Cariolou ile 1974'ü, Girne'yi, esirlik günlerini, babası Arris ve Annan planıyla ilgili duygularını konuşuyoruz:
Çocukluğunuzdan söz eder misiniz? Çocukluğunuzun Girne'si nasıldı?
Öncelikle ben denizci bir aileden geliyorum, büyükbabam denizciydi, babam denizciydi, ben de denizciyim... Girne'de doğdum ve belki dört beş yaşlarındayken babam beni limanda suya fırlatmış, "Acaba bu benim oğlum mu değil mi şimdi anlarız!" diyerek!
Bu kadar komik bir şey yani... Bu belki genlerime işlemiştir, insanlardan çok doğanın çağrıları vardı - Girne'nin özelliği doğasıydı... Zamanımın çoğunu denizde geçirirdim, yüzerdim, balık tutardım, o günlerde okulumu bitirmekte de çok zorlanıyordum... Girne'deki liseden mezun oldum ama bu çok çok zordu, ailem sürekli beni denizlerde arıyordu, eve ders çalışmaya gitmiyordum, doğa o kadar baştan çıkarıcıydı yani... Ve Girneliler de...
Nerelere giderdiniz denize?
Ailemizin evi, Girne'nin ana caddesindeydi, Ellados sokağıydı adı, şimdilerde adı Rocks Otel olan otel amcamındı, o günlerde adı Hesperides idi otelin. Girne limanının batısında kalıyor. Ailemizin evi oradaydı. Otelin içinden geçip arkaya doğru yürüdüğünüzde, dağlara doğru, çok büyük bir alan vardı, içinde portakal ve limon ağaçları vardı...
Ailemizin evi de oradaydı. Babam bir ev kiralamıştı Esso benzin istasyonunun oralarda, Lefkoşa'dan Girne'ye giderken, sağ kolunuzda birinci değil ikinci istasyon babama aitti. İlk evimiz kiralık bir evdi, o bölgedeydi. Babam çok küçük yaşlarda, şimdi müzeye dönüştü sanırım, bir ev yapmıştı. Girne'nin ana caddesinden yukarı doğru çıktığınızda sağda küçük beyaz bir kilise var, sağa ikinci dönüş sizi Rock Ruby'ye götürürdü, sanırım şimdi orası askeri bölgedir.
Sağa dördüncü dönüşünüzde çok büyük bir İngiliz evine varırsınız, o evi babam yaptırdıydı, şimdi sanırım müzedir. Ev sahil şeridine çok yakındı, ben beş altı yaşlarındayken bu eve taşınmıştık ve çocukluğum orada geçti... Çoğu zaman Girne'den Yılan Adası'na yüzerdim... Ve geri dönerdim yüzerek...
Ne tür balıkçılık yapardınız?
Zıpkınla avlanırdım... Orfo avlardım, levrek avlardım... Çok balık vardı...
Liseyi bitirdiniz...
Evet, ve İngiltere'ye üniversiteye gittim, Southampton'a... Burada yatçılık ve gemicilik okudum. Yat dizayn ve yapımcılığı ile marina yöneticiliğinin bir birleşimiydi bu... Masterimi de işletme konusunda yaptım.
Southampton da deniz kıyısında!
Kesinlikle!
Kıbrıs'tan farkı neydi, deniz kıyısında olduğunuz halde İngiltere'de?
Çok büyük fark vardı... Southampton yeni bir şeydi... Ben macerayı ve yeni şeyler keşfetmeyi severim her zaman. Deniz o kadar da davetkar değildi orada. Kıbrıs'ta ilk dalış kulübünü kuran adamın oğluydum, modern dalış takımlarıyla, tüplerle, scuba dediklerini Girne'de yapıyorduk...
İngiltere'ye gitmeden önce zaten modern dalış takımlarıyla dalıyordum Girne'de. İngiltere'ye gittiğimde bunu sürdürmeye çalıştım ancak o kadar hoş değildi çünkü görüş mesafesi sıfırdı, özellikle Southampton'da... O nedenle yalnızca yelkenliyle açılıyordum. Girne'deyken kendime birkaç yelkenli gemi yapmıştım, sonra kendi teknemi satın almıştım, bu limanda dururdu.
Girne'den nereye giderdiniz yelkenliyle?
Girne'den taa Kormacit Burnu'na kadar giderdim, yelkenli derken motor yok yani, yalnızca yelkenlerle giderdim. Karpaz uzaktı... Babamla açılırdık denize, hatta bir keresinde beni Türkiye'ye de götürmüştü, çok küçüktüm, yalnızca Anamur Kalesi'ni hatırlıyorum. Çünkü babam iki aylık geziler düzenlerdi - Girne'den Antalya'ya, Anamur'a, Mersin'e, Suriye, Lübnan, Mağusa, Karpaz'a ve geri Girne'ye doğru... Bu geziler iki ay kadar sürerdi yaz aylarında... Daha çok İngilizler katılırdı bu gezilere... Babamın adı Andreas Cariolou'ydu, Girne'deki Batık Gemi'yi keşfeden adamdı...
Batık Gemi'yi nasıl keşfetmişti?
Tüm yaşamı denizde geçerdi, çok dalardı... Bir süre sonra sünger ekmeye başlamıştı. Sünger aslında bir bitki değil bir hayvan türüdür. Çoğalır ve yaşar, çok tuhaf bir hayvandır... Sünger ekiyordu babam, dalışlarının birinde 1965 Kasım ayındaydı, 30-35 metre kadar suyun altındayken, teknesinin çapasının sürüklendiğini fark etmişti.
Çamurlarda sürükleniyordu çapa, babam da çapayı izlemeye başlamıştı. Çok büyük bir çamur bulutu oluşmuştu, aniden suyun altında amforalardan oluşmuş büyük bir tepe gördü... Ancak çapasını yakalamaya çalışırken, yanından geçip gitti bu amforaların. Yukarıya çıktı, deniz çok fırtınalıydı... Dramundana dediğimiz kuzey rüzgarları gelir Kasım'da ve Girne'de deniz çok sertleşebilir...
Çok hızlı biçimde teknesini çalıştırıp limana dönmek zorunda kaldı. Yerini tam olarak saptayacak zamanı yoktu. Sonra, Girne'de mimar olan bir arkadaşına söz etti bundan yalnızca... Bir buçuk yıl boyunca amforaları yeniden buluncaya dek dalışlarını sürdürdü. Sürekli yakınına dalıyordu ama bulamıyordu... 1967'nin başlarında nihayet buldu amforaları, bu kez tam olarak yerini belirleyebildi ve bunu haritaya geçirdi... Sonra arkeologlar geldi, gemiyi çıkardı ve sonucunu şimdi Girne Kalesi'nde görüyorsunuz...
O gemi nereden nereye gidiyordu?
Bilimsel olarak bir tahmin yapabiliriz... Rodos'tan Samos'a, oradan Türk kıyılarına, oradan Girne'ye gitmiş olabilir... Veya Filistin'den Karpaz'a, Girne'ye sonra da Rodos'a doğru yol almış olabilir... Çünkü bölgeye ait seramikler bulundu gemide... Bilmiyoruz. Çok büyük olasılık Yunanistan'dan geliyordu -388 tane amfora buldular, ancak o dönem bunlar Coca Cola şişeleri gibi kullanılıyordu - amforanın içindekiler boşalınca geri veriyordunuz, gemi boş amforaları taşıyor, doldurup geri getiriyordu. O nedenle tam olarak bilemiyoruz. Ancak gemi bu bölgede seyahat ediyordu...
O günleri hatırlıyor musunuz? Heyecanlanmış mıydınız?
O günleri çok iyi hatırlıyorum, 15 yaşlarında falandım, çok heyecanlanmıştım. Babamla birlikte dalarak ilk fotoğrafları ben çekmiştim, bir sualtı kamerasıyla... Arkeologlar gelip çalışmaya başladıktan sonra bir dalgıç olarak başvuruda bulunmuştum ve yazın, okul tatile girdiğinde çalışıyordum onlarla... Çok ilginç günler geçirdim orada...
Southampton'da okulu bitirdiniz... Sonra ne oldu?
1976'da bitirdim okulumu ama bu kez Larnaka'ya döndüm...
Bu arada 1974'ü nasıl yaşamıştı aileniz? Siz burada mıydınız?
Kıbrıs'taydım. 1974 Temmuz başlarında dönmüştüm İngiltere'den... Babama yardım ediyordum, babamın tekneleri vardı, büyük tekne 70 fitlik bir şeydi, 17 metre falan. Büyük bir dalış teknesiydi, Norveç'ten satın almıştı, onu sudan çıkarıp 6 mile götürecektik, burada biraz arazimiz vardı... Burada tekneyi tamir edecektik, ben de Southampton'da öğrendiklerimi uygulayacaktım, bazı tahtaları değiştirecektik...
Çünkü biraz eski bir tekneydi. Sonra 6 milde onu suya indirecektik - bunu yaptık ta, son derece ilkel yöntemlerle suya indirdik! 9 ya da 10 Temmuz falandı tekneyi suya indirdiğimizde, birkaç gün isterdi suda ki tahta eski yumuşak haline gelebilsin, tüm delikler kapansın, su sızdırmasın içeriye...
Babam yaz aylarında bir dalış okulu çalıştırıyordu, kışları da çiftçilik yapıyordu, limon ve portakal ağaçları ekiyordu 6 mil'de... Bir de Esso benzin istasyonu vardı, onu çalıştırıyordu... Otel amcama aitti, adı Anastasis Cariolou ve yaşıyor... 15 Temmuz'da aniden bir darbe oldu.
Yaşlı sünger avcısı komünist
Babam çok açık fikirli bir adamdı, inanıyorum ki eğitimi çok farklı insanlarla tanışmasına olanak tanıyordu. Bir tür filozof gibiydi yani... Türkçe'yi çok iyi konuşurdu, kendi gemisiyle uzun yıllar Türkiye kıyılarını gezmişti. Teorik olarak bir komünistti, inancı çok güçlüydü bu yönde, AKEL'in üyesiydi ancak politikacılara inanmadığı için bir noktada partiden ayrılmıştı.
Yaşam biçimi olağanüstüydü... Çok sade giyinirdi, eğitim düzeyine karşın, her zaman kendini "Yaşlı sünger avcısı, balıkçı" gibi takdim etmeyi severdi. Bu da pek çok yabancıyı şaşırtırdı. National Geographic dergisi de buna şaşırmıştı, onunla ilgili çok iyi şeyler yazmışlardı. Tüm bunlardan ötürü darbe babamın hoşuna gitmemişti. Soldan gelenler darbeden hoşnut olmamıştı...
Darbecilerin Girne'de empoze etmeye çalıştığı olağanüstü hale karşın babam işini sürdürmeye çalıştı. Yine teknelere binip motoru çalıştırdık, limandan çıkmaya çalıştık, Girne Kalesi'ndeki nöbetçileri bize ateş açınca, limandan dışarı çıkamadık... O ana kadar babam pasif biçimde reaksiyon göstermişti ancak ateş açma olayından sonra saldırgan biçimde tepki vermeye başladı.
Askerin telefon hatlarını kesmiştim
Tutuklandı, birkaç gün onu polis merkezinde tuttular, nedense onu serbest bıraktılar. Eve döndü... Ben o günlerde gençtim ve kolayca etki altında kalıyordum. "Bu insanlarla savaşmalıyız" diyordum... Gidip darbeye karşı olan başka insanlara katıldım. "Savaşmalıyız" derken hiçbir şeyimiz yoktu! Ne silahımız vardı, ne de başka birşey! Biz de askeri kamplara giden telefon hatlarını kesmeye başladık! Askeri telefon hatlarından birini kestiğimi hatırlıyorum...
Girne'den Lefkoşa'ya giderken Ciklos mevkiinde askeri bir kamp vardı, gidip onların telefon hatlarını kesmiştim, bizi gördüler ve peşimize düşmüşlerdi. Eve dönemiyordum, dağlarda kaldım... St. Hilarion'un altında saklanıyordum, 17'sinden 20'sine dek orada kaldım.
Ne olup bittiği hakkında pek az bilgi vardı. 20'sinde sabah saat 5'te iki torpido gemisinin limandan çıktığını, iki uçağın da Girne Limanı üstünde uçtuğunu gördüm. Torpido gemilerinden birinin uçaklara ateş açtığını, uçaklardan birinin de geri dönüp torpido gemisini vurup batırdığını gördüm...
Babam Türkler işgal eder demişti
Ne olduğunu bilmiyordum çünkü gelişmelerden haberim yoktu. Aşağı inip ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Sonra yavaş yavaş gemiler göründü ufukta... O zaman ne olduğunu öğrenmiştim... En azından benim ailem için, özellikle babam için tüm bunlar beklenen gelişmelerdi...
Bizlerden çok daha uzağı çok daha net biçimde görebilen babam, pek çok kez "Eğer böyle devam edersek Türkiye gelip işgal edecek burayı, garanti ederim!" demişti. Geçmişte bu söylediklerine herkes güler geçerdi ama şimdi bunun gerçek olduğuna tanık oluyorduk.
Bundan sonra Yunan subayların çoğunun Girne'yi terk ettiğini gördük... İşgal başlamıştı. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Sivil savunmaya katılmaya çalıştım. Önce silah bulup 5 mil'e gidip Türk ordusunu durdurmayı düşündüm... Çok iyi hatırlıyorum, Girne polis merkezinde Yunan subayları vardı, gidip işgali durdurmak için silah istediğimizde bana bağırarak "Eğer Türkleri durdurmak istiyorsan, battaniyelerini al yatağından ve git tanklarının geçeceği yola at!" dedi.
Evden çıkarken Türk ordusu tutukladı
Polis istasyonuna gittiğimizde herhalde orada olan birileri kim olduğumuzu Yunan subayına söylemişlerdi çünkü o günlerde toplum ikiye bölünmüştü: sol ve sağ olarak, daha somut söylemek gerekirse Makarios'u destekleyenler ve darbeyi destekleyenler olarak... Oradan ayrılıp sivil savunmaya katılmaya gittik, 5 mil'de savaşan kendi insanlarımıza yiyecek ve malzeme taşımaya gittik, günlerden Cumartesi'ydi... 5 mil dediğim, Türklerin çıkarma yaptığı plaj... Biz buraya 5 mil plajı diyoruz.
Bundan sonra Pazartesi günü Türk ordusu Girne'ye girdi. Glepini köyüne gittim, burası Girne'nin doğusunda bir köycüktü, birkaç gün içinde ateşkes olmuştu, ateşkes olunca Girne'ye geri döndüm. Şehir tümüyle boş görünüyordu, evime gittim. Evden çıkarken Türk ordusu tarafından tutuklandım.
Oradan Templos yakınlarında küçük bir eve götürüldüm. Sanırım Birleşmiş Milletler görmüştü Türk askerlerinin bizi oraya götürmesini, daha sonra Birleşmiş Milletler bir otobüsle geldi ve bizi o küçük evden otobüse bindirip Dome Otel'e götürdüler. Ailem oradaydı, bin kişi kadar Girneli Dome Otel'deydi. Herkesi otelde toplamışlardı.
Birleşmiş Milletler mi toplamıştı herkesi Dome Otel'de?
Birleşmiş Milletler... Sanırım Türk ordusu da herkesin Dome Otel'de toplanmasını istemişti... Orada birkaç hafta kaldım... Şunu da unutmayacağım hiç: Dome'dan alınıp götürülmeden önce Denktaş oteli ziyaret etti. O güne dek bunu pek bilmiyordum ama o gün şunu anladım: babam Denktaş'ın ya sınıf arkadaşıydı ya da birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. Çünkü Denktaş otele gelir gelmez babam gidip ona "Be Rauf, nedir yaptığın? Neler oluyor?" demiş ve konuşmaya başlamışlardı...
Çok şaşırmıştım... Rauf ona "Hiç kaygılanma, burada kal... 3-4 haftaya kadar evine döneceksin... Sakın Girne'den ayrılma" demiş... Babam da "Tamam" demiş. Sonraları annem bana şunu anlattı: babamla Denktaş gerçekten aynı okula gitmişler, İngiliz Okulu'na ve çok uzun süredir birbirlerini tanıyorlarmış... O nedenle birbirlerine inanmamak için bir nedenleri yokmuş...
Neyse, bir gün elinde isim listesi olan bir kişi geldi otele, isimleri çağırmaya başladılar, benim adım da listedeydi... Dışarı çıktım. Bizi Girne Polis Merkezi'ne götüreceklerini, burada kimliklerimizi kontrol edeceklerini ve sonra geri getireceklerini söylediler. Bu da Girne'yi son görüşüm oldu... Dome Otel'den çıktığımız anda, artık Türk ordusunun esirleriydik gerçek yaşamda...
Kıbrıslı Türk polisler çok iyiydi
Birleşmiş Milletler, İngiliz askerlerinden oluşan Birleşmiş Milletler'di. Türk ordusu onlara "Güvenliklerini garanti ediyoruz, onları yalnızca Girne polis merkezine götüreceğiz ve geri getireceğiz" demişti... Elbette kimse o günlerde onları kontrol edemezdi... Ve elbette bizi Girne Polis Merkezi'ne götürmediler, Lefkoşa'ya, Sarayönü'ndeki polis merkezine götürdüler, orada bir hafta kadar kaldık.
Yine çok dokunaklı olan bir sahneyi asla unutmayacağım: Sarayönü'nde polis istasyonunda hücrelerdeydik, tipik Kıbrıslılar Coca Cola'larını istiyorlardı, piskotçuklarını istiyorlardı, sandöviçlerini, kebapçıklarını, yani alışkın oldukları her şeyi istiyorlardı hücrelerde olsalar da!
Askerler hücrede Cola şişesi görünce
Bazılarımızın üstünde para vardı, Kıbrıslı Türk polislerin çok büyük çoğunluğu inanılmaz derecede dostça, merhametli ve iyi davranıyordu bizlere... Ne istiyorsak getiriyorlardı... Ancak bir haftanın sonunda Türk ordusundan subaylar gelip hücrelerde Coca Cola şişelerini gördüler ve çılgına döndüler! Kıbrıslı Türk polisleri dövmeye başladılar, yaşlıca bir Kıbrıslı Türk polisi hatırlıyorum 55-60 yaşlarında falan olmalıydı...
Onu o kadar dövmüşlerdi ki sanırım bayılmıştı... Onları bizi yedirdikleri için dövüyorlardı... O günden sonra artık ellerimizi, ayaklarımızı, gözlerimizi bağlamaya başladılar. Bizi bir kamyona yüklediler, bir yerlere götürdüler, gözlerim bağlı olduğu için göremiyordum... Çok sıkı bağlanmıştı gözlerim...
Başkaları söylüyordu bana nereye gittiğimizi, bizi Yılan Adası'na götürdüler, burası yüzdüğüm, balık avladığım adaydı... Burada bizi bir gemiye bindirdiler... Ve sonra da tatilimi Türkiye'de geçirdim! Amasya'yı, Adana'yı, Mersin'i ziyaret ettim... Elbette buralardaki hapishaneleri...
Buralarda nasıl davranıyorlardı size?
Çok kötüydü... Amasya hapishanelerinden serbest bırakılırken yaşadığım bir sahneyi anlatayım size, o zaman böylesi bir yerde ne tür bir davranış olabileceğini düşünün... Kızıl Haç gelmişti, Kızıl Haç'la birlikteydik, Amasya hapishanesinden dışarıya çıkmıştık. Bir manga Türk askeri duruyordu subaylarıyla birlikte.
Sanırım Türk askerlerinden biri doğru durmuyordu ya da üniformasında bir sorun vardı, tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Subay onları denetlerken bunu fark etti ve silahını bu erin elinden alarak havaya kaldırdı ve tüm gücüyle kafasına vurdu... Bu inanılmaz bir şeydi! Eğer bu insanlar kendi insanlarına böyle davranıyorsaydı, bize neden daha iyi davransınlar? Ama yine orada da, çok tuhaf şeyler görebilirdiniz...
Amasya'da bir Türk nöbetçiyle konuşabiliyordum, Suriye kökenliydi, sanırım Antakyalı'ydı... Bana kendini hala Suriyeli gibi hissettiğini anlatıyordu... Genç biriydi, askerliğini yapıyordu. Çok merhametli biriydi, her zaman bir şey isteyip istemediğimizi sorardı... Her zaman da sağına soluna bakardı birisi izliyor mu diye kendisini. Onu izlemediklerinde çok merhametli, çok insanca davranırdı... 1974 Eylül ayının sonlarında geri döndüm Kıbrıs'a... Önce bizi yine Yılan Adası'na götürdüler, Girne'nin dışından geçip Lefkoşa'ya, oradan da Ledra Palace'a götürüldük, sonra da bu tarafa geçtik... Sonra da Yunanistan'a gemiyle gittim, oradan da uçakla İngiltere'ye... O günlerde Kıbrıs'tan uçuş yoktu...
Tüm bu sürede babanız Andreas sizinle değildi...
Hayır, o Dome Otel'deydi annemle birlikte... Babam Denktaş'ın kendisine verdiği sözün yüzde 100 geçerli olmadığına inandıktan sonra Dome Otel'den ayrıldılar... Sürekli olarak "Ama haklı olmalı Denktaş" diyormuş... Bir yıl kadar kaldılar, bir yıl bekledikten sonra artık böyle kalamayacağını anlamıştı, herkes Dome Otel'deydi... Sık sık onlara "Evinize döneceksiniz" diyorlardı... Evlerine hiç dönemediler... Önce Lefkoşa'da bazı akrabaların yanında kaldılar, sonra da Larnaka' ya geldiler.
Onların duygularını hatırlıyor musun? Evlerini kaybetmişlerdi, işlerini kaybetmişlerdi... Girne'den ayrılırken herhangi birşey alabilmişler miydi yanlarına?
Arabanın içine sığacak kadar şey almalarına izin verilmişti. Annem tabii bütün fotoğrafları topladı! Tüm anıları toparladı! Babam da süngerlerinin bir bölümünü aldı... Hepsi bu... Olağan bir kişi değildi babam... Tipik bir insan değildi, bir filozof gibiydi... Çok düşünürdü... Annesi de Trakya'dan göçmendi... Babam bu bölgenin insanlarını inceliyordu, sürekli okuyor, araştırıyordu, bu bölgenin insanlarının sorun çıkaracağını tahmin ediyordu...
Hemen kendi işini yeniden kurmaya başladı, o kadar enternasyonal bir kişiydi ki, çok arkadaşı vardı dünyanın her yerinden, tüm arkadaşları Larnaka'ya gelmeye başladı ve kısa sürede kendi ayakları üzerinde durmayı başardı maddi olarak... Yine denizle uğraşıyordu...
1977'ye dek sürdürdü işini, o tarihte korkunç bir kaza oldu... Birleşmiş Milletler Kanada kontenjanından bazı askerleri dalışa götürmüştü... Kanadalı bir dalış uzmanı ve öğrencisi aşağıdayken, 140 metre derinlikte bir şeyler olmuştu... Babam öğrencinin baygın halde, 140 metre derinlikte bulunduğunu, ağzında da tüpünün olmadığını görünce onu kurtarmaya çalıştı... Sonuçta Kanadalıyla birlikte babam da yaşamını yitirdi... Yani onu 1977'de bu deniz kazasında kaybettik...
Denizde öldü...
Tam olarak istediği gibi öldü... Çok üzgündük ama pek azımız ölmek istediğimiz biçimi seçebiliriz... İnanılmaz bir şeydi ama tam olarak ölmek istediği biçimde öldü. Her zaman şöyle derdi: "Gerçek Tanrı deniz altındadır! Deniz altında ölmek isterim!" Anneme de sürekli "Ölünce lütfen ayaklarıma büyük bir taş bağlayın ve beni denize atın!" derdi... "Bu kadar sene o kadar çok orfo yedim ki, şimdi sıra onlarda!" derdi... Kara mizahçıydı çoğu zaman! Lefkoşa'da gömülüdür...Annem onu denize gömmek istemedi, o bizlerden daha fazla dinine bağlı...
Şimdi Kıbrıs Turizm Örgütü CTO'da çalışıyorsunuz...
Ben CTO'yla çalışmıyorum, denizle çalışıyorum... CTO, denizle ilgili bir şeyler istiyor, o nedenle CTO'yla çalışıyorum...
Şimdi nerede denize gidiyorsunuz? Larnaka'da mı, Leymosun'da mı, Baf'ta mı?
Girne'ye gitmeyi bekliyorum... Temelde bir denizciyim, yelkenlilerle seyahat etmeyi severim... Artık dalmıyorum, hayatım boyunca o kadar çok dalış yaptım ki... Larnaka'da yelkenliyle açılırım ancak bir çözümü istekle bekliyorum ki Girne'ye yeniden gidebilelim...
Yelkenliyle Larnaka'da denize açılmakla Girne'de denize açılmak arasında ne gibi bir fark var? Kokular mı? Denizin kendisi mi? Neler hissedersiniz bu iki yerde?
Duygusal bölümü çıkarıp atmak mümkün değil ancak bunu yapsam bile, öncelikle Girne'de rüzgar her zaman batıdan bazen da kış aylarında doğudan eser... O nedenle Girne'nin tüm kıyı şeridinde rahatlıkla yelken açıp gidip gelebilirsiniz. Girne kıyı şeridi kayalıktır, ben her zaman kayalıkları tercih ederim kumluk sahillere...
Neden?
Eğer duygusal değilsem ve pratik biriysem ayaklarınızdan kumu yıkamak için temiz suya ihtiyaç duymazsınız kayalık yerde yüzdüğünüzde... Bir kayadan denize atlarsınız, çıktığınızda yine temizsiniz!
Girne'deki kıyı şeridi bu nedenle başka herhangi bir yerden daha iyidir bu bakımdan. O nedenle Girneliler için en ufak bir şansı bile yakalayıp sorunu nasıl çözeceğimizi müzakere etmek çok önemlidir...
Babanız şimdi hayatta olsaydı, 10-11 Kasım'da Annan planını Denktaş, Klerides ve tüm ilgili taraflara gönderdiğinde, neler hissedecekti? Neler söyleyecekti size? Bir tür filozof olduğunu bildiğinize göre...
Ne denli tartışma yaratan bir kişiliğe sahip olduğunu bildiğime göre, hiçbir tereddüdü olmazdı... 1977'de öldü, ölümünün üzerinden onca yıl geçti ancak bizden önce dahi Girne'de yaşamanın bir yöntemini bulabilmiştir diye hissederim. Vizyon sahibi bir adamdı çünkü, o kadar çok insanla o kadar çok ilişkisi vardı ki... Örneğin 3-4 hafta önce, Girne'yi ziyaret edebilen çok şanslı birkaç insandan biri oldum, bir grup arkadaşla birlikte...
1974'ten sonra ilk kez miydi Girne'ye gidişiniz?
