Türkiye siyasetinde tarihî dönemeçlerin yaşandığı bu günlerde, eski bir tartışma yeniden gündemde: 'Sivil anayasa'.
23 yıldır zaman zaman gündeme gelen bu tartışmaya bu kez yeni bir isim veren, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan oldu. 27 Mayıs 1960 darbesinin yıldönümünde 'anahtar sivil anayasa' ifadesini kullandı; bu amaçla kurduğu 10 kişilik komisyona da bizzat başkanlık edeceğini açıkladı.
Demokratikleşme söylemleri eşliğinde yürütülen bu süreçte, yalnızca Cumhur İttifakı’nın mutabakatıyla hazırlanacak bir metnin yeterli olmayacağının iktidar da farkında. Erdoğan artık yalnızca Meclis’teki diğer partilere çağrı yapmakla yetinmiyor; açıkça “CHP olmazsa bu iş zor” mesajı veriyor. 22 Mayıs’taki “Bütün mesele, CHP de bizlerle anayasa yapma yolculuğuna çıkar mı, çıkmaz mı?” çıkışının ardından gözler ana muhalefete çevrildi.
CHP’nin anayasa konusundaki tavrı ise uzun süredir net: “Bu iktidarla ve mevcut düzende yeni anayasa yapılmaz.”

ESKİ SİYASETLE YENİ ANAYASA MÜMKÜN MÜ?
Eski AYM Raportörü Osman Can: 'Öteki'ni kapsamayan anayasa 50 yıl daha kaybettirir
bianet olarak, yeni anayasa tartışmalarına dair Meclis’teki siyasi partilerle, hak örgütleriyle ve hukukçularla konuşuyoruz. Yeni anayasa tartışmalarından 10. Yargı Paketi’ne kadar uzanan hukuk gündemine ilişkin sorularımızı, CHP Seçim ve Parti Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gül Çiftci yanıtladı.
"Otoriter düzen anayasallaşacak"
Sizce Türkiye'de anayasa değişikliğine ihtiyaç var mı, bu konuda yürütülen tartışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de bugün anayasa değişikliğinden önce tartışılması ve gerçekleştirilmesi gereken asıl mesele, iktidar değişikliğidir. Çünkü mevcut iktidarın anayasa anlayışı; hukuk devleti ilkesinden, kuvvetler ayrılığından ve temel hak ve özgürlüklerden uzak, otoriter bir yönetim biçimini kurumsallaştırmaya yöneliktir. Bu koşullar altında yapılacak herhangi bir anayasa değişikliği, demokratikleşmenin değil, mevcut tek adam rejiminin daha da tahkim edilmesinin aracı olacaktır.
Anayasa, sadece maddelerden oluşan bir metin değil; toplumsal sözleşmedir. Bu sözleşmenin meşru ve kapsayıcı olabilmesi için öncelikle halkın iradesine dayanan bir siyasal iklimin tesisi gerekir. Bugün Türkiye’de yürütme gücünü elinde bulunduran siyasi yapı, anayasal değişiklikleri demokratik bir uzlaşı zemininde değil, çoğunluk gücüne dayalı bir oldubitti anlayışıyla ele almaktadır. Bu durum, anayasa değişikliğini özünden uzaklaştırmakta, bir rejim mühendisliği aracına dönüştürmektedir.
Dolayısıyla Türkiye’de sağlıklı, demokratik ve kapsayıcı bir anayasa yapım süreci için ön koşul, iktidarın değişmesi ve demokratik teamüllere saygılı bir siyasal düzenin yeniden inşasıdır. Gerçek bir anayasal reform, ancak iktidarın değişimiyle birlikte, toplumsal kesimlerin katıldığı, özgürlükçü ve eşitlikçi bir perspektifle mümkündür. Aksi halde yapılacak her değişiklik, yalnızca mevcut otoriter düzenin anayasallaşması anlamına gelir.
"Siyasi tavır değil, ilkesel duruş"
Genel Başkan Özgür Özel de “Erdoğan’la değil anayasa, menemen bile yapmam” sözleriyle de yeniden gündem oldu. CHP, “mevcut Anayasa’ya uymayanlarla yeni anayasa yapılmaz” tavrından geri adım atmıyor. Bu tutum zaman zaman eleştiri de alıyor, siz bunlara nasıl yanıt verirsiniz?
Cumhuriyet Halk Partisi’nin “mevcut Anayasa’ya uymayanlarla yeni anayasa yapılmaz” tavrı, sadece bir siyasi tutum değil; Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin sistematik biçimde yok sayıldığı bir düzlemde söylenmiş ilkesel bir duruştur. Bugün yeni anayasa tartışmalarını başlatanlar, mevcut Anayasa’nın temel ilkelerini – özellikle kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve temel hak ve özgürlükler alanında – açıkça ihlal etmektedir. Bu koşullarda yeni anayasa çağrısı, demokrasiye açılan bir kapı değil, otoriterliği kurumsallaştırma arayışının bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
“Siyasi ömrü uzatma stratejisi”
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesinden bu yana, Türkiye’de anayasa fiilen askıya alınmıştır. Yargı, yürütmenin gölgesine girmiş; TBMM etkisizleştirilmiş; temel hak ve özgürlükler keyfi biçimde sınırlandırılmıştır. Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının tanınmadığı, yürütme yetkisinin kişiselleştiği, denge ve denetleme mekanizmalarının ortadan kalktığı bir düzende “yeni anayasa”dan söz etmek, samimiyet değil; siyasi ömrü uzatmaya yönelik bir stratejidir. Asıl mesele, yalnızca bir anayasa metni hazırlamak değil; o metni uygulayacak demokratik, şeffaf ve hukuka bağlı bir siyasi düzeni inşa etmektir. Aksi halde, adı “yeni” olsa da yapılan her anayasa, halkın değil iktidarın çıkarlarına hizmet eden bir araçtan öteye geçemez.
Sizin mevcut anayasada yetersiz gördüğünüz ve geliştirilmesi gerektiğini düşündüğünüz hususlar neler?
Anayasa’da geliştirilmesi gereken, demokratikleşme ve toplumsal eşitlik açısından güçlendirilmesi elzem olan birçok alan var. Ancak burada temel ayrımı net şekilde koymak gerekiyor: Bizim meselemiz, Anayasa’yı daha özgürlükçü, daha katılımcı ve daha sosyal bir yapıya kavuşturmaktır. Bugünkü Anayasa, özellikle 1982 darbe ruhunun etkilerini hâlâ taşımakta; yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini tam anlamıyla güvence altına almamakta, sosyal devlet ilkesini yeterince hayata geçirememektedir. Biz, hak arama özgürlüğünün, ifade ve basın özgürlüğünün, örgütlenme hakkının ve yargı bağımsızlığının daha güçlü bir biçimde teminat altına alınması gerektiğini savunuyoruz.
"Katılımcı ve eşitlikçi bir anayasa"
Aynı şekilde, kadın hakları, çevre hakkı, gençlerin karar alma süreçlerine katılımı ve yerel yönetimlerin yetki ve kaynak açısından güçlendirilmesi gibi alanlar da, halkçı bir anayasa perspektifiyle yeniden ele alınmalıdır. Anayasa yalnızca devleti değil, toplumu da şekillendirir. Dolayısıyla biz, toplumsal cinsiyet eşitliğinden laikliğe, eğitim hakkından sosyal güvenceye kadar her alanda daha adil, eşitlikçi ve katılımcı bir anayasal düzeni savunuyoruz.
CHP’nin olası iktidarında yeni bir anayasa için süreç nasıl ilerletilirdi? Bugün partinizin iktidara yönelttiği ‘şeffaflık ve belirsizlik’ eleştirileri ile beraber yorumlayabilir misiniz?
Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında Türkiye, yalnızca ekonomik açıdan değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal olarak da nefes alabileceği bir sürece girecektir. Bu normalleşme ve demokratikleşme iklimi, yeni bir anayasa ihtiyacı gündeme geldiğinde sürecin sağlıklı, şeffaf ve katılımcı biçimde yürütülmesinin de önünü açacaktır.
