Bugün Hürriyet'in internet sitesinin manşeti: "Türkiye yazarına sahip çıktı!"...
Sahiden de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Abdullah Gül'ü sevmeyen vatandaşlıktan çıksın" diyeli beri "büyük" medya Bekir Coşkun'a yönelik "dışlayıcı" tavrı açıkça, sertçe hatta içten bir biçimde kabullenmeyeceğini açığa vurdu.
Hakikaten de ürkütücü ve üzücü... Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) madem "bütün kesimleri" kucaklamayacaktı da neden seçimden hemen sonra zafer histerisi içinde "kucaklamayı" vaad etti?
Daha da ürkütücü olan "AKP'nin tabanı" diye tabir edilen kitlenin kim bilir bu sözler üzerine "Bak yahu, ne güzel konuştu adam" diyecek olması... Üstelik artık anlamış olmamız gerekir ki, Erdoğan'ın bu tür çıkışları ona kaybettirmiyor. Kıyametler kopuyor, herkes kınıyor falan ama onun "aurasından" yitirmiyor.
Öte yandan Başbakan'ın Bekir Coşkun'a verdiği tepkiyle, medyanın Başbakan'a karşı çıkışı şaşırtıcı benzerlikler taşıyor. Her İkisi de duygusal, aşırı. İkisi de mesnetsiz görünecek kadar çıkış noktasından uzağa düşüyor ve hakikatin üstünü örtüyor...
Coşkun'u can siperane savunanlar gazetecinin, yazarın "ifade özgürlüğü"nden ve "eleştiri hakkı"ndan söz ediyorlar. Bugüne kadar Türkiye'de o kadar çok yazar "ifade özgürlüğü" bakımından desteklenmeyerek, söylediklerinden ötürü damgalandı ki...
Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Murat Belge, Perihan Mağden, Yıldırım Türker, Hrant Dink ve daha pek çokları bizim yazarımız değil miydi?
Bekir Coşkun bugün "gidecek yerinin iyi' insanların kalbi" olduğunu filan yazdı. Duygulanmış, etkilenmiş... Oysa burada bir duygu seline kapılmak yerine Başbakan'ın tutarsızlığı ve dışlayıcı siyasi, kişisel tavrı üzerine yoğunlaşmak akılcı olmaz mı?
Tıpkı kendisi gibi "kendini ifade ettiği" için dışlanan ve horlanan bütün yazarlara atıfta bulunması beklenmez mi?
Aşırı duygulanmaların, nereden kaynaklandıklarına da bağlı olarak, bizi bazen çok tehlikeli sonuçlara götürdüğü açık. Duygulanımların itici gücünü geçmişle bugün arasında bağ kurmak için seferber etmek daha iyi olmaz mıydı?..
Birçok insan Coşkun'un fikirlerine katıldıkları için, bir tür empati yoluyla ona bunca destek çıktılar. Onu desteklemek ya da "ifade özgürlüğünü" savunmak için fikirlerini paylaşmak da gerekmez...
Gül konusunda olmasa da, memleket meselelerine dair varsayılan bir "çoğunluğun düşüncesine" ortak olan bir yazarın bağrımıza basılması bir yana; geçmişle hesaplaşma gereğini gündeme getiren sözler söyledikleri için yolda yürüyemez hale gelen yazarlarımız için neden o zaman bu histeri krizine kapılmadık?
Tayyip Erdoğan'ın "teşkilat"ına söz söyletmek istemeyen bir şef edasıyla tahammülsüz davranması ne kadar kabul edilemezse bu çifte standart da o kadar kabul edilemez. (NZ)