Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Cem Özatalay’ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 34. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın Mahkeme Heyeti,
7 Aralık’ta ilk kez mahkemenizde duruşmaya çıktığımda hissiyatım burada söylenecek sözlerin sizlerin bu dava sonunda vereceğiniz karara az da olsa etki edebileceği yönündeydi. 7 Aralık’tan bu yana hem mahkemenizde görülen hem de başka Ağır Ceza Mahkemeleri’nde görülen onlarca barış akademisyeni davasını izledim.
Sizin mahkemeniz henüz hüküm açıklamadı. Ama hüküm açıklayan mahkemelerde şunu açık olarak anladım. Bizim hükümlerimiz dava açıldığında zaten verilmiş. Öyle ki aynı mahkeme heyetinin, çeşitli nedenlerle imzasını çektiğini açıklayan meslektaşım hakkında da imzasının sonuna kadar arkasında duran meslektaşım hakkımda da aynı hükme ulaştığına tanık oldum.
Burada söylediğimiz sözlerin, ileri sürdüğümüz gerekçelerin mahkeme heyetlerince dikkate alınmadığına, bu yargılama sürecinde bize biçilen rolün figüranlık olduğuna artık kani oldum. Keza avukatlarımızın davanın hakikati ortaya çıkartmak üzere genişletilmesini sağlamaya dönük yaptıkları tevsi-i tahkikat talepleri de kategorik olarak reddedildi.
Öyle olunca burada huzurunuzda söyleyeceğim sözlerin bu dava sürecinde bir hükmünün olacağına dair inancımın olmadığını bilmenizi isterim. Yine de kayıtlara geçsin diye en azından davaya konu olan fiillerimle ilgili birkaç kelam etmek istiyorum.
Bu davanın açılmasına neden olan Cumhuriyet savcılığı tarafından hazırlanmış olan iddianamenin deliller bölümünde, biraz sonra üzerine konuşacağım biri imza metni, diğer basın açıklaması olan iki yazılı metinle birlikte, haberdar olmadığım bir açıklamaya daha yer verilmiş.
İddianamede bu açıklamanın, örgüt yöneticisi Bese Hozat’ın 27 Aralık 2015 tarihli açıklaması olduğu ileri sürülmüş.
Doğrusu iddianame elime ulaştıktan sonra ilk işim bu açıklamanın ne olduğunu internet üzerinden araştırmak oldu. Çünkü iddianamenin suç isnadına delil olarak nitelendirdiği bu açıklamayı bilmiyordum ve bu açıklamada Hozat’a ait olduğu ileri sürülen bir çağrı ile bizim imza metnimiz ilişkilendirilmişti.
İddianamede bu çağrının şöyle olduğu ifade edilmişti: “Aydın ve demokratik çevreler öz yönetimlere sahip çıksın”.
Yargılanmama delil olarak sunulmuş ve hakkında tespit tutanağı hazırlanmış üç beyandan birisi bu olduğu için, bu açıklamada ne söylendiğini öğrenmem gerektiğini düşündüm. Ancak bu iddianamenin kendini dayandırdığı en önemli delillerinden biri olarak gösterilen bu açıklama dava dosyasında yer almıyordu.
Hukukçu değilim ama böyle bir şey nasıl olabilir pek aklım almıyor. Yani örneğin bir cinayet dosyasında delil olarak gösterilen bir parmak izinin dosyada yer almaması mümkün olabilir mi? Ola ki dosyaya konulmamışsa müdafilerin talebi üzerine dosyaya konulması gerekmez mi? Öyle olduğunu zannediyorum.
Ama maalesef bizim barış akademisyenlerinin davalarında duruşmalar böyle ilerlemiyor. En azından müdafim Av. Meriç Eyüboğlu’nun farklı mahkeme heyetlerinin huzurunda bunu defalarca talep ettiğine ve mahkeme heyetleri tarafından bu talebin reddedildiğine şahit oldum.
Sonuç olarak tüm imzacılar gibi içine itildiğim durum şudur: “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metni imzalayan herkes gibi ben de Bese Hozat’ın açıklaması üzerinden terör örgütüyle iltisaklı olmakla ve terör propagandası yapmakla suçlanıyorum, ama delil niteliğindeki bu açıklamaya kendi çabalarımla ulaşmam isteniyor.
Bu durumu saçma bulmama rağmen söz konusu açıklamanın izini internette sürdüm. 22 Aralık 2015 tarihinde VPN üzerinden Fırat Haber Ajansı’nda (ANF) yayınlanmış bir habere ulaştım. Haberin başlığı şuydu: “Demokrasi güçleri ayaklanarak özyönetimlere sahip çıkmalı".
Yine bahsi geçen açıklamanın Med Nûçe televizyonunda yayınlanan “Politik Alan” programında yapıldığını öğrendim. Yani iddianamede deliller kısmında belirtildiği gibi bu açıklama 27 Aralık 2015’te değil 22 Aralık 2015’te yapılmış.
Ancak bugüne kadar görülen duruşmalardan öğrendim ki, yargılananlar ve müdafiler tarafından dillendirilen bu ve buna benzer çok sayıdaki maddi hata, mahkeme heyetlerinin iddianamenin hukukiliğine dair kanaatini sarsmıyor.
Tekrar bahsi geçen açıklamaya dönecek olursam, Med Nûçe televizyonu kapatıldığı için programın kaydına ulaşabilmek mümkün değildi. Yani erişilebilecek tek kaynak ANF’de yayınlanan haberdi. Bu haber içinde, iddianamede yer verilen “aydın ve demokratik çevrelere” nasıl bir çağrı yapılmış olduğunu araştırdığımda ise Hozat’ın şu beyanını buldum:
“Türkiye metropollerinde yaşayan milyonlarca Kürt, Türkiye metropollerinde ayaklanmalı ve isyana kalkmalıdır. Türkiye’yi yangın yerine çevirmelidirler. Türk ve farklı etnik kökenli gençlerde aynı şekilde ayağa kalkmalıdır. Hem Kürdistan’da hem de Türkiye’de. AKP’ye ait binalara ve yerlere saldırı meşrudur.
Bu anlamda AKP’ye ait her şeyi yakıp yıkmalılar. Kürdistan ve Türkiye’de bu katliam politikalarını destekleyen ve içinde yer alan tüm güçler hedeftir. Bu Kürtlerin ve Kürt gençlerinin meşru savunma hakkıdır.
Bu kadar şiddetli katliam ve soykırım karşısında yapılacak olan şey her yerde saldıran güçlere karşı mücadeleyi ve direnişi yükseltmek ve her yere yaymaktır. Bu anlamda Kürdistan ve özellikle Türkiye’de yaşayan Kürtlere, dostlarına ve tüm demokratik çevrelere de Kürdistan’daki bu direnişe ayağa kalkarak ve ayaklanarak sahip çıkmalarını belirtiyorum ve bu temelde çağrı yapmak istiyorum”.
Buradan anlıyoruz ki, Bese Hozat Kürtlere ve tüm demokratik çevrelere Türkiye sathında ayaklanma ve AKP’ye ait binalara ve yerlere saldırı çağrısı yapmış.
Doğrusu bu haberi okuduktan sonra Bese Hozat’ın bu açıklamasının dosyamıza neden konmadığını daha iyi anladım. Çünkü Hozat savaş, ayaklanma çağrısı yapmış, bizler barış ve temel hak ve hürriyetlere saygı çağrısı yapmışız.
Hozat AKP binalarını yakıp yıkma çağrısı yapmış, biz Hükümete Anayasaca tanınmış olan temel hak ve hürriyetlerin çiğnenmeme, dahası çözüm sürecine geri dönme çağrısı yapmışız.
Hozat, AKP hükümetini gayrimeşru ilan etmiş, biz meşru görmüşüz ki hükümeti harekete geçmeye çağırmışız. Hozat, şiddete şiddetle yanıt vermeye çağrı yaparken, biz şiddeti durdurmaya, diyalog ve çatışmasızlık ortamını oluşturmaya çağrı yapmışız.
Çok açık ki, Bese Hozat’ın açıklamasıyla, bizlerin altına imzamızı attığımız “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı metin içerikleri itibariyle 180 derece zıttır. Biri siyahsa diğeri beyazdır. Hiçbir biçimde ilişkilendirilmeleri mümkün değildir.
Bu nedenlerle, mahkemenizin, bu iki açıklamanın içerikleri arasında bir söylem ortaklığı, paralelliği olup olmadığını bilirkişilerin görüşlerine de başvurarak tespit etmesini, eğer bir ortaklık, bir paralellik tespit edilemezse bu delili dava dosyasından çıkarmasını talep ediyorum.
İki açıklama arasında ortaklık veya paralellik tespit edememeniz durumunda, halen beni yargılamak istiyorsanız suç sevk maddesini yeniden belirlemenizi talep ediyorum.
Eğer bu talebimi kabul etmezseniz, o halde, delil olarak anılan ilgili açıklama metnini ve/veya açıklamayla ilgili tespit tutanağını, kapsamlı bir savunma yapabilmem için dosyama eklemenizi talep ediyorum.
Artık benim fiillerimle alakalı olmayan “delil”i bir kenara bırakıp fiillerimle ilgili olan “deliller” hakkındaki beyanlarıma geçebilirim.
Cumhuriyet savcılığının iddianamesine temel teşkil eden bir diğer delil, 11 Ocak 2016 tarihinde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla kamuoyuyla paylaşılan, benim altına imzamı atarak sahiplendiğim metnidir.
Bu metni Bese Hozat’ın talimatı üzerine imzalamadığımı biraz önce anlatmaya çalıştım. Artık imzalama gerekçelerimden en önemli birkaç tanesine değinebilirim.
Kamuoyunca “Kürt sorunu” diye bilinen sorunun; Türkiye demokrasisinin en temel sorunu olduğunu ve bunun Türkiye’yi yönetenlerin Kürtlerin hak taleplerine dair bakışlarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Sadece Kürtleri değil bu ülkede yaşayan herkesi ilgilendiren ağır sonuçları olduğu için de bu sorunun “Kürt Sorunu” yerine “Türk sorunu” olarak nitelendirilmesinin yanlış olmayacağı kanaatindeyim. “Türk sorunu” bu topraklarda Türk-Sünni kimliğinin fiilen “ayrıcalıklı” kimlik olarak korunması çabasının doğurduğu sorunlar yumağına işaret eder.
Bağlantılı olarak kadim zamanlardan bu yana, bu topraklarda yaşayan Türk-Sünni olmayan kesimlerin eşitlik taleplerinin inkar edilmesini beraberinde getirir. Peki neden Türk-Sünni kimliğine mensup çoğu insan bu topraklarda üstünlük ve imtiyaz talep eder?
Bu talebin nedeni tek bir tane değil kuşkusuz. Ama üstünlük ve imtiyaz talebini genellikle güç peşindeki bir grup seçkin formüle eder ve çoğunluğu maddi eşitsizliğin mağduru olan geniş kesimleri manevi tatminden başka bir şey kazandırmayan bu talebin etrafında hizaya sokar.
Üniversite öğrenciliği yıllarımdan beri yaptığım gözlemlerden ve edindiğim deneyimimden hareketle şunu söyleyebilirim: Bu bahiste üretilen hamasi söylemler ve bu hamasi söylemlere dayanarak yürütülen baskı ve savaş politikaları yalnızca “vatan-millet edebiyatı” yaparak savaştan nemalanan legal ve illegal çıkar gruplarına fayda sağlamıştır.
1990’lı yıllarda yürütülen “düşük yoğunluklu savaş” politikaları birçok yoksul gencin yaşamını kaybetmesine neden olurken; aynı politikalar ülkede mafyanın ve çetelerin palazlanmasına yol açmıştır.
O dönemin devletinin mafyayla ne denli iç içe geçtiğine ve ne türden kirli işlere bulaştığına Susurluk kazası sonrasında açıklanan bilgiler üzerinden tüm toplumla birlikte tanık oldum.
Dolayısıyla bu meselenin ayırdına vardığım yıllardan beri, Türkiye toplumunun çoğunluğunu oluşturan Türki-Sünni kesiminin dini ve milli duygularını kullanarak güç ve para elde eden çetelere ve savaş baronlarına karşı, her zaman diyalogu ve barış politikalarını savundum.
Sırf bu nedenle, temel hak ve hürriyetlere saygıyı ve çözüm sürecine geri dönülmesi çağrısını yapan bu metni imzalayabilirdim. Ama imza metninin dolaşıma girmesinden hemen önce tanık olduğum bir ölümün ve yol açtığı acının karar alma sürecimi çok hızlandırdığını söylemeliyim.
