Depo’ya bugünlerde uğrarsanız iki önemli sergi sizi bekliyor olacak. Mürüvvet Türkyılmaz “Bilinmeyen bölge, gittiği yere kadar” sergisi ikinci katı mesken tutmuşken, ilk katta da Neriman Polat’ın “Ev Nöbeti” sergisi var. İkisini de 16 Şubat'a kadar gezebilirsiniz.
Neriman Polat’la, kadınların ev nöbetini, erkek şiddetinin öldürdüğü kadınların ismini duvarına alan bir kahvehaneyi, Gezi direnişinin sanatsal üretime etkilerini ve sanatçı örgütlenmesinin ahvalini konuştuk.
“Ev Nöbeti” sergisinde fotoğraf, video ve kolaj çalışmaları görüyoruz. Kesmek Üzerine” (2009) işi hariç ekseriyetle 2013 yılı not düşülmüş. Hazırlık aşamasından bahseder misiniz?
Son iki üç senenin çalışmaları. 2009'da başladığım “Kesmek Üzerine” serisinden de yola çıktım. Daha çok evin içerisinden hareket eden bir sergi yapmak istedim. Bundan önce “Baba Evi Apartmanı” diye bir sergi açmıştım. Onda da şehir, kadın, kentsel dönüşüm gibi meseleler söz konusuydu.
Bu sefer sokaktan değil, evin içerisinden ama sokağa da biraz dar mesafeden bakmak ve son yıllarda yaşadığımız şiddeti, baskıyı işin içine katmak istedim. Ben tek bir vuruş yapmayı seviyorum. Özellikle bu sergide bir kareyle anlatmayı istedim. Ona varabilmek kolay olmadı. Ayrıca daha önceki sergilere göre daha kapsamlı bir sergiydi diyebilirim.
“Aidiyet duygumuz paramparça”
Evin içine çok da olumlu bir bakış atılmıyor sergide. Tekinsiz bir hava var. Ev nöbetini açar mısınız biraz?
Benim uydurduğum bir kavram. Hatta “google”da ev nöbetini aratınca TOKİ’ler çıktı. Haberde insanlar TOKİ’den ev alabilmek için bankalar önünde kuyruk olmuşlar, yataklar falan serip beklemişler. Mülkiyete olan bağlılığımız çok temel bir sorun. Tabii aidiyet duygusuyla ilgili bir şey ve aidiyeti de çok zor yaşıyoruz bu coğrafyada, epey paramparça olmuş durumda bu duygumuz. Biraz oradan bakmaya çalıştım. Evin içerisindeki güvensizlik, tekinsizlik.
Tabii toplumsal cinsiyete de referans veren bir kavram; çünkü bu nöbet bize, özellikle kadınlara görev gibi verilmiş bir şey. Sergi tamamen kadın meselesine odaklı bir sergi. Bu görev AKP hükümetiyle daha da üzerimize bindirildi. Artık kadın kelimesi bile kullanılmıyor. Kadını değil aileyi korumak üzere her şey. Bunu daha çok sorgulamak için “ev nöbeti” oldu.
Sergide somut olarak algılayabilecğeimiz, belki biraz da kolektif bilinçaltına göndermede bulunan birtakım göstergeler var. Bunlar toplumsal olarak travmatik olduğumuzu mu gösteriyor bilmiyorum, mesela kemer var, sürekli dolaşan azrail var...
Bana bu sergiyi yaptıran aslında kadın cinayetlerine duyduğum öfke ve bununla baş edemememdi. O yüzden bir kahraman yaratma ihtiyacı duydum ve bu azrail oldu. Adalet temsilcisi, vicdan nöbetçisi. Doğadan geliyor, yeni yapılan evin içerisinde dolaşıyor. Cinsiyeti var, kadın. Ama herkesin gözüne sokmuyor, ayrıntılarda gizliyor. