Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Doç. Dr. Ceren Sözeri'nin Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
2004 Yılından beri Galatasaray Üniversitesi’nde görev yapmaktayım. Araştırma alanlarım ve ders verdiğim konular Türkiye’de medya sahipliği, medya politikaları, medyada ayrımcılık, nefret söylemi, ifade özgürlüğü ve onunla bağlantılı bir hak olan basın özgürlüğüdür. Bu nedenle nelerin ifade özgürlüğü alanına girdiği konusunda uluslararası sözleşmeleri, yasal düzenlemeleri, ilgili yargı kararlarını takip ederim, kendimi temel bir insan hakkı olan ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü savunucusu olarak tanımlarım.
11 Ocak 2016 tarihinde kamuoyuna açıklanan ve imzamın yer aldığı “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin tüm uluslararası ve ulusal düzenlemeler kapsamında ifade özgürlüğüne girdiğine dair hiçbir şüphem bulunmamaktadır. Zaten Emniyet’te vermiş olduğum ifade de bunu belirttim.
2014 yılında kısmen yasal bir zemine kavuşturulan çözüm sürecinde atılan adımları bir vatandaş olarak desteklediğimi, türlü engellemelere rağmen sürdürüldüğü ölçüde toplumsal barışın sağlanması için umutlandığımı belirtmek isterim. Kişisel olarak her türlü şiddetin karşısında olan bir insanım. Bugüne dek şiddeti öven hiçbir eylemin destekçisi olmadım. Davaya konu olan bildiriyi de yeniden başlayan şiddetin sona ermesi, çözüm sürecine geri dönülmesi umuduyla imzaladım.
Soruşturma Savcısı Bese Hozat’ın “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın” ifadesini bizlere yönelik bir talimat olarak değerlendirmiş ve hiçbir delil sunmadan bu talimata uyduğumuzu iddia etmiştir. Öncelikle bunca yıldır bağımsız kimliğini koruyan bir akademisyen olarak bir yerden talimat alarak harekete geçtiğim iddiasını şahsıma yönelik hakaret kabul ediyorum. İmzalamış olduğum metinde “öz yönetimlere sahip çıkma” çağrısı yapan hiçbir ifade bulunmamaktadır. Savcı niyet okuma yoluyla bizi suçla ilişkilendirmeye çalışmıştır.
“Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzaladığımız 11 Ocak 2016 tarihinde evinin kapısının önünde vurularak öldürülen ve ailesinin cansız bedenini buzdolabında sakladığı 10 yaşındaki Cemile Çağırga’dan da, Taybet İnan'dan da ve başka sivil ölümlerden de medya sayesinde haberdardık.
Kaldı ki Şubat 2017’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) tarafından yayınlanan Temmuz 2015- Aralık 2016 dönemini içeren “Türkiye’nin güneydoğusundaki insan hakları durumuna ilişkin rapor”da aşırı güç kullanımı; öldürme; zorla kaybedilme; işkence; konutların ve kültürel mirasın yok edilmesi; nefrete teşvik; acil tıp hizmetleri, gıda, su ve geçim kaynaklarına erişimin engellenmesi; kadına karşı şiddet; ve düşünce ve ifade özgürlüğü ile siyasi katılım haklarının ciddi ölçüde kısıtlanmasına dair sayısız tespitinin yapıldığı ifade edilmekteydi.
Ayrıca aynı yıl Avrupa Konseyi’nin 2016 Türkiye İlerleme Raporu’nda da “Bazı illerde savaş benzeri koşullar hâkimdir. İnsan haklarının sistematik ve ciddi biçimde ihlal edildiği yaygın olarak kaydedilmiştir. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı yerlerde ülke içinde yerinden olmuş nüfusun geldiği nokta ve bu bölgelerdeki temel hizmetlere erişim eksikliği de önemli bir endişe kaynağıdır” ifadesi yer almaktadır.
Bildirinin muhatabı içeriğinde açıkça belirtildiği üzere, başta hükümet olmak üzere, tüm siyasi partilerdir. Çünkü siyasetçiler topluma refah, barış, huzur ve güvenlik sağlayacakları taahhüdü ile vatandaşlardan oy istemektedirler. Ben bir vatandaş olarak eleştiri hakkımı kullandım, hatta Soruşturma Savcısı’nın deyimiyle “bilimsel çalışmalar yapmam ve fikirlerimin dikkate alınacağı” ümidiyle hareket ettim.
Savcı’nın imzaladığımız metni örgüt bildirilerine benzetmesi tamamen niyet okuma girişimidir. Ben hiçbir benzerlik görmüyorum. Kaldı ki terör örgütü propagandası yapmak suçu Türkiye’nin geçmiş yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılandığı ve tazminat ödemeye mahkum olduğu kararlar ve diğer AİHM içtihatları dikkate alınarak 2013 yılında Terörle Mücadele Kanunu’nda değiştirilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin şiddeti teşvik edici nitelikte olmayan açıklamaları ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirdiği kararlarından yola çıkarak maddenin ikinci fıkrasında yer alan suçun unsurları yeniden belirlenmiş maddeye "cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde" ibaresi eklenmiştir.
İfade ve basın özgürlüğünün yargılandığı davaların iddianamelerinde sıkça atıf yapılan Prof.Dr. Ersan Şen’in de altını çizdiği üzere İHAM net bir “terör” tanımı vermemekle birlikte; şiddet çağrısı ve terör propagandası konulu başvuruları; kendi içtihadında geliştirmiş olduğu ölçütler ışığında incelemekte ve kamu makamlarının müdahalesine uğrayan ifadeye, “şiddet çağrısı”, “silahlı ayaklanma çağrısı”, “isyan çağrısı” içerip içermediğini, ifadenin “derin ve mantıkdışı bir kini aşılayarak şiddetin artmasına yol açacak nitelikte olup olmadığı”, “kişilerin ismi belirtilerek fiziksel bütünlüklerine zarar verme ihtimali oluşturan bir ifade özelliği taşıyıp taşımadığı” yönlerinden bakmaktadır.
Soruşturma Savcısı dünyanın çeşitli yerlerinde terör yöntemine başvuran örgütler üzerinden örnekler vermiş. İspanya’nın da adı geçtiği için bu bağlamda mahkemenize Castells İspanya’ya Karşı davasını hatırlatmak isterim.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1992 yılında Senatör Manuel Castells’in Bask bölgesinde işlenen cinayetlerin ardında “Sadece Hükümet, Hükümet Partisi ve onların adamları olabilir” ifadesini ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiş, hükümeti aşağılamak suçundan açılan ceza davasını haksız bulmuştur. Mahkeme kararında 1976 Handyside Birleşik Krallık’a karşı kararına atıfta bulunmuştur.
Mahkeme, 10. maddenin birinci fıkrasında tanınan ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun esaslı temellerinden birini oluşturduğunu ve toplumun gelişmesi için temel koşullardan biri olduğunu hatırlamaktadır. İfade özgürlüğü, 10. maddenin ikinci fıkrasına tabi olarak, sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız görülen veya ilgilenmeye değmez bulunan "haber" ve "düşünceler" için değil; fakat aynı zamanda aleyhte olan, çarpıcı gelen ve rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır.
Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleridir; bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz” ifadesini kullanmıştır. Mahkeme aynı kararında “Hükümeti eleştirmenin hoş görülebilir sınırları, şahısları ve hatta politikacıları eleştiri sınırından daha geniştir.
Demokratik bir sistemde Hükümetin eylemleri ve ihmalleri, sadece yasama ve yargılama organlarının değil, basının ve kamuoyunun da yakından incelemesine tabidir. Dahası, Hükümetin işgal ettiği üstün mevki, özellikle muhaliflerinin veya medyanın haksız saldırılarını ve eleştirilerini karşılamak için başka araçları kullanabileceği durumlarda ceza davasına başvurmada kendisini sınırlı görmesini gerektirir.” tespitini de yapmıştır.
Soruşturma Savcısı’nın da tespit edemediği üzere “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinde şiddeti teşvik eden, silahlı ayaklanma çağrısı, isyan çağrısı, terör yöntemlerini övücü hiçbir ifade bulunmamaktadır. Metin tamamıyla bir barış çağrısıdır. Metin içinde yalnızca hükümete yönelik eleştiri barındırmaktadır, bu da gerek uluslararası sözleşmeler gerekse Türkiye’deki yasal düzenlemeler çerçevesinde ifade özgürlüğü kapsamındadır ve temel bir insan hakkıdır. Kanunda tanımlanmamış bir suç sebebiyle yargılanıyorum. Bu nedenle derhal beraatımı talep ediyorum. (CS/BK)