Bu ölüm Aziz Yural’ın ölümü, daha doğrusu öldürülmesidir. Cizre Devlet Hastanesi çalışanı Yural, ilçedeki sokağa çıkma yasağının 16. günü olan 30 Aralık 2015’te evinde yaralanan 50 yaşlarındaki Azize Elçi adlı kadına yardım etmek üzere yürüyerek giderken kafasından tek kurşunla vurularak öldürüldü.
Yapılan otopsi sonucunda Yural’ın keskin nişancı vasfına sahip güvenlik güçlerince ateşlenen bir silahtan çıkan kurşunla öldürüldüğü tespit edildi. İki çocuk babası olan Yural’ın eşi de kendisi gibi sağlık çalışanıydı. Bu olayı gazeteden okumuştum. Ama Aziz Yural’ın lisans bitirme tezinin danışmanlığını yaptığım çok sevdiğim bir öğrencimin ağabeyi gibi sevdiği kuzeni olduğunu birkaç gün sonra duydum.
Dolayısıyla bu ölüm/öldürme vakası ile detayları birinci ağızdan öğrenme olanağına sahip oldum. Yural’ın katledilmesi, 30 Aralık’tan 15 gün önce Silopi’de hayatını kaybeden Taybet İnan’ın katliyle büyük benzerlik taşıyordu.
Keza Yural’ın katledilmesinden hemen bir hafta sonra dönemin HDP Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir, sokağa çıkma yasağının uygulandığı kentlerde 158 sivilin yaşamını yitirdiğini duyurdu. Bu açıklamayı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) yayınladığı rapor doğruluyordu. Buna göre sokağa çıkma yasaklarının başladığı 16 Ağustos 2015'ten 8 Ocak 2016'ya dek ilgili kentlerde 162 sivilin öldürülmüştü.
Bu kişilerin 32'si maalesef çocuktu. O dönem medya bugünküne göre çok daha çeşitli ve özgürdü. Ölüm haberlerinin tamamı olmasa da bir kısmı medyada kendine yer bulabiliyordu. Yine aynı tarihlerde 100 binlerce insanın sokağa çıkma yasakları nedeniyle zorunlu göçe tabii tutulduğuna dair raporlar yayınlandı.
Tüm bunlar devletin bölgede yaşayan halkın temel hak ve özgürlüklerini ihlal ettiğinin göstergesiydi. Bu konuda, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı imza metninin kamuoyuyla paylaşılmasından sonra da çok sayıda bilimsel rapor yayınlandı.
Bunları avukatım beyanı sırasında dosyaya eklenmek üzere sunacak. Ayrıca şunu da eklemek isterim: Aziz Yural’ın otopsi raporu çok açıktı. Zaten dönemin Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu'nun Yural'ın yakınlarına başsağlığı dilemek üzere şu mesajı yayınlamıştı:
"Şırnak Cizre Devlet Hastanesi'nde hemşire olarak görev yapmakta olan sağlık çalışanı meslektaşımız Abdülaziz Yural, bölgede yaşanan terör olayları sırasında hayatını kaybetmiştir.
Bakanlık olarak olayın aydınlanması noktasında takipçisi olacağız. Sağlık çalışanımıza Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyoruz. Sağlık camiamızın başı sağolsun."
Olayın üzerinden iki buçuk yılı aşkın süre geçmesine rağmen normalde 4-5 ayda tamamlanan soruşturma süreci bir türlü tamamlanamadı. Bu Yural’ın öldürülmesine dair bir istisna uygulama da değildi.
Zira Şırnak'ın Cizre ilçesinde 2015 yılında ilan edilen, ilçenin dört mahallesinin yıkımıyla ve 288 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonra eren "sokağa çıkma yasağı" sürecine dair Adalet Bakanlığı'na Mart 2018 tarihinde verilen bir önerge “Cizre’de yasak sürecince kovuşturmaya uğramış güvenlik görevlisi var mıdır?
Varsa hangi suçlardan kovuşturma yapılmıştır?” sorusunu içermekteydi. Bu soru önergesinde bakanlıkça “Cizre ilçesinde yasak sürecince hakkında soruşturma açılan 1 güvenlik görevlisi bulunduğunu, güvenlik görevlisi hakkında Cizre 2. Asliye Ceza Mahkemesinde kamu davası açıldığı ve kamu davasının devam ettiği” yanıtı verildi. Yani bu cevaptan anlıyoruz ki 288 kişinin ölümü için şu ana dek sadece tek bir güvenlik görevlisine dava açılmıştır.