"Anayasa bir iktidar metni değildir"
Bugünkü iktidarın anayasa yapım anlayışı, dar bir çevrenin kontrolünde, şeffaflıktan uzak, toplumsal uzlaşmayı dışlayan bir yöntem üzerine kurulu. Oysa anayasa, bir iktidar metni değil; toplumsal sözleşmedir. CHP iktidarında anayasa süreci; halkın tüm kesimlerinin görüşlerinin alındığı, TBMM’nin etkin rol oynadığı, üniversitelerin, sendikaların, meslek örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının katkı sunduğu geniş katılımlı bir demokratik zemin üzerinde şekillenecektir.
"Umut değil, güvensizlik yarattı"
10. Yargı Paketi uzun zaman iktidar çevresine yakın medya tarafından parlatıldı, büyük vaatler sunuldu. Sizce yeni düzenlemeler ülkedeki ceza ve infaz sorunlarını çözebilecek bir kapsamda mı?
10. Yargı Paketi’ne ilişkin tartışmalar, ne yazık ki artık kamuoyunda umut değil, derin bir güvensizlik yaratıyor. Çünkü bugüne kadar iktidarın getirdiği yargı paketlerinin hiçbiri, temel sorunları çözmek bir yana, yargı sisteminin daha da siyasileşmesini, hukukun keyfiliğe açık hale gelmesini engelleyememiştir.
"Sorunlar ertelenmiştir"
Adalet Bakanlığı tarafından açıklanan her yeni paket, büyük vaatlerle duyurulmuş; ancak ne adil yargılanma hakkının güçlendirilmesi sağlanmış, ne tutukluluk istisna olmaktan çıkarılmış, ne de ifade özgürlüğüne yönelik baskılar sona ermiştir. Denetimli serbestlik, af tartışmaları ve ağır hasta tutuklularla ilgili maddeler her seferinde "iyileştirme" vaadiyle sunulsa da, uygulamada bunlardan çoğunlukla ya iktidara yakın çevreler faydalanmış ya da sorunlar sadece ertelenmiştir.

DEVA Partisi’nden '10. Yargı Paketi' çıkışı: Adalet krizine pansuman yetmez
Bugün cezaevlerinde binlerce hasta mahpus, tedaviye erişememekte; düşüncelerinden, kimliğinden, gazetecilik faaliyetinden veya demokratik muhalefetinden dolayı insanlar yıllardır özgürlüklerinden mahrum bırakılmaktadır. Bu tablo karşısında, yeni bir infaz yasasının gerçekten sorunu çözüp çözmeyeceği değil; mevcut siyasi iklimde kimin için ve neye göre uygulanacağı asıl sorudur.
"Reform değil, vitrin düzenlemesi"
Yargı paketleri ancak; hukuk güvenliğini esas alan, eşitlik ilkesine dayanan, yargıyı bağımsızlaştıran ve temel hakları güvenceye alan bütünlüklü bir reformun parçasıysa anlamlıdır. Aksi takdirde bu paketler, yalnızca vitrin düzenlemesi olur; kamuoyuna "reform" algısı yaratırken, gerçekte hukuksuzluk düzeni devam eder.
Diğer yandan Kürt sorunun demokratik çözümü konusunda CHP yıllarca Meclis'i işaret etti. Bugün tüm partiler çözüm için Meclis'i işaret ediyor. Bu aşamada ana muhalefetten beklenti de büyük, sizce hangi adımlar atılmalı?
Cumhuriyet Halk Partisi olarak, Kürt sorununun demokratik ve kalıcı çözümünün tek meşru adresinin TBMM olduğuna inancımız tamdır. Genel Başkanımız Sayın Özgür Özel’in de defalarca altını çizdiği gibi, bu sorunu çözmenin yolu, gizli kapılar ardında yürütülen pazarlıklar değil; halkın iradesini temsil eden Meclis çatısı altında, şeffaf ve kapsayıcı bir süreçle mümkündür.
"İktidarın sicili sorgulanmalı"
Bugün kamuoyuna yansıyan "gizli anlaşma" ve "anayasa pazarlığı" iddialarının taraflarca yalanlanmış olması elbette önemlidir; ancak asıl mesele, Türkiye’nin bu konuda samimi, açık ve çözüm odaklı bir sürece ne zaman adım atacağıdır. Bu açıdan bakıldığında, Cumhur İttifakı’nın hem bugüne kadarki sicili hem de toplumsal güven yaratma kapasitesi ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Komisyon kurulmasını önerdik, bu yalnızca siyasi aktörlerle sınırlı kalmamalı; akademisyenlerden, hukukçulardan, sivil toplum kuruluşlarından, mağdur temsilcilerinden ve bölge halkının farklı kesimlerinden katkı alarak çalışmalıdır. Böylelikle çözüm, yalnızca “Kürt meselesi”ne değil; demokratikleşme, eşit yurttaşlık, temel haklar ve sosyal adalet alanlarındaki yapısal sorunlara da yanıt verebilecek kapsayıcılığa ulaşır.
Eklemeden geçemeyeceğim; tüm bunlar olurken aynı zamanda belediyelerimize yönelik “kent uzlaşısı” operasyonları iktidarın olmayan samimiyetini daha da derinleştiriyor. Şimdi siz bir yandan süreç başlatıp diğer yandan CHP’li belediyelere kent uzlaşısı operasyonu yaparsanız burada bir ikilik olmadığına dair toplumun hiçbir kesimini ikna edemezsiniz.
"ETA örneğinden ders çıkarılmalı"
İspanya'da ETA sürecinde de Meclis çalışmaları çok büyük rol oynamıştı. Meclis'te yapılan çalışmaların millette karşılık bulması, aslında toplumsal barışın yeni dili nasıl kurulabilir?
İspanya’daki ETA süreci, yalnızca terörün sonlandırılması açısından değil, toplumsal barışın yeniden inşası ve demokratik normalleşme açısından da önemli bir örnektir. Bu süreçte dikkat çeken en önemli unsur; silah bırakma görüşmelerini yürüten siyasi irade ile demokratik reformları hayata geçiren iktidarın farklı olmasıdır. Ancak bu farklılık, süreci kesintiye uğratmamış; çünkü sorunlar net biçimde tanımlanmış, çözüm için gereken ilkesel uzlaşı sağlanmış ve Meclis bu uzlaşının ana taşıyıcısı haline getirilmiştir.
Türkiye açısından da çıkarmamız gereken temel ders budur: Sorunları doğru tanımlamak, çözümün ilk adımıdır. Kürt meselesi gibi derin ve çok katmanlı bir sorunun çözümünde, yalnızca silah bırakmaya indirgenmiş dar bir güvenlik perspektifi değil; kültürel haklar, sosyal eşitlik, hukuki güvenceler ve demokratik katılım gibi boyutları da içeren bütüncül bir anlayışa ihtiyaç vardır.
"Kim çözer değil, nasıl çözülür"
Bu noktada Meclis, yalnızca yasa yapan değil, aynı zamanda toplumsal barışın yeni dilini inşa eden bir kurum haline gelmelidir. Türkiye’de de sorunların taraflarca açık biçimde tespit edildiği ve bu konularda geniş toplumsal mutabakatın sağlandığı bir ortamda, iktidar kimde olursa olsun bu süreçler sürdürülebilir hale gelir. Çünkü mesele artık bir siyasi iktidarın değil, devletin ve toplumun ortak sorumluluğu halini alır. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz, demokratikleşmeyi yalnızca bir siyasi tercihten ibaret görmüyor; toplumsal barışın zorunlu zemini olarak değerlendiriyoruz. Bu nedenle meseleye “kim çözer” sorusuyla değil, “nasıl çözeriz” anlayışıyla yaklaşıyoruz. Ve inanıyoruz ki, şeffaf, katılımcı, evrensel hukuk ilkelerine dayalı bir süreç, toplumun tüm kesimlerinde karşılık bulur ve köklü bir normalleşmenin önünü açar.
(AB)