Cemil Kavukçu ile tanışmam Sözcükler dergisine yazdığı öyküleri okumamla başladı. Sözcükler dergisini alma nedenlerimden de biriydi ayrıca bu öyküler. Her yeni sayıda acaba bu sefer nasıl bir öykü yazacak merakı içerisinde yaşamın getirdiği zorunluluklar içerisinde ilerlerken Cemil Kavukçu benim için' durup dinlenme noktalarından biri' de olmuştu.
Her zaman olduğu gibi takıntılı bir şekilde kitapçıları dolaşırken, Cemil Kavukçu'nun yeni öykü kitabı “Maviye Boyanmış Sular”ı görür görmez kitabı elime aldım ve yavaşça karıştırmaya başladım. Kitabın sunu bölümünün öykülerden daha çok ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Öyküleri bu sunu bölümünü atlayarak okumak da pek keyifli olmayabilir. Öykülerin rehberi çünkü bu sunu metni. Yol haritası. Söyleşi yapma isteğim yalnızca Cemil Kavukçu'nun sevdiğim bir yazar olması değil. Kitabın gerçekten kolay mı, zor mu olduğunu da kendime ispatlamak istedim. “Gerçekten okuduklarımı doğru anlamış mıyım?”, “Bu deniz hayatı bu kadar da zor mu?” sorularını kafamda biriktirdikten sonra sorularımı hazırladım.
Livaneli'nin “Gökkuşağı Gönder Bana” albümünde yer alan “Bir Yelkenlim Olsaydı”nın şu sözlerini de zihnimde tutarak, biraz da olsa kara yaşamının zorluklarından ve saçmalığından uzaklaşarak, denizlerin içinde savrularak...
“Bir yelkenlim olsaydı, karışsaydım dalgalara / Çağırsaydı sirenler beni, o bilinmez kayalıklara / Ama yok yok yok, bu denizler yok / Hayalinde yolculuklar, mümkün değil bu kaçışlar / Şehirler bırakmaz, bırakmaz seni / İşitilmez yakarışlar…”
Kitabın sunu kısmında değişik zamanlarda yazdığım deniz öykülerimin bir arada olmasını çok istiyordum diyorsunuz. Neden dağınık haldeki o öyküler bir araya geldiler?
Sorunuzun içinde cevap da var aslında. Denizle ilgili "Gemide" başlıklı ilk öyküm 1987 yılında yayımlanan “Patika” kitabında yer almıştı. Aradan geçen yirmi yıla yakın zaman diliminde de değişik kitaplarımda on iki deniz konulu öyküm var. Sonuçta dağınıktılar ve o kitapların içinde üvey öyküler gibi duruyorlardı. Bir arada olmalarının tematik bütünlük açısından da anlamlı olacağını düşündürdü bana. Ama tedirgin olduğum durum şuydu: önceki kitaplarında yer alan öykülerinden bir seçki yapıp yeni bir kitapmış gibi okura sunmak ne kadar etikti? Bunun iyi anlaşılması için hem arka kapakta belirtilmesini istedim, hem de neden buna gereksinim duyduğumu anlatmak için kitabın başına bir ‘sunu’ yazdım.
Hem kitabın sunusunda hem de öykülerinizde sıklıkla geçen bir cümle var: “Deniz, denize dayanabilenlerin işidir.” Deniz neden zordur?
Burada “iş” sözcüğü öne çıkıyor. Denizi kıyıdan izlemek, sandalla balığa çıkmak, şehir hatları vapuruna binmek ya da gemi turlarına katılmak, denize dışarıdan bakmaktır. Tanımak için onun yalnız şirin değil, her türlü yüzünü görmek, içli dışlı olmak gerekir. Denizden geçimini sağlayan, özellikle de uzun yol gemicilerinin işi gerçekten zordur. Denize açıldıktan bir süre sonra zaman yavaş yavaş silinmeye başlar; günlerin, hatta saatlerin önemi kalmaz. Toprakla temas olmadığı için beden de statik elektrik birikmeye başlar. Yeterince hareket etmediğin için metabolizman tembelleşir. Bunlar fiziksel koşullar. Bir de insanlardan, yakınlarından, sevdiklerinden, ailenden koparsın. Deniz bu yüzden zordur.
Gemide isimli öykünüzde bir tutsaklık kavramına yer veriyorsunuz. Deniz yolculukları, gemi adamları ne kadar tutsak, ne kadar özgürdür?
O öyküde sözünü ettiğim, gerçek anlamda bir tutsaklık; öykü kişisinin kapatıldığı mekân mürettebatın bulunmadığı, yaşamın gerçeğiyle örtüşmeyen bir gemi. Zorunlu da olsa deniz yolculukları tutsaklıkla örtüşmez, çünkü istenerek çıkılmış yolculuklardır bunlar ve bir süre sonra limana ayak basacaklardır. Gemi adamlarına gelecek olursak, hiç kimse tutsak olduğunu düşünmez, çünkü işleri odur. Bunu bir tutsaklık olarak görenlerinse denizle işleri olamaz. Sonuçta deniz, denize dayanabilenlerin işidir.
Eyyup isimli öykü garip olduğu kadar da üzücü. “Şimdi düşünüyorum da, bizleri için hiç önemli olmayan küçük şeyler, bir yaşamı nasıl da alt üst edebiliyor,” diyorsunuz. Denizde insanın güç aldığı ya da almak istediği şey nedir? Denizlerin üstünde insanlar neye sığınmak isterler kendi dünyalarında?
“Eyyup”ta anlattığım olayı geminin üçüncü kaptanından dinlemiştim. Bu hikâyeyi öyküye dönüşürken başta kişinin adı olmak üzere birçok şeyi değiştirdim. Üçüncü kaptan için anlattığı olay ne garipti ne de üzücü. Eğlenceliydi, yalnızca gülünürdü. Bunu bir acımasızlık olarak da görmemek gerek. Denizde insanların kendilerinden başka güç alacakları başka kaynak yok diye düşünüyorum.
Kitabın sunu bölümünde de vurguladığınız denizcilerin şakalarından bahsedelim biraz da. Sunu da anlattığınız ağır bir şaka var. Denizcilerin mizah anlayışı nasıldır? Bu kadar ağır şakalar onların hayata tutunmalarının bir parçası haline mi geliyor artık?
Benim gözlemlediğim ama genelleştiremeyeceğim şey gemi adamlarının güç kaynaklarından birinin ağır şakalar olduğudur. Her şeyden önce zamanın aktığını fark etmiyorsunuz, içinde bulunduğunuz mekân hareket halinde olsa da lombozdan baktığınızda hep aynı şeyi görüyorsunuz. Yaşamı renklendirecek tek şey, seçilen kişiye zarar veren şakalardır. Demirdeyken şakaların yerini balık avı alır, limanda ise kara yaşamıyla belalı bir ilişki kurulur.
Kitapta cinsellik temasının işlendiği iki öykü var. Müjark ve Mor Çiçekli Toka. Kitapta da anlattığınız gibi sert bir erkek egemen anlayışı mı hakim oluyor cinselliğe denizcilerde.
Hayır. Türk erkeğinin cinselliğe, daha doğrusu kadına genel bakışı neyse o. Uzun süre karadan ve kadınlardan uzak kalmak farklı bir algı yaratıyor kuşkusuz. Ama bu da kişiden kişiye değişiyor tabii.
Son olarak kirlenen denizlerimiz, betonlaşan sahillerimiz için ne düşünüyorsunuz? Doğal güzelliklerin tahrip edildiği, ormanların acımasızca yakıldığı bir ülkede denizin tadını çıkarmak nasıl mümkün olacak? Bunun önüne nasıl geçeceğiz?
Doğa katliamının, bilinçsiz insanların kendileriyle birlikte herkesi sürükledikleri bir tür intihar olduğunu düşünüyorum. Bunun önüne doğa ve çevre bilincinin yükselmesiyle geçebiliriz, diyeceğim ama son derece şablon bir söz olacak. Bu konuda karamsarım. Doğa canlı ve duygusal bir organizma. Sabrının taşırıldığı anlarda öfkesini felaketlerle dışa vuruyor. İnsanlık, hırsları yüzünden neslini tükettiğinde doğanın her türlü tahribattan kendini arındırıp yenileneceğini ve serüvenine insansız devam edeceğini düşünüyorum. (FÇİ/HK)
Künye: Maviye Boyanmış Sular, Cemil Kavukçu, Öykü, Can Yayınları, 2016, 136 s.