Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, 2 Ocak 2016 günü cemevlerinin statüsüyle ilgili şöyle dedi:
"Bizim daima iki kırmızı çizgimiz olmuştur, bundan hiçbir zaman vazgeçmedik. Bir tanesi; Aleviliğin İslam'ın dışında bir yol olarak tarif edilmesi. Çünkü bin yıllık tarih bunu yalanlıyor, doğru olmadığını ortaya koyuyor. İkincisi de; cemevlerinin caminin alternatifi, başka bir inancın mabedi gibi gösterilmesi."
Bu açıklama doğal olarak tepki çekti. Diyanetin Aleviliğe yönelik hasmane tutumu devam etti, bir gün sonra Diyanet sitesinin "Fetvalar" bölümünde "Alevi olan kişi ile evlilik caiz midir?" sorusuna yanıt verildi. Bu iki gelişme Devletin 2016 yılında da Alevilere yönelik ötekileştirici tavrının değişmeyeceğinin göstergesiydi. Oysa Aleviler, Neval Oğan Balkız'ın deyimiyle 1924 Anayası için "Türklüğün" tanımı yapılırken vatandaşlığa Türk olma özellikleriyle çağrılıp, Sünni olmama özellikleriyle dışlanan konumlarını kırmaya kararlılar.
2016 başlarken yaşanan bu gelişmeler üzerinden Türkiye'de Alevilerin taleplerini, cemevlerine verilecek statü meselesini ve AKP'nin "mezhepçi" politikalarının hep ulusal hem de uluslararası arenadaki olası sonuçlarını Viyana Üniversite Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Neval Oğan Balkız ile konuştuk.
Diyanet İşleri Başkanı'nın "cemevlerinin caminin alternatifi, başka bir inancın mabedi gibi gösterilmesi" açıklamasını, Aleviler nasıl okuyor?
Türkiye’de Aleviler, sol sosyalist düşünceye sahip kesimler, liberaller, başka inanç ve felsefe mensubu olanlar, ateistler, agnostikler bu söylemi ve bu söylemin altında yatan kurumsallaşmış, geleneksel devlet anlayışını yakından tanıyorlar.
Otoriter, muhafazakâr, Sünni İslamcı, mezhepçi ve milliyetçi olan AKP iktidarı, tarihsel süreçler içinde şekillenerek gelen bu anlayışı, güncel siyasal, sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve ekonomik boyutlarıyla birleştiriyor. Aleviliği, kendi temsilcisi olduğu siyasal Sünni İslam anlayış ve hegemonya kalıpları karşısında, keskin sınırlarla “öteki” olarak konumlandırıyor. Bu konumlandırmayı her durumda toplumsal alanda sürekli görünür kılarak, hafıza ve algıyı canlı tutuyor. Böylece seçmenlerini yani siyasal ve inançsal alanda kurmuş olduğu kolektif özdeşim kutbunu dayanıklı, sağlam ve sürdürülebilir kılıyor. Günlük yaşamda Alevilere karşı oluşturulan ve tahkim edilen bu keskin duygusal, algısal ve mekansal sınırlar, özellikle AKP iktidarının en önemli siyasal hegemonik araçlarından olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla yapılıyor.
"Aleviler ne içeride ne dışarıda"
Bu anlayış, Türkiye’de toplumu oluşturan halklar arasında sosyo-kültürel, tarihsel ve siyasal alanda görünmez, ama olgu olarak var olduğu bilinen sınırlar olarak somutlaşıyor. Bu sınırlar; bazı kişileri “üyeler” olarak tanımlarken, diğerlerini vatandaş oldukları halde “üye olmayanlar” sınıfına koyuyor. Toplumsal alanda bu sınırlar asıl olarak kapsayıcı bir ayırma - içerme - dışlama işlevi görüyor.
Aleviler 1924 Anayasası’nın Türklüğü tanımlayan 88. maddesinin Meclis görüşmelerinde konuşan Gelibolu milletvekili Celal Nuri Bey’in; “Mesela bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyül-mezhep, Türkçe konuşur” söyleminde ifadesini bulan bu vatandaşlık anlayışının içerme – dışlama pratiklerini en çok yaşayan topluluklardan biri durumunda. Bu vatandaşlık anlayışı kapsamında Aleviler; hem tarihsel hem güncel anlamda farklı etno-dinsel grup özellikleri görülmeksizin, “İslam öncesi Türk kültürünü taşıyan Türkler” olarak, “Türk kimlikleri” ile vatandaşlık kategorisine çağrılmış. Ama, Sünni-İslam olmadıklarından, Alevi kimlikleri ile dışlanmışlardır. Modern vatandaşlığın temel sorusu olan “İçerde misin dışarıda mı?” sorusu karşısında Aleviler; bu konumlarıyla hâlâ ”ne içerde ne dışarıda”, “içerisi ile dışarısı arasında bir yerde” durmaktadırlar.
Dolayısıyla, Diyanet İşleri Başkanı'nın kırmızı çizgileri olarak cemevinin caminin alternatifi, başka bir inancın mabedi gibi gösterilmesi" olduğu açıklaması, Alevilerin bugüne kadar baskı altında tutulmuş kültürel kimliğinin hukuksal olarak tanınmadığı, kamusal alandan, imgesel, düşünsel ve mekansal olarak dışlandığı, ancak aynı zamanda kamusal alana sadece saf “Türk” olarak çağrıldığı -şimdi de bu çağrının Sünni-İslam ve Cami üzerinden yapıldığı- bir tarihin devamı ve yeniden hatırlatılması olduğunu görmek gerekiyor.
"Eşit yurttaşlık hakkı"
Bu açıklamayı Aleviler açısından olumlu okumanın yolu yok mudur?
Aleviler böyle bir çağrıyı, böyle bir anlayışı elbette tümden reddediyorlar. Zira Aleviler bu anlayışı kabul etmeleri halinde; “ikiyüzlülüğün tarihini devam ettirmiş olacaklarını biliyorlar”.
Bu nedenle kendi kimliklerini inkar ettikleri sürece “her şey” olabileceklerini, fakat farklılıklarını ifade ettikleri anda “hiçbir şey” olacakları dayatmalarına, “gel bizim gibi ol” çağrılarına hayır diyorlar.
Aleviler bu karşı duruşla, Sünni İslam anlayışın ve o inancın ibadet yerinin yani caminin kutsallığını reddediyor değiller asla. Diyanet İşleri Başkanlığının bu açıklamasında gizlice söylenmiş olduğu üzere, Sünni İslam ve cami karşıtlığı üzerinden tanımlanmaya, istem ve sorunlarının bu bağlamda ele alınmasına karşı çıkıyorlar. Ve Aleviler olarak “kendilerini, ait olmadıkları ve ait hissetmedikleri bir topluluğu onaylamanın ya da inkar etmenin yarattığı tuhaf bir durum içinde bulmayı” istemiyorlar. Aleviler “kendileri” olarak ve “kendileri kalarak”, hiçbir karşıtlık ve karışıklık konumunda bırakılmadan demokratik ve laik ilkeler temelinde “eşit yurttaşlık hakkı” istiyorlar. Bunun da ancak, 1980 sonrasında dinin millet tanımında yer alması ile geliştirilen; “Türkiye’de yaşayan tüm fertler milletin parçasıdır, fakat dini düzlemde bazıları diğerlerinden daha fazla milleti meydana getiren gruba dahildir” şeklinde özetlenebilecek söylem düzeyinde içerici, ama pratikte dışlayıcı, dine dayalı özcü yaklaşımın aşılmasına bağlı olduğunu biliyorlar. Bunun için de bu gerçeği sürekli hatırlatan bir toplumsal hafıza ve eylem biçimleri oluşturuyorlar.
Tıpkı Amin Maalouf’un belirttiği gibi; “insanlar kendini en fazla saldırıya uğrayan aidiyetleriyle tanımlamaya eğimlidirler. Kimi zaman bu aidiyeti savunacak gücü kendilerinde bulamadıklarında onu gizlerler, bu durumda o, onların içlerinin derinliklerinde kalır. İster sahip çıkılsın ister gizlensin, kendilerini özdeşleştirdikleri kimlik odur. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hissederler, birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler. Onlar için kimliğini kabul etmek zorunlu olarak bir cesaret eylemi, kurtarıcı bir eylem haline gelir”.
"Cemevlerinin sayısı dokuz yüzü aştı"
Diyanet İşleri başkanı “kırmızı çizgi" açıklamasını AKP'nin seçim vaatlerinden biri olan cemevlerine verilecek "hukuki statü" hakkında ne düşündüğü sorulduğunda yapmıştı. AKP’nin tanımlayacağı bir statü sorunu çözebilir mi?
Cemevlerinin yasal düzenlemeye kavuşturulması AKP’nin istemesi halinde en kolay şekilde çözüme kavuşturulabilecek bir sorun. Bu konuda yüzyılların getirdiği birikim var; halkların yaşam deneyimleri ile toplumsal meşruiyetin sağlanmış olması ve gittikçe artan sayıda ulusal ve uluslararası yargı kararlarıyla cemevlerinin ibadethane niteliğinin hukuksal olarak da teyit edilmiş olmasının yarattığı kabul algısı da var. Zira, bugün Türkiye’de cemevelerinin sayısı dokuz yüzü aşmış durumda. Aleviler, bu ibadet mekanlarını kendi olanaklarıyla oluşturuyor, yönetiyor ve finanse ediyorlar.
Aleviler, bugüne kadar geliştirdikleri söylem ve tavırla cemevlerinin Alevilerin ibadethanesi olduğu gerçeğinden asla vazgeçilmeyeceğini, bu tanımın tahrif ve tebdil edilemeyeceğini göstermiş bulunuyorlar. Nitekim AKP hükümetinin, 2009-2010 yıllarında Alevi kanaat önderlerini ve Alevi Demokratik Kitle Örgüt temsilcilerini davet ederek “Alevi Açılımı” adı altında gerçekleştirdiği toplantılarda, daha sonra da hükümet yetkilileri ile yaptıkları çeşitli görüşmelerde ve kamuoyu önünde de bu söylem ve tutumlarını sürdürüyorlar. Bunlardan Alevi Bektaşi Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacı Bektaş Kültür Vakfı gibi kurumların temsilcileri, ilk toplantıda hükümetin çözüm konusunda ciddi olmadığını gördüklerini belirterek, daha sonraki oturumlara katılmama kararı almışlardı.
Dolayısıyla burada “belirlenecek”, “belirlenme” durumunda olan veya “belirsiz” bir statüden söz edilemez. Cemevlerinin statüsü bellidir. Cemevleri birer ibadethanedir. Hükümetin de yapması gereken, bu statüyü yasal bir kurala bağlamaktır.
Değişmesi gereken yasalar
Ne gibi yasaların değişmesi gerekiyor?
Bu çerçevede AKP’den beklenen, Cemevleri konusunda tek taraflı olarak getirmeye çalıştığı; “cümbüşevi, kültürevi, irfan merkezi, ocak vb”. tanım ve adlandırma girişimlerinden derhal vazgeçmesidir. Başta imar kanunu, köy kanunu ve belediyeler kanununda olmak üzere ilgili yasalarda düzenlemeler yapılması gerekiyor. Cemevlerinin, 12/4/2002 tarihli ve 2002/4100 sayılı Karar sayılı Kararnamenin Eki Kararın 2 maddesi f bendinde düzenlenmiş ve elektrik bedeli ödemekten muaf tutulan ibadethanelerden olduğunun belirtilmesi ve düzenlemede ibadethane olarak sayılan cami, mescit, kilise, havra ve sinagog yanına cemevi ibaresinin eklenmesi gerekiyor. Bu düzenlemeler için, 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Yasası sözü ve ruhuyla engel değildir.
Hukuki statü Aleviler ile Sünni Türkiye Cumhuriyeti arasında bir konsensüs sağlayabilir mi? Alevilerin başka talepleri yok mu?
Soruda kastedilen “konsensüs”, uyum; geniş, sosyo-kültürel, tarihsel, siyasal, demografik sosyolojik ve ekonomi politik açıdan farklı boyutları olan Alevilerin sorunları söz konusu olunca, başlı başına tartışılması, açılığa kavuşturulması gereken bir kavram haline geliyor. Bu kavramın böyle bir kullanımı; ne üzerine, hangi alanlarda, kimler arasında bir konsensüs vb. sorularını gündeme getireceği gibi, Aleviler homojen bir sosyal kategori mi, devlet anlayış ve algıları aynı mı veya ne kadar farklı benzeri tartışmaları da zorunlu kılar.
Ancak dolaylı olarak bu boyutları da içerecek şekilde denilebilir ki, cemevlerinin ibadethane olarak yasal bir düzenlemeye tabi tutulması Aleviler ile devlet arasında bir konsensüs yaratmaz, yaratmaya yetmez. Belki ve ancak, bir başlangıç niyeti şeklinde anlamlandırılabilir.
Nitekim AKP hükümeti, Alevilerin mağduriyetlerini dillendirmesine alan açmış, hatta bu pozisyondan konuşmalarını teşvik etmiş ve fakat kendi yapmak istediği tanım ve çerçeve dışında söz söyleyip alternatif siyasi projeler üretmelerini asla kabul etmemiştir.
Zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın 2010 da yapılan Anayasa değişikliği referandumu öncesinde İstanbul, Çorum ve Sincan mitinglerinde; Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndaki hedeflenen değişikliği anlatırken Alevileri suçlaması: “Artık dedelerden talimat alarak atama dönemi bitiyor” ve Minareler Süngümüz adlı şiiri okuması dolayısıyla aldığı mahkumiyeti kastederek; “artık yargı ideolojik davranmayacak, bana davrandı. Yargıtay’da maalesef belli bir mezhebi grup bu noktada öyle yaklaştı” şeklinde açıklamalarda bulunması, bu anlayışın bir örneğidir.
Keza Sivas Katliamı Davasında firar etmiş oldukları iddia edilen sanıkların yargılandığı davada mahkemenin vermiş olduğu zamanaşımı kararını 13 Mart 2013 günü “milletimiz için hayırlı olmuştur” şeklinde değerlendirmesi bu anlayışın örneğidir.
Gezi Eylemlerinde Alevilerin suçlanması ve hedef alması; bu eylemlerde yaşamını kaybeden Berkin Elvan’ın annesinin meydanlarda yuhalatılması; Ali İsmail Korkmaz davasının görüldüğü gün içerisinde esnafı, alperenleri vb. gerektiğinde kamu düzenini sağlamakla görevli neferler olarak tanımlaması bu anlayışın kamuoyunun belleğinde yer eden önemli görünümlerini oluşturuyor.
Bir örnek daha: Suriye’de “mezheplerarası iç savaşa” dönüşen çatışmalar karşısında tarafsız kalınmasını ve barış istemini dile getirenleri, Sünni refleksle tanımlanacak bir tutum ile mezheplerine atıfta bulunarak “zalim”in yanında yer almakla itham etmesi…
Alevilerin bugün karşı karşıya kaldığı bütün sorunlar, vatandaş konumlarıyla ilgilidir. Başka deyişle; bireysel haklar ve ödevlerle ilgilidir, ama aynı zamanda bu hakların ve ödevlerin icra edildiği, Türkiye devleti vatandaşlarının oluşturduğu topluluktaki hukuki ve politik konumlarına, vatandaşlığın belirlediği ulusal üyeliğin; katılım, erişim, ait olma ve ayrıcalık edinme olanakları açısından farklı/öteki bir kategoride yer almalarına ilişkindir. Dolayısıyla Alevilerin sorunları, onları mevcut ulusal topluluğa ve politikalara dahil edecek demokratik, laik ilke ve uygulamalar sorunudur. Aleviler ile Sünni Türkiye Cumhuriyeti arasında bir konsensüs sağlanabilmesi öncelikle; bu ilke ve uygulamaların hayata geçirilmesi ve sürekli kılınması ile olanaklıdır.
Aksi takdirde liberal çok kültürcü tutumun yaptığı gibi, tanınma talebini sırf kültürel bir farkın tanınmasına indirgersek inkarın ve dışlamanın sömürüyü nasıl yoğunlaştırıp doğallaştırdığını göremeyiz. Böyle bir anlayış inkar edilen, “ötekileştirilen kimliklerin kaynaklara ve hizmetlere erişim konusunda yaşadıkları yapısal engeller ve bu kimliklerin piyasada ucuz iş gücü ordusuna dönüştürülmeleri ile değersizleştirilmeleri ve dışlanmaları” arasındaki bağı görünmez kılar, hatta meşrulaştırır. Aleviler sosyal, kültürel, siyasal alanda, toplumsal yaşamın her alanında ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçlarına maruz kalırken, aynı zamanda devlet yapılanmasında her türlü idari kadrolardan dışlanmakta, iş, kariyer olanaklarından yoksun bırakılmakta, sermaye birikimi ve dağıtımı olanaklarından uzak tutulmaktalar. Mehmet Bekaroğlu’nun 23.10.2014 tarihinde yapmış olduğu ve basında yankı bulan “12 yıllık AKP iktidarı döneminde hiçbir Alevi Hakim ve Savcılık Sınavını Kazanamıyor” şeklindeki açıklaması, bu anlamda çarpıcıdır.
Acilen yapılması gerekenler
Başlangıç niyeti diye bir kavram kullandınız. Ne gibi değişiklikler başlangıç niyeti sayılabilir?
Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin çeşitli tarihlerde verdikleri kararlarda laiklik ilkesine ve eğitim hakkına aykırı olduğu tespit edilmiş olan zorunlu din dersleri uygulamasının kaldırılması ve bu derslerde katılımın seçimlik bağlı hale getirilmesi ders içeriğinin eğitsel, çoğulculuk ve nesnellik ilkesiyle hazırlanması ve bu derslere katılımın seçimlik hale getirilmesi bir adım olabilir.
İnanç topluluklarının kendi iç işlerini kendilerinin düzenleme ve yönetmesinin sağlanması bir başka adımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması taleplerine karşılık verecek düzenlemeleri gerçekleştirmesi.
Madımak Otelinin, Pir Sultan Abdal İnsan Hakları Müzesi yapılması amacıyla; 5225 sayılı kanunun hükümleri kapsamında Kültür ve Turizm Bakanlığınca bu kanun ve yönetmeliğin Özel Müzeler başlıklı 25. maddesi veya Özel Tahsis ve Projeler başlıklı 41. maddesi çerçevesinde Pir Sulatan Abdal Kültür Derneği’ne tahsis edilmesi…
Alevi köylerine cami yapılmasını önleyecek yasal ve idari düzenleme gerçekleştirilmesi… Bunların yapılması gerekli adımlar olacaktır.
Geçtiğimiz hafta Diyanet alo fetvaya gelen bir soruya yanıt verildi. Soru "Alevi olanla evlenmek caiz midir" idi? Diyanet'in bu soruyu ciddiye alıp yanıtlaması ve duyurması bir sorun en baştan ama böyle bir sorunun hala geliyor olması konusunu nasıl yorumlayabiliriz?
Ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçlarının kökeninde yatan önyargı ve çeşitli kültürel anlayışların ne denli güçlü ve yaygın olduğunu, Diyanet İşleri Başkanlığının bu anlamda nasıl bir işlev gördüğünü ortaya koyuyor. Yukarıda açıklanmış olan anlayışlar temelinde kültürel değersizleştirmenin nasıl işlediğini gösteriyor. Dolayısıyla, itibarsızlaştırma ve inkar ötekiler hakkında kişisel önyargılardan müteşekkil bir bilmeme durumunun sonucu değildir. Aksine, mekânsal mesafeler, simgesel ve sektörel ayrımlar yolu ile Sünni kesimin prestijine yatırım yaparak ötekini değersizleştirmek, şu anda devlet eliyle gerçekleştiriliyor. Bunu yapmaktaki amaçlardan biri de, müşterek bir sosyal mekanı ve hayat koşullarını paylaşan halk arasında olabilecek bir dayanışmayı ve ortak mücadeleyi önlemek. Böylece, “öteki” aşağı bir insani varlık olarak temsil edildiğinden, onun mülküne, bedenine ve hafızasına el koymak ahlaki ve hukuki bir sorun olarak görülmez kılınıyor.
"AKP politikası 'çıkış yolunu bilmeyi' zorlaştırıyor"
Suudi Arabistan ile İran arasında son günlerde yoğunlaşan gerilim, Suriye'de mezhep farklılığının da etkenlerden biri olduğu iç savaş düşünüldüğünde Türkiye'de Alevilere yönelik yaklaşımı nasıl değerlendirirsiniz?
Suudi Arabistan ile İran arasında süren çekişmeler, tarihsel süreçlerle, aralıklarla yeniden ateşlenen siyasal, mezhepsel bir hegemonya kurma yarışı.
İçinde bulunduğumuz süreçte; Afganistan, Pakistan, Somali, Sudan ve özellikle Ortadoğu’da; Suriye ve Irak’ta yaşanan iç çatışma, istikrarsızlık ve şiddet ortamı, gittikçe belirsiz ve yönetilemez bir durum alıyor. Etnik, dinsel, mezhepsel savaşlar, ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden rekabete dönüşmüş bulunuyor. Bu koşullarda karşısında; “buradan bir çıkış yolu bilen var mı?” sorusu, en yakıcı ve belirleyici şekilde yeniden gündeme geliyor.
Coğrafi konumu, demografik, sosyolojik ve tarihsel yapısı, konjonktürel etkisiyle tehlikenin en yakınında yaşayan Türkiye; “bir çıkış yolunu bilmek” durumunda hatta zorunda olan ülkelerin başında yer alıyor. Ancak; AKP hükümetinin, uluslararası ilişkilerde hakim olan yeni realizmin çıkar temelli çatışmacı güvenlik anlayışını kavramaktan uzak dış politikası, özellikle Suriye konusunda izlediği taraflı tutumların yarattığı gerilimli sonuçların baskısı ve iç politikada çözüm bekleyen, sosyolojik ve tarihsel boyutlarıyla bölgesel gelişmelerden etkilenmeye açık açmazları, bu çıkış yolunu bilmeyi oldukça zor hale getiriyor.
AKP hükümeti; Suriye’de gelişen sürecin başından itibaren muhaliflerin hamiliğini üstlenen bir konumda oldu. Özgür Suriye Ordusu altında toplanan milislere eğitim, mühimmat, teçhizat vb. her türlü desteği sağladı. Talimatlarıyla, çatışmalarda yaralananların sınır illerimizdeki hastanelerden bedelsiz ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından öncelikli konumlarda muayene edilmelerine ve sınırlardan kontrolsüzce geçişlerine olanak tanıdı. İstanbul’da bir araya gelmelerine ev sahipliği yaptı. Bu gruplara Türkiye tarafından silah sağlanmakta ve eğitimlerinin yapılmakta olduğuna dair; ulusal ve dış basında yer alan iddiaları, sınır illerinde yaşayan halkın şikayet ve tanıklıklarını, yanıtsız bıraktı. Adana’da yakalanan içi silah dolu TIR’lar üzerinde yapılacak denetim ve soruşturmaları engelledi, görevli savcıların yerlerini değiştirdi. Bunlara rağmen, İstanbul’da 5 Haziran 2012 gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu’nun açılışında Başbakan; “kimsenin içişlerine karışmak gibi bir niyet taşımadığını, bölgenin tüm devletlerinin istikrar, refah, barış ve huzurunu bozacak bir yangına karşı, dikkatleri konuya çekmeye çalıştığını” açıkladı. Bu söylem, siyaset bilimi alanında; Schmitt’in ifade etmiş olduğu üzere; “Amacı; tıpkı barış, adalet, gelişme, medeniyet kavramlarının kötüye kullanılmasında olduğu gibi, düşmanı aleyhine kendisini bu evrensel kavramla özdeşleştirmek, kavramı sahiplenmek ve düşmanın bu kavrama dayanmasını engellemek” olan, dış dünyada karşılık bulmayan siyasi bir manevraydı. AKP hükümeti eş zamanlı olarak, Suriye’de “mezheplerarası iç savaşa” dönüşen çatışmalar karşısında; “mezhep-içi” bir yaklaşım ve tutum sergiledi. İç politik düzlemde, ”Alevi” karşıtlığı üzerine kurguladığı bir söylem geliştirdi. Tarihsel yargıları, güncel siyasal, sosyo-kültürel anlayış ve kalıplarla birleştirerek ve bunları toplumsal alanda görünür yaparak; seçmenlerini dayanıklı bir çerçevede tutmak amacıyla, keskin duygusal ve algısal sınırlar oluşturdu. İzlemekte olduğu politikaya eleştiri yönelten kimi parti başkanlarını, demokratik kitle örgüt yöneticilerini, aydınları mezheplerine atıfta bulunarak, mezhepsel bir aidiyet refleksi ile hareket etmek ve “zalim”in yanında yer almakla itham etti. Bu söylemi ile toplumsal kesimleri; bir partinin seçmeni olmak ya da olmamak; belli bir milliyet ve/veya belli bir mezhepsel inanç mensubu olmak ya da olmamak ayırımı üzerinden, ayrıştırdı.
Vahabiliğin en gerici selefi yorumundan ilham alınarak formüle edilen, ılımlı bile olmayan, tamamen dışarıya bağımlı piyasa merkezli bir ekonomik sistemi kabul eden ve her daim emperyal güçlerin müttefiki olmuş Müslüman Kardeşler'in temsil ettiği damarın tarihsel ve mezhepsel arka planı ortada; AKP’nin bu yapıya desteği ve meyli de ha keza…
Bu durum, Türkiye’de, siyasal alanda ve toplumsal yapıda, Alevilere karşı nefret ve baskıyı arttırmakla birlikte, temel yaklaşımlarda eylemliliğe dönüşecek bir yoğunluğa erişir mi onu da süreç belirleyecek. (NOB/HK)
* Fotoğraflar: Necla Kahramanoğlu