Evet...
Neler hissettiniz?
Gruptakilere göre ben çılgın bir adamdım! İçmek istemiyordum, yemek istemiyordum, tuvalete gitmek istemiyordum, limanda bir aşağı bir yukarı yürüyordum... Ve kesinlikle oradan ayrılmak istemiyordum. Birden Kemal'in orada bir sandalyede oturduğunu gördüm. O Girne'de en iyi balıkçılarımızdan biriydi! Kemal şimdi 80-90 yaşlarında olmalı... Eli kırıktı ve öylece oturuyordu.
Hemen onu tanıdım, durup uzun uzun ona baktım... Kara gözlükler takmıştı, beni tanıyamazdı... "Re Kemal! Napan be!" dedim ona. Bana baktı. Gidip yanına oturup elimi dizine koydum. Gözlüklerini kaldırıp bana baktı...
Çok adaletsiz bir durumdu bu çünkü ben o zaman genç bir çocuktum, beni elbette hatırlayamazdı... Ona "Ben Arris'in oğluyum" dedim... Babam Girne'de Andreas diye değil "Arris" olarak bilinirdi.
"Demek Arris'in oğlusun!"
"Aman Tanrım! Demek Arris'in oğlusun ha!" dedi. Çok duygulanmıştı, bana sarıldı. Sonra bana babamı o şekilde yitirmemizden ne kadar üzüldüğünü anlatmaya başladı. Yaşam biçimi ve insanlara davranışları nedeniyle her zaman dosttu herkesle, kimseyle takışmazdı...
Şunu da eklemeliyim. Babam bize her zaman Kıbrıslı Türklerin daha dürüst ve daha özgün olduğunu söylerdi bizlere göre... Ama babam böyleydi işte: her zaman satır aralarını okuyabilirdi, göstermek istediği gibi basit, sıradan bir adam değildi... Her zaman çok mütevazi giyinirdi, yaz kış sandal giyerdi ayakkabı yerine... Her zaman güneş yanığıydı...
Kemal da onu öyle hatırlıyordu... Oturup saatlerce konuştuk Kemal'le... Ve Kemal bana şuna da buna da selam söyle diye sıralamaya başladı, aman dedim tüm bu isimleri nasıl hatırlayacağım... Yalnızca geri dönme düşüncesine dokunmak bile çok güzeldi... Pek çok Girneli böyle hissediyor, herkes değil elbet ancak pek çok Girneli dönmek istiyor...
O genç kızı kucaklamak isterdik
Annan planını okuduğumda görüyorum ki bazı noktacıklarını daha adil biçimde düzenlemek gerekir, yüzdelikler bakımından, zamanlama bakımından... Ancak bunun tartışılıp müzakere edilmesini heyecanla bekliyorum... Kesinlikle çöpe atılacak bir şey değil, bir çözüm bulmalıyız... Çok heyecanlıyız...
Türk tarafında birkaç gün önce yapılan gösteriler de bizim için sürpriz oldu, inanılmaz bir şeydi... Öteki tarafta neler olup bittiğini biliyoruz, biliyoruz ki pek az insan çok iyi yaşıyor öteki tarafta...
Acı çekildiğini biliyoruz... 80-90 bin Kıbrıslı Türk yurttaşımızın İngiltere'ye ya da başka yerlere tesadüfen göç etmemiş olduğunu biliyoruz. Biliyoruz ki bu tesadüf değildir, bir nedeni olmalıdır... O nedenle bu gösterileri çok cesurca bulduk... Mağusa Üniversitesi'nde ayağa kalkıp konuşan o genç kızı da kucaklamak isterdik, o da inanılmaz bir şeydi...
Peki o genç kızımızın babasının bir "yerleşik" olduğunu biliyor muydunuz?
Bilmiyordum...
Gördünüz mü?
Bu benim için çok büyük bir sürpriz... Bunu herkes öğrenmeli...
Çünkü insanların damarlarında ne tür kan aktığına bakacak olursak, bu bizi hiçbir yere götürmez... Birbirimizin insan yüzünü görmeliyiz, insanlığını görmeliyiz...
Bir makale yazdım birkaç gün önce ve şöyle dedim: Neden Kıbrıslı Türklerin hangi yerleşiklerin Kıbrıs'ta kalacağına hangilerinin gideceğine karar vermesine rıza göstermiyoruz? Ben kişisel olarak Kıbrıslı Türklerin vereceği karara tümüyle güvenirim. Kimin "yerleşik" kimin "Kıbrıslı" olduğuna Kıbrıslı Türklerin karar vermesini bırakırsak, ben Kıbrıslı Türklerin vereceği kararlara tümüyle güvenirim.
