışından gelip, pasaportumu polise teslim ederek “memlekete girdiğim” için, kaçma şüphesiyle tutuklanmış olmam elbette ironik, ama şunu da atlamayalım, birlikte yargılanıp tutuklandığım arkadaşlarım da gidebilirlerdi, kimse gitmedi.
Yani hepimizin “kaçma şüphesiyle tutuklanması” ironik. Hiçbir yere gitmiyoruz, buradayız dedik, sonuç ortada. Karşı karşıya olduğumuz hukuksuzluk sadece bu yedi kişiyle alakalı değil, bu çok ciddi bir hukuk meselesi, anayasal bir suç işleniyor.
100. gün sormuştum, yineleyeyim, AİHM kararları uygulanmayarak Anayasa bile ihlal ediliyorsa, biz neye güveneceğiz? Biz derken, biz herkesiz.
“Mektup günlerinin başka bir manası var”
Geçen aylarda Müjde Ar ve Rakel Dink’in size yazdığı mektupları hep birlikte okuduk. Nasıl geldi bu mektuplar size? Böyle destekler kendinizi nasıl hissettiriyor?
Sevgili Müjde Ar ve Rakel Dink’in mektupları da 180 küsur gündür dışarıda durmaksızın devam eden destek de elbette çok önemli. Tutuklandığımızdan bu yana bizi bir an bile yalnız bırakmayan Türkiye’nin dört bir yanında avukatlar, tanıdık, tanımadık, uzak, yakın her yerden mektup gönderen herkes, izin alabildikleri sürece ziyaretimize gelebilen HDP’li, CHP’li, TİP’li vekiller, hepsinin varlığı ve desteği buradaki günlerin geçmesini kolaylaştırıyor. Hepsine minnettarım.
Ercan Kesal BirGün’de, hepimize hitaben yazdığı mektupta içeriyle dışarı mektuplaşmasının öneminden söz ediyordu, haklı. Mektup günlerinin (burada Çarşamba ve Cuma) cezaevlerindeki herkes için başka bir manası var.
“Burayı anlatmayı önemli buluyorum”
Bir de kettle yazınız var. Bir kettle nelere kadir dedik tüm ülke olarak. Tüm imkansızlıklar içinde umudun, direnişin, varoluşun simgesi haline geldi neredeyse... Kettle yazısı sonrası neler oldu? Devamı gelecek mi?
Kettle’ın hem “dışarıda”, hem de “içeride” nelere kadir olduğunu görmek hem çok gülümsetti beni hem de bir kez daha hiç de yalnız olmadığımızı fark ettirdi :) Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden kettle ve semaverde yapılan tarifleri anlatan mektuplar almaya başladım, tarif defterim zenginleşiyor. Dışarıdan bize ve buradaki kadınlara kettle armağan etmek isteyenlerden mektuplar aldım, çok tatlı tabi ama imkânsız :) Ama bu birada olma hâli, içerisiyle dışarıyı bir kettle ile bağlayabilmek elbette muazzam :)
Cezaevlerini gündelik hayat üzerinden anlatmak bence çok önemli. Burada bir hayat var “dışarıdayken” benim de pek farkında olmadığım. Bu “hayatı” içeriden dışarıya, dilimi kalemim döndüğünce anlatmayı önemli buluyorum.
“Her söz, her mesaj duvarları aşıp geliyor hapishaneye"
Ve festivaller… Venedik, Cannes, Adana, Ayvalık, Hamburg ve Antalya derken gerek Türkiye gerekse yurt dışından bir çok mesaj geldi. Mektuplarınız okundu, dayanışma mesajlarını paylaştılar. Biz de hem sosyal medyadan hem de medyadan takip ettik hepsini. Neler hissettiniz?
Doğrusunu söylemek gerekirse, insan hem çok mutlu oluyor hem de tuhaf bir mahcubiyet yaşıyor.
Yaptığım iş, mesleğim gereği “görünür” alanlarımız çok, festivaller de bunun en önemli kısımlarından biri. Tutuklandığımızdan beri gerek Türkiye’deki sinema sektörünün gerekse uluslararası film dünyasının dayanışması paha biçilemez.
Her söz, her mesaj duvarları aşıp geliyor hapishaneye. Şunu da söylemek isterim, içinden geçtiğimiz günlerde, Türkiye’de sahneye çıkıp, bizlerle ilgili bir şeyler söylemek hiç de kolay değil.
“Bu riski” alan tanıdık tanımadık bütün meslektaşlarıma minnettarım, var olsunlar. Adana, Ayvalık ve son olarak Antalya Altın Portakal’da iliklerime kadar hissettiğim mesleki dayanışma paha biçilemez.
Ne şahane bir sektörün parçasıyım diye, gözlerim dolu dolu izledim Altın Portakal Ödül Töreni’ni. Üzerinde Cahide Sonku yazan bir ödülü almak da büyük bir onur!
Bakırköy’de de etkisi çok tatlı oldu tabii, koridorda karşılaştığım bir kadın beni tebrik ettikten sonra “Cezaevi’nin ilk Altın Portakal’ı” dedi. Umarım son olur tabii. :)
Bizler, her alanda kendini hissettiren bu baskı ortamına rağmen, filmlerimizi yapmaya, sözümüzü söylemeye devam edeceğiz. Hep öyle oldu, hep öyle olacak.
Ayrıca neden olmasın ki. :)
Bu arada, her ne kadar bir dava odaklı gibi görünse de, adaletsizlik memlekette sadece bizim başımıza gelmedi elbette. Türkiye’nin dört bir yanındaki hapishanelerde delilsiz, yargılamasız, bazen de sahte delillerle tutulan yüzlerce insan var. Bu mesele yedi kişinin meselesi değil.
“Çözüm yok ama neyse ki dayanışma var”
Oradan gündemi takip edebiliyor musunuz? Gündeme dair neler düşünüyorsunuz?
Gündemi ulaşabildiğimiz gazetelerden ve televizyonlardan takip ediyoruz. Bazen de Gülşen’in tutuklanması gibi “hallerde” gündem ayağımıza geliyor. Her gün yeni bir tuhaflığa uyanıyoruz elbette, tıpkı sizin gibi “vatandaşı olmasak çok eğlenceli ülke aslında” diye gülüyoruz, ne yapalım…
Gündemin buraya en ciddi yansıması hem tutuklu ve hükümlüler hem de infaz koruma memurları açısından ekonomik kriz ve derin yoksulluk. Tıpkı dışarıda olduğu gibi burada da sohbetler ikinci dakikada enflasyona, fiyatlara, “bu maaşlarla hayatın nasıl idame ettirileceğine” geliyor.
Çözüm elbette yok ama neyse ki dayanışma var!
“40 metrekarelik bir avlu, 30 metrekarelik ortak alan”
Mücellâ Yapıcı ve Mine Özerden’le aynı koğuştasınız diye biliyorum. Biraz üçünüzün ortak hayatına dair de bilgi paylaşır mısınız?
Buradaki ilk iki buçuk ayımızı hücrede geçirdik. Ben Mücellâ ile, Mine yalnız başına. Dokuz metrekarelik bu hücreler aslında ağırlaştırılmış müebbet alanlar için bile yasada belirtilen standartların gerisinde (mesela kendi havalandırması yok) ama bizler hem tutuklu olmamıza hem de 18 yılla yargılanıyor olmamıza rağmen o hücrelerde kaldık.
Elbette çok zordu. Üç buçuk ayı aşkın bir süredir üç odalı bir koğuşta, Mücellâ ve Mine ile birlikte kalıyoruz. Yaklaşık 40 metrekarelik bir avlumuz ve 30 metrekarelik bir ortak alanımız var.
Günler okuyarak, yazarak, ziyarete gelen avukatlar ve milletvekilleriyle sohbet ederek, gündemi takip etmeye çalışarak ve gündelik rutin içinde, aslına bakarsanız eğlenerek geçiyor.
Cezaevi gündemi diye bir şey de var tabii, onun mahkemesi ne oldu, bunun görüşçüsü geldi mi, berikinin çocuğu çok mu hasta derken günler geçiyor.
Tamamen haksız ve hukuksuz bir şekilde Silivri’de ve Bakırköy’de tutulduğumuzu biliyoruz, bunu hiç unutmuyoruz, unutturmuyoruz.
Bu “haklılık” halinin verdiği rahatlık, zihnimizi daha ziyade içinde olduğumuz ortamı nasıl daha iyi koşulları olan bir yer haline getirebiliriz diye çalışmaya itiyor.
Madem buradayız, bir işe yarayalım, öyle değil mi :)
(EMK)