Bugün 5 Haziran Dünya Çevre Günü.
İsveç’in Stockholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı'nda alınan bir kararla, 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü 1974’ten beri kutlanıyor.
Bu yılın konusu “İnsanların Doğayla Bağ Kurması”. Bu konu seçilirken bize doğaya karışmayı, onun güzelliğini ve önemini kavrarken korunması gerektiğini de hatırlatmak amaçlanıyor.
Biz de ulaşabildiğimiz yazar ve uzmanlardan doğaya karışırken okuyabileceğiniz kitaplar önermelerini istedik. Bizi kırmadılar. Kendi seçtikleri bazısı inceleme-araştırma bazısı edebiyat alanından birer kitap önerdiler.
Büyük kentlerde her ne kadar zor olsa da bulabildiğiniz bir yeşillikte keyifli okumalar diliyoruz.
Buket Uzuner'den
Ekoköyler
Dünyanın dört bir yanında ve ülkemizde "ekoköy"ler kuruldu. "Ekoköyler"i bir takım canı sıkılmış, şımarık insanın geçici hevesi olarak küçümseyenler dahi artık işin ciddiyetini kabul etti.
Gereksiz ve fazla tüketimden, sürdürülebilir ve yenilebilir enerjiye, GDO'lu gıdaların sağlığa zararlarından, yeniden bir arada ve paylaşarak tarım yaşamına dönüşün modern yaşamın reddi olmadığına kadar birçok kavramı yeniden düşünmemize yol açan bu köyleri Karen Litfin yazmış. Aynı adlı kitaplardan farklı olarak burada hem başka bir yaşam biçiminin hayal olmadığı hem de bizim o insanlardan neler öğreneceğimiz konularına da değiniyor.
* Ekoköyler: Sürüdürülebilir Bir Toplum için Dersler, Karen L. Litfin, ALFA, 2017, 288 sayfa.
Melda Onur'dan
Ekolojik Bir Topluma Doğru
Siyasette ya da sivil toplumda karşımdaki kişiye “çevre” konusunun önemini anlatmaya çalışırken şu bakış açısıyla yola çıkarım: Çevre bir politika değildir, çevre sizin bütün politikalarınızın üzerine otuduğu bir temeldir, temel taştır. Aslında burada kastettiğimiz hep, her konuya “ekolojik” yaklaşımdır.
Bir ekoanarşist olarak tanımlayabileceğimiz Murray Bookchin'in “Doğayı tahakküm altına alan ve toplumu düzene koyan hiyerarşinin ortadan kaldırılması” gerekir gibi yaklaşımlarını bazı okuyucu aşırı bulabilir ama kitap her konuya ekolojik bakış açısı sunarak doğayı, kadınla, kadınla anti-nükleer hareketleri harmanlar.
Olgulara bakışı bütüncüllük içerir ve bu bütüncüllüğü korumayanları “idareci radikaller” diye itham eder. Kitabın 62. sayfasında ekoloji ve çevre terimlerini anlatır ve “çevrecilik” teriminin ekolojik sorunlarla başa çıkmada bizi yanılttığını söyler. Bu bakış açısıyla. Ekolojinin daha geniş kavrayışından “çevreciliğin” ise bir tahakkümü kabullenişinden doğru yürür.
Ekolojiyi hep “Toplumsal Ekoloji” olarak alan Bookchin, bu ifadenin içerisine, tam da olması gerektiği gibi ekolojik döngüdeki rolü tahakküm ile doğasından koparılmak istenen bütün varlıkları sokar. Kitabın 76. sayfasında şöyle tanımlar: “... doğa üzerinde tahakküm kavramının insanın insan üzerinde, hatta erkeğin kadın, yaşlıların gençler, bir etnik grubun diğeri, devletin toplum, bürokrasinin birey, bir sınıfın diğer sınıflar ve sömürgeci güçlerin sömürge halklar üzerinde tahakkümünden kaynaklandığına inanıyorum. Benim düşünceme göre, toplumsal ekoloji özgürlük arayışını sadece fabrikada değil, aile içinde de, sadece ekonomide değil, psişede, sadece maddi yaşam koşullarında değil, tinsel koşullarda da sürdürmelidir.”
Kitapta enerjiye, teknolojiye, özyönetime, kent planlamasına çevreci değil ekolojik bakış açısı getirir. Aradaki küçükmüş gibi görünen farkı bir karşıt haline getirir.
* Ekolojik Bir Topluma Doğru, Murray Bookchin, Sümer Yayıncılık, İstanbul, 2014, 400 sayfa.
Defne Koryürek'ten
İnadına Canlı: Kadınlar, Ekoloji ve Hayatta Kalma
Dr. Vandana Shiva 'ekofeminizm'in öncü kadınlarından, insan hakları, ekoloji ve gıda egemenliği konularındaki hizmetleri sebebiyle birçok ödülün sahibi ve fizik doktorası olan bir akademisyen.
Bir dönem Slow Food International'da Carlo Petrini ile birlikte de çalıştı ve paralelinde Hindistan'da, bir tohum hareketi olan, gıda egemenliğini savunan Navdanya'yı kurdu.
Bilmiyorum yılın kaç gününü havada, uçakta geçiriyor, ancak verdiği konuşmalar, katıldığı sempozyumların hemen her biri ilham verici ve kitap yazmaktan da geri kalmıyor, tüm bu yoğun tempo içerisinde. Sözün kısası, zehir gibi bir kadın.
Kitapları arasından özellikle "İnadına Canlı"yı seçtim; zira bu kitapta kalkınma denilen ve aslında fevkalade çarpık bir yapılanmayı tarif eden sistemin tarihsel bir değerlendirmesini sunmanın yanı sıra kadınların bu yıkıcı sistemde yaşamsal bilgiyi koruyarak varolabileceklerine, yarını inşa edebileceklerine ve bunu yaparken iyileştirebileceklerine bu dünyayı, kuvvetlendirebileceklerine ilişkin okuması kolay, net ve cesaret aşılayan bir görüş sunuyor. Bu bir kutsal kitap değil ancak zeki, farkında, mücadeleci ve pek talepkar bir kadının, Shiva'nın gözünden bugünü, durduğumuz yeri ve yarının gereklerini okumak neredeyse şakra açıcı bir etkiye sahip.
* İnadına Canlı, Dr. Vandana Shiva, Sinek Sekiz Yayınevi, İstanbul, 2014, 324 sayfa.
Ömer Madra'dan
İnsan neden vegan olur?
Önce sağlık: II. Dünya Savaşı sonundan günümüze uzanan 70 yıllık dönemi kapsayan bilimsel araştırmaların ezici çoğunluğu, sırf bitkisel temelli (ve işlenmemiş) gıdalarla beslenme biçiminin insan sağlığı açısından en doğru yol olduğunu net biçimde ortaya koyuyor. Yaygın medyada hemen hemen hiç dile getirilmese de, bu net bir bilimsel gerçeklik olarak ortaya çıkmış durumda.
Sonra gezegenin sağlığı: Dünya Bankası raporları dahi gösteriyor ki, sırf besi hayvanları, yem- taşımacılık-atık-yellenme vb sebepleri ile küresel ısınmaya yol açan sera gazı salımlarının yüzde 51’inden sorumlu!
Chris Hedges şöyle yazıyor: “Türlerin yokolması, tatlı suların kirlenmesi, okyanusların ölü bölgelerle dolması ve doğal ortamların mahvolması olgularının ana sebebi hayvansal tarım olunca, ekosistemin ölüm sarmalı da gitgide belirginleşince vegan olmak, gezegeni ve canlı türlerini kurtarmak için derhal girişebileceğimiz en önemli ve doğrudan değişim eylemi...”
Bir de “ahlakî şizofreni” meselemiz var: Gary Francione ve Anna Charlton şöyle yazıyorlar:
“... Bir yandan bazı hayvanları ailemizin birer üyesi olarak görürken, bir yandan da başka hayvanların etine çatal saplamak [...] bir yandan şiddeti, acıyı, işkenceyi ve ölümü gündelik hayatımızın bir parçası haline getirmişken, bir yandan da barışı savunuyormuş gibi yapmak...”
Özetlersek: Vegan beslenme tarzını benimsemek ve sürdürmek için 3 temel sebebimiz olduğu söylenebilir: 1) Sağlık 2) Gezegenin sağlığı 3) Etik
İki hukuk felsefecisi akademisyenin, Francione ve Charlton’un yukarıda alıntı yaptığımız “vicdani rehber” niteliğindeki küçük kitabı "İnsan Neden Vegan olur?" hepimizin sorumluluktan kaçmak için her Allah’ın günü tekrar tekrar öne sürdüğü gerekçelerin tümünü tek tek “kategorize ediyor” ve hepsini ustaca çürütüyor.
Sonuç: Yine Hedges’in dediği gibi: “İleride bizi nelerin beklediğini biliyorsak eğer, veganlıktan başka hiçbir seçeneğimiz olmadığını görürüz.”
* "İnsan Neden Vegan Olur? – Hayvan Kullanımı Tartışmasına Bir Giriş", Gary L. Francione ile Anna Charlton, çev.: Cansen Mavituna, Metropolis, İstanbul, 2016, 135 sayfa.
Ümit Şahin'den
Dünyanın Yeşil Tarihi
Eğer hayatınızda çevreyle ilgili tek bir kitap okuyacaksanız, size Clive Ponting’in Dünyanın Yeşil Tarihi’ni okumanızı tavsiye edeceğim. Yayınlanmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen Ponting’in kitabının alanında hâlâ rakipsiz olmasının sırrı, basit bir çevre ya da tarih anlatısının ötesine geçmesinde ve insanlık tarihini, insanın doğaya müdahalesinin yoğunlaşmasının tarihi olarak başarıyla resmetmesinde yatıyor.
Uygarlığı ateşin bulunmasıyla (insanın doğaya büyük çaplı müdahalesinin sembolü ile) başlatan Prometeci, Batı/erkek/ilerleme merkezli tarih anlatısında esamisi okunmayan doğa tahribatı, yeşil tarihin temelini oluşturuyor. Doğanın Batı’nın “keşifler çağı” dediği sömürgecilik döneminde (ya da kapitalizmin erken evrelerinde) hızlanan yağması ve türlere yönelik soykırım, sanayileşmeyle birlikte artan kimyasal ve nihayet radyoaktif kirlilikle birleşerek bir ekolojik kriz halini alır ve küreselleşir.
Beş yüzyıldan daha kısa süren bu sürecin temel niteliği yüzyıllar ve daha sonra da yıllar geçtikçe giderek hızlanması ve kendi kendini büyüten bir sarmala dönüşmesidir. İklim değişikliği de bu krizin en son ve en uç noktasını oluşturur. Yeşil düşünürlerin çoğu için bu tarihsel akış ilerlemenin ve gelişmenin değil, yozlaşmanın ve çöküşün tarihidir. Ekoloji düşüncesinde insan-doğa ilişkisinin bozulması, tahakküm ilişkileri ve toplumsal-ekonomik dönüşümün etkileri düzleminde anlatılan bu süreç, Ponting’in uzun, ayrıntılı araştırmalara ve bulgulara dayanan kitabında bir maddi tarih anlatısına dönüşmüştür. Doğa bir kaynak havuzuna dönüştürülür ve bu “kaynaklar” tüketilirken atmosfer, okyanuslar ve toprak bir atık deposuna çevrilir. İnsan uygarlığının “gelişmesi” diğer türlerin ve doğanın yok olması pahasınadır. Soykırıma uğrayan sadece işgale uğrayan topraklardaki halklar değil, bütün yeryüzündeki bitki ve hayvan türleridir. Son dönemde Antroposen olarak vaftiz edilen bu çağın hikayesini yeşil bir bakış açısıyla ilk kez derli toplu ve dopdolu bir kitap haline getiren Clive Ponting, Türkçe’ye çevrilen diğer bir kitabında (Yeni Bir Bakış Açısıyla Dünya Tarihi, Alfa Yayıncılık, 2016) Batı merkezcilikten uzaklaştırmaya çalıştığı dünya tarihi yazımını, bu kitapta insan merkezcilikten de koparmayı başarmıştır.
* Dünyanın Yeşil Tarihi: Çevre ve Büyük Uygarlıkların Çöküşü, Clive Ponting, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2000.
Müge İplikçi'den
Ormanda Ölüm Yokmuş
Doğa sevgisi dendiğinde aklıma ilk gelenler, ağaçlar, denizler, gökyüzü; ama bir o kadar da kendi içimizde taşıdığımız ağaç, deniz ve gökyüzünün varlığı da. Kendisiyle tanışmayan, tanıştıktan sonra da yine kendisiyle barışmayan insan doğayla nasıl barışır sorusu çok önemsediğim bir soru.
Latife Tekin'in Ormanda Ölüm Yokmuş kitabı, bu izlekte takip ettiğim bir metin sunar biz okurlara: biribirine aşık iki insanın acı ve rüyaları aracılığıyla tanık olduklarımız, insanın kendi doğasından nasıl da kopartıldığını aktarır.
Doğanın eksikliğinin bu paydada ne kadar etkili olduğu da ortadadır. Doğadan uzak olmak demek, kendi doğamızdan da uzak olmak demektir aslında. Kendimize yabancılaşmanın en temel basamağı, belki de. 21. yüzyılın bu kadar sert geçiyor olmasını buna bağlıyorum. İnsanlar aşıkken bile ne kadar yalnız. Birbirlerini sevdiklerini söylerken bile ne kadar sevgisiz... Bu yüzden doğa katliamı bu kadar yoğun yaşanıyor gibi geliyor bana. Öğrenmemiz gereken hiçbir şeyi öğrenmediğimiz, öğrenemediğimiz için bu hallerdeyiz. Sevgiyi bilmiyoruz, değişimi bilmiyoruz, eskinin ne olduğunu bilmediğimiz için yeninin de ne anlama geldiğini anlamıyoruz. Bol bol korku var içimizde; endişeler, sıkıntılar, savrulmalar... Tutsaklıklarımıızn nedeni de bu sanki. Gölgemizden korkmamız.Kitabın kahramanları Emin ve Yasemin'den öğrenecek çok şey var...
* Ormanda Ölüm Yokmuş, Latife Tekin, İletişim Yayınları, 2016, 184 sayfa
Şeyhmus Diken'den
Yaşar Kemal'in edebiyatında doğa
Yaşar Kemal'in; "Bu Bir Çağrıdır” kitabının en az beş yerinde yer alır o tuhaf muktedir sözü; “Biz bu ülkenin bir tek çakıltaşını dahi kimselere vermeyiz”.
Haklı olarak sorar Yaşar Kemal, iyi tamam vermezsiniz, hoş zaten isteyen de yok. Ama be birader bu güzelim ülkeyi “Çorak yurda çevirdiniz” haberiniz var mı? Hâlbuki “binbir çiçekli bahçe” idi, her dalından yemişler fışkıran. Seksen senelik ret ve inkârla bezenmiş kartkurt politikalarınızla virane baykuş yurduna çevirdiniz ülkeyi. Daha ne tutturmuşsunuz “çakıltaşını”…
Herkesler bilir ki o "çakıltaşı" denen taş parçası doğanın belki de en "kıymetsiz"idir. Buna rağmen vazgeçilmezdir.
Bütün kitaplarında vardır bu doğayla içiçelik, haşır neşirlik. Öylesine anlatır kî İnce Memed'de çalı dikenini sayfalarca! Sarıp sarmalayıp o çalı dikeninin böğrüne giresiniz gelir...
Kimi kez çok uzun cümleler yaptığını yazdığını söylerler. Dikkatle okunursa bütün uzun cümleler doğayla ilgilidir onun edebiyatında. Denizi tarif eden dil, atın şahlanışı için kullanılan dile doğal olarak benzemez. "Dilin, ritmi, uyumu, müziği, doğaya olan başkaldırışı, sevinç haykırışını, çılgınlığı vermeli. Doğanın ritmi değiştikçe yaşamın ritmi de değişir…” der doğanın kendine has dilini anlatırken. Doğa bir manzara, bir süs değil. Doğa, insanın canı, kanıdır Yaşar Kemal'in edebiyatında...
Doğanın hoyratça yağmalanmasına karşı bir öfke gösterilecekse, bunu en başta edebiyatçılar tüm güçleriyle yapmalıdırlar sözünü her ortamda vurgular.
Van denizine (Vanlılar göl demez), üstünde ağan görkemli dağa, selam ederken uzaklardan! O dağ, aslında cansız bir varlık değil bir kişiliktir adeta. Çukurova'nın dağı, ovası, bayırı, çayırı, akarsuyu da öyle.
İster İnce Memed dörtlemesinde olsun, Dağın Öte Yüzü, Kimsecik, Akça Sazın Ağaları, Deniz Küstü ya da Bir Ada Hikâyesi dörtlemelerinde olsun anlatılan tabiatın insana değen yüzüdür. Bu sebeple Yaşar Kemal'in okuru doğa'yı tahrip etmez, onun bağrında yaşamayı seçer...
Seray Şahiner'den
Bir çiçeği muhatap almak
Bazen iyilik, kimi muhatap seçtiğinle, kimi koruduğunla alakalı. Küçük Prens, günde 42 kez gün batımı yaşanan küçücük gezegeninde, bütün varlıklarla ilgileniyor. Yanardağları süpürüyor, yıldızlara bakıyor, üzgünse bunu günbatımını izleyerek bakarak daha anlamlı kılıyor ve gezegeninde kendiliğinden sürgün veren bir çiçek yetişmesiyle birlikte bütün dikkatini ona yöneltiyor. Ona hayranlıkla bakıyor, rüzgârdan sakınmak için paravan, diğer canlılardan korumak için fanus arıyor. Onunla konuşuyor. Bir çiçeği muhatap alıyor. Nazını çekiyor. Tüm evreni o çiçek üzerinden tanımlıyor.
Yolculuğu esnasında gördüklerini şöyle anlatıyor Küçük Prens: "Bir gezegen görmüştüm, kırmızı suratlı biri yaşıyordu orda. Bir kerecik olsun çiçek koklamamış, hiç yıldız görmemiş, sayıları toplamaktan başka bir şey yapmamış hayatında. Yine de bütün gün senin gibi önemli bir adamım ben, ciddi bir adamım der dururdu, gururundan yanına varılmazdı. Ama adam değil, mantarın tekiydi."
Bir çiçeğe, bir ağaca dikkatle bakmayı bilenler, güneşin batımını, yıldızları izleyenler; yıldızlara hiç bakmadığından gözünün feri sönmüş, dünyayı rakamlar silsilesi olarak görenler karşısında yan yana durduklarımız... Küçük Prens bizim tüm canlıların yaşam hakkını birlikte savunduğumuz yol arkadaşımızdır.
* Antoine de Saint - Exupéry, Küçük Prens, Çev. Cemal Süreya- Tomris Uyar, Can Yayınları
Onur Caymaz'dan
Çiçektepe Gudutepe
Berci Kristin’in sihirli mekânı İstanbul. Yirmi beş liraya su satılan restoranların bulunduğu “alışveriş ve yaşam merkezlerinin” üç beş alt sokağında, beş paralık süt alamayan çocukları hatırlatır bize. Çiçektepe.
Bir resmi geçittir Çöp Masalları. Kirlenen ve yoksulluğun eşiğinde bir şehir, bunca sert ve sihirli anlatılmamış olabilir edebiyatımızda. Sihirli ve sert. Özelliği, bu ikisini bir arada barındırmasıdır. Orada kimse kahraman değildir. Hz Musa’nın denizi ayırma kahramanlığından yaşlı bir kadını baltalayan Raskolnilkof’un kahraman olarak ele alındığı dünyanın sonuna gelindiğinde, karşımıza çıkan distopya semtidir romanın mekânı...
Her kahraman bir sayfa görünür çekilir romanda. Kondularda çünkü, o pisliğin, çöpün, yaşanmazlığın içinde, fabrikaların iksire benzetilmiş zehirli atıklarının arasında kimse uzun uzadıya sürdüremez varlığını. Misal baraj inşaatında çalışırken kaza geçirip de iki gözü kör olmuş, bastonuyla şifa dağıtan modern zamanların şamanı sayılabilecek Güllü Baba’yı anarım burada.
Dünya Çevre Günü’nde bir kitap tavsiye etmek gerekirse, aklıma, şehrin bunca yaşanmaz olduğu bir dönemde, Berci Kristin geliyor önce...* Berci Kristin Çöp Masalları, Latife Tekin, İletişim Yayınları, 2017, 143 sayfa (NV)