Çünkü onlar biliyorlar, onlar yaşıyor, acı çeken onlardır... Sanırım önümüzde iyi bir şans var... AB'ye katılmayı da merakla bekliyoruz, bunun ne zaman ve nerede olacağını bilmiyoruz ama umuyoruz. Avrupalılar bizlere pek çok güvence veriyor... Kaygı duyduğumuz şey çözümdür... Kimi zaman inanılmayacak kadar iyi gibi geliyor çözümü düşünmek... Zaman hızla ilerliyor, umud ediyoruz...
Girne Limanı'nda size en çarpıcı gelen şey ne olmuştu?
En şaşırtıcı şey, kendimi tümüyle evimde hissetmemdi... Tümüyle güvencede... Belki de bu "güvence" duygusu gerçek değildi ama böyle hissediyordum. Tümüyle evimdeydim, çok rahattım, kesinlikle diğerlerle oturup bir şey yemek istemiyordum. Koklanmak, dokanmak istiyordum, yürümek istiyordum...
Arkadaşlarımdan biri, Necdet, "Hey gel otur, bir şeyler ye!" diyordu. "Hayır! Kesinlikle! Onca yıl sonra pillerimi dolduruyorum, beni rahat bırakın, bırakın yürüyeyim!" dedim... Necdet bana "Evine kadar yürümek istemez misin?" diye sordu. "Hayır, benim evim burası!" dedim...
Ev, ille de bir dam altı değildir... Zaten pratikte yaşamımın büyük bölümü dışarıda geçti, denizlerde, limanda... Bu nedenle pek çok yabancı, Bay Annan dahil, anlayamıyorlar bazı şeyleri... Bir daha asla limanda yaşayamayacak bir insanı nasıl tazmin edebilirsin? Ya da dağlara doğru bir yürüyüş yapamamanın tazminatı olur mu?
Girne'de oy kullanmak
Ben bir Girneliyim, eğer önüme öyle bir çözüm gelirse ve beni Girne'de yaşamaktan alıkoyarsa, ancak oraya gidip gelebilirsem, gidip yüzebilirsem Girne'de, bunu kabul edebilirim... Tek küçük sorunum kendi çocuklarımla ilgilidir. Sorun nedir? Benim insan haklarım var, örneğin Girne'de yaşama hakkım... Sizlere Girne'de oy verme hakkım mesela... Veya sizlerin bana Girne'de oy verme hakkınız...
Bunlar benim insan haklarımdır, yalnızca bana aittirler, bunlarla ne istersem yaparım. Bunları savurup atmaya karar verdim diyelim. Bir tek insan hakkı var ki ne sana ne de bana aittir. Mülkiyet hakkı bize anne babalarımızdan geçer ve biz de bu hakkı çocuklarımıza geçiririz...
Bu hakkı alıp çöpe atamayız. Benim kişisel olarak karşı karşıya kaldığım tek küçük sorun budur... Mülk bize miras kalır atalarımızdan ve çocuklarımıza bunu aktarma görevimiz vardır... O nedenle tam anlamıyla kişisel olarak bize ait bir hak değildir çünkü çocuklarımıza aktarmamız gerekir...
Girne'de yüzmek
Tek sorunum bu noktada. Geriye kalanlarla hiçbir sorunum yok... Bazı dostlarımla şakalaşıyordum, şöyle dedim: Eğer çözüm öyle bir biçimde olur ve ömrümün geri kalanında asla Girne'de ikamet edemeyeceğim, Girne'deki malımın tadını çıkaramayacağım ancak çocuklarım bunları yapabilecek şeklinde empoze edilirse, yine bir sorunum olmaz dedim.
Yeter ki Girne'ye gidip yüzmeme ve geri dönmeme izin versinler... Çok mutlu olacağım o zaman... Her halükarda, son 27 yıldan çok daha iyi olacak... Girneli birisi olarak Girne'yi seviyorum, dönmeyi çok istiyorum Girne'ye... Annan planını bugüne kadar yapılan en iyi öneri olarak görüyorum.
Kesinlikle "Hayır bu plan berbattır, çöpe atılmalı" diyen Girnelilere katılmıyorum. Evet, her iki tarafın insan haklarını da çiğniyor ama ne yapabiliriz? Bunca yıldır elde ettiğimiz en iyi şans bu, ben bu fırsatı yakalamak istiyorum eğer bana bu fırsat verilirse... (SU/NM)
(Devam edecek)
(*) Bu röportaj dizisi Yenidüzen gazetesinde 2.12.2002 tarihinden itibaren 7 gün yayımlandı.