Bu hukuk devleti normlarıyla bağdaşır mı? Ya da Anayasal Eşitlik İlkesiyle bağdaşır mı? Ben bu sorulara olumlu yanıt veremiyorum. Aziz Yural’ın ve Cizre’de öldürülen diğer yurttaşların ölümleriyle ilgili adli soruşturma süreçlerinde Anayasanın 10. Maddesinin ilk fıkrasında yer alan “herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” hükmü alenen çiğnendiği düşüncesindeyim.
Yani daha önce varlığından bahsettiğim “Türk Sorunu”, saydığım bu vakalarda bariz bir biçimde tezahür etmiştir.
Sokağa çıkma yasakları süresince yakınlarını, evlerini, işyerlerini, huzurlarını kaybetmiş, yurtlarını, memleketlerini zorunlu olarak terk etmek zorunda kalmış yani az ya da çok bir travma yaşamış bir milyonun üzerinde insandan ne bekliyoruz, ne beklemeliyiz?
Bu insanların yaşadığı ümitsizlik, güvensizlik, öfke ve isyan duygularının bir arada yaşam koşulları üzerinde ne gibi sonuçlara yol açacağını düşünüyoruz?
Bu durumun yaratacağı olası sonuçlardan, savaştan siyasi ve ekonomik rant elde edenlerin ve etmeyi planlayanların memnun olduklarını tahmin etmek güç değil. Peki ya geri kalanın bu durumdan ne kazanımı olabilir?
Birileri siyasi ve ekonomik rant elde edecek diye tırmandırılmak istenilen çatışma süreci, bu süreçten maddi, manevi hiçbir kazanımı olmayan ailelerin çocuklarını askerde ya da örgütün saflarında kaybetmesine yol açmayacak mı?
Açıkçası ben bu filmi 1990’larda izlemiştim. Tekrar izlemek istemediğim için barış bildirisini sosyal medya üzerinde görüp okuduktan sonra hiç tereddüt etmeksizin imzamı attım. Altında imzamın bulunduğu metnin yayımlanmasından hemen iki gün sonra, çete lideri Sedat Peker’in imzaladığım metne, içinde “Müslüman bir Türk’e yakışır bir şekilde ... oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızda duş alacağız” ifadelerinin de yer aldığı bir tehdit mektubuyla yanıt vermesi yanılmadığımın kanıtıdır.
Yani bu metne imzamı, Anayasanın 10. Maddesinin birinci fıkrasının devlet görevlilerince ihlalinin engellenmesi ve yine Anayasaca güvence altına alınan hak ve hürriyetlerin korunmasını sağlamak için olduğu kadar, bu ülkeyi mafyanın, çetelerin, savaş simsarlarının eline bırakmamak için de attım.
Gelelim bir diğer fiilimle ilgili “delil”e... İmza metninin kamuoyuyla paylaşılmasının ertesi günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ankara'da düzenlenen Büyükelçiler Konferansı dolayısıyla yaptığı ve aynı günün sabahı IŞİD'in Sultanahmet'te canlı bomba saldırısı yöntemiyle gerçekleştirilen 12 kişinin yaşamını yitirdiği katliama birkaç cümleyle değinmekle yetindiği konuşmasının ağırlıklı bölümünü "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiriye ayırdı.
"Aydın müsveddesi" olarak nitelendirdiği akademisyenleri hedef gösterdi. “Bu devletin ekmeğini yiyip bu devlete ihanet edenlerin cezalandırılması gerekir" dedi. Zaten çete lideri Sedat Peker de bundan güç alarak az önce değindiğim tehdit mektubunu yayınladı.
Sedat Peker’le aynı saatlerde Yüksek Öğretim Kurulu da derhal gereğini yapacağını açıkladı. Böylece imzacı akademisyenlere yönelik bir cadı avı başladı.
Ocak ayında Mart ayına kadar kamu ve vakıf üniversitelerinde barış akademisyenlerine dönük olarak 33 gözaltı vakası yaşanmış, savcılıklarca 153 ceza soruşturması açılmış, üniversitelerce 507 idari soruşturma açılmış, 27 imzacı meslektaşımız hakkında görevden uzaklaştırma cezası verilmişti. Ayrıca 30 imzacı meslektaşımız işten çıkarılmış, 5’i istifa etmek zorunda kalmış 1’i de zorla emekliğe itilmişti.
Diğer bir deyişle, Anayasanın “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hürriyetine sahiptir” şeklinde ifade olunan 26. Maddesini kullanarak kamuoyuyla paylaşmış olduğumuz “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri bir “akademik kıyım”a yol açmaya doğru gidiyordu.
Kendi adıma, Cumhurbaşkanı imzacıları hedef gösterdiğinde, bunun gündelik siyasi amaçlar için yapıldığını düşünmüş ve geçici olacağını varsaymıştım. Zira o dönemde Türkiye Batılı devletlerce IŞİD terör örgütünü himaye etmekle suçlanmaktaydı.
Bu suçlamayı savuşturmak ve Batılı devletlerle üzerinde müzakere edebileceği ayrı bir gündem maddesi yaratmak amacıyla barış bildirisini idari ve adli soruşturmaların konusu haline getirmeyi hedeflediğini düşünmüştüm.
Böylece Türkiye, ifade özgürlüğü çerçevesinde barış bildirisi imzacılarını savunması kaçınılmaz olan Batılı devletleri, “bizi IŞİD’i desteklemekle suçluyorsunuz ama bakın siz de PKK destekçilerini savunuyorsunuz” diyebilecekti.
Ama bunun için imzacıların kriminalize edilmesi ve barış bildirisinin PKK ile ilişkilendirilmesi gerekiyordu. Bu görevi önce imzacıların çalıştığı üniversitenin bağlı olduğu ilin Cumhuriyet savcıları üstlendi.
Ancak bir süre sonra imzacı akademisyenlere yönelik yürütülen cadı avının devam edeceğini ve amacının sadece diplomatik olmadığını düşünmeye başladım. İmzacıların çoğunluğunu eleştirel düşünceyi ve kamusal faydayı esas alan branşlarda bilimsel çalışmalar yapan akademisyenler oluşturmaktaydı.
Yani sosyal bilimciler, felsefeciler, şehir plancılar, adli tıpçılar, halk sağlığı uzmanı hekimler, insan hakları alanında uzmanlaşmış hukukçular imzacılar arasında çoğunluktaydı. Bu alanlar bir yandan eleştirel düşüncelerin daha kolay yeşerdiği diğer yandan da giderek neoliberalleşen üniversitelerde piyasalaşmaya direnç gösteren alanlardı.
Eleştirel düşüncenin üniversiteden dışlanması ve piyasalaşmaya direncin kırılması için imzacılar üzerinden bir tasfiye hareketinin yürütülmesi öngörüldüğünü düşünmeye başladım.
Mart başında, cadı avından ilk mağdur olan imzacı meslektaşlarımızla dayanışmayı ifade etmek ve onların yaşadıkları baskılar ve adaletsizlikler hakkında kamuoyunu bilgilendirmek üzere üyesi olduğum Eğitim-Sen 6 Nolu Şube’de bir basın açıklaması yapılacağı bilgisini edindim.
Bu dayanışmayı göstermenin mağdur edilmiş arkadaşlarımızın yüreğini biraz olsun serinleteceğini ve yeni mağduriyetlerin yaşanmasının önüne geçmeye hizmet edebileceğini düşündüm. Diğer yandan ifade özgürlüğüne tamamen aykırı biçimde yürütülen “akademik kıyım” hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesinin önemli bir sorumluluğumuz olduğu kanaatindeydim.
Çünkü ifade özgürlüğünün ihlal edildiği bir eğitim kurumunun üniversite adını taşımasının yanlış olduğunu düşünüyordum, halen de öyle düşünüyorum.
Bu düşüncelerle 10 Mart 2016 tarihinde Esra Mungan, Kıvanç Ersoy, Meral Camcı ve Muzaffer Kaya’nın okuduğu basın açıklamasını dinmeye ve desteklemeye gittim. Bildiri iki bölümden oluşuyordu.
İlk bölümde aynı zamanda ifade özgürlüğünü savunmak adına barış sözünden vazgeçilmediği vurgulanıyordu, ikinci bölümde ise ifade özgürlüğünü kullanmış olan akademisyenlerin uğradığı baskılar ve adaletsizlikler açıklanıyordu. Bu açıklamanın içeriğiyle ilgili şu ana dek herhangi bir soruşturma açılmadı.
Ancak basın açıklamasının hemen ardından açıklamayı okuyan imzacı meslektaşlarım gözaltına alınarak, tutuklandılar. Onların ve onlar nezdinde tüm imzacı akademisyenlerin en temel Anayasal hakları bir kez daha çiğnenmiş oldu.
Zaten bu sürecin bir devamı olarak, önce yüzlercemiz 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL çerçevesinde çıkartılan KHK’larla sorgusuz sualsiz kamu görevinden ihraç edildi, bugün de yüzlercemiz ağır ceza mahkemelerinde 10 Mart açıklamasını okuyan arkadaşlarımızın yargılanmasına neden olan iddianameyle içerik olarak hemen hemen aynı olan bir iddianameye dayanarak yargılanıyoruz. Yani imza metnini kamuoyuyla paylaşmamızın ertesi günü başlayan cadı avı aradan geçen 2,5 yılı aşkın süreye rağmen henüz bitmiş değil.
Anayasa’nın 10. Fıkrasının ilk maddesinde tanımlanmış olan hakkımız siyasi görüş ve tutumumuz nedeniyle ihlal edilmeye devam ediliyor.
Geçtiğimiz günlerde yabancı bir web gazetesinde dünyada en fazla beyin göçü veren İran üzerine yapılmış bir haber okudum. Bu haberde üniversite mezunu her dört İranlıdan birinin yaşamak üzere yurtdışını tercih etmesinin nedenleri sorunsallaştırılıyordu.
Kendisiyle görüşülen ve yurtdışında yaşayan bir İranlı biyolog özetle şunu söylüyordu: “İran’ın eğitim sistemi yüksek vasıflı lisans mezunu insan yetiştirmekte gayet başarılı. Ne var ki bu insanlar mezun olduklarında kendileri için yeterince cazip fırsatlar bulamıyorlar.
Tabii bunda hükümet baskısının ve bunun yol açtığı sonuçların en önemli etmen olduğunu söylememiz gerekiyor. İran’dan göç edenler para için göç etmiyorlar. Çünkü İran’da para kazanmak zor değil. Sosyal ve entelektüel düzeyde kazanç elde etmek için göç ediyorlar”.
Bu haber çok ilgimi çekmişti çünkü barış akademisyenlerine yönelik cadı avı başlatıldığından bu yana lisans ve üstü eğitimli çok sayıda insanın yurtdışına yerleştiğine tanık oldum. Yani sadece cadı avından mağdur olan akademisyenler değil, siyasi baskıyla birlikte üniversitelerde özgürlük ortamının giderek azalmasının sonucunda imzacı olmayan başarılı akademisyenler de, öğrenciler de yüzlerini yurtdışına çeviriyorlar.
Baktığımızda bu beyin göçü dinamiğinin temel itkisinin, İran örneğinde görüldüğü gibi, para olmadığını daha fazla özgürlük ve siyasi istikrar arayışı olduğunu görüyoruz. Bunun Türkiye’nin insan sermayesinin erimesi ve kendilerine yıllarca yatırım yapılmış vasıflı insanlardan yaptığı yatırımın karşılığını alamaması sonuçlarına yol açtığı açıktır.
Ne yazık ki bu dava sürecinin de ülkeye zarar veren insan sermayesi bakımından yoksullaşma sürecini daha da hızlandırması kaçınılmazdır.
İşte bu nedenle 10 Mart basın açıklamasına katılırken, hem mağdur olan arkadaşlarımla dayanışma göstermek istedim hem de “akademik kıyıma” ve ülkenin insan sermayesi bakımından yoksullaşmasına yol açan sürece dur demek istedim.
Beyanımı bitirirken, hakkımda suç isnadına birinci delil olarak sunulan açıklamalardan Bese Hozat’a ait olan ilkinin benimle alakasının olmadığını, içeriğinin ise imzalamış olduğum metinle 180 derece zıt olduğunu, ikinci delil olarak sunulan, kamuoyuyla “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla paylaşılan metni imzalamamın Anayasa’nın 26. Maddesi kapsamında bir fiil olduğunu, üçüncü delil olarak ileri sürülen 10 Mart basın açıklaması toplantısına katılmamın ise Anayasa’nın 10. Maddesinin ilk fıkrasında belirtilen Anayasal Eşitlik İlkesinin kendimin de aralarında olduğu imzacılar nezdinde çiğnenmesini engellemeye dönük bir fiil olduğunu belirtir, beraatimi talep ederim. (CÖ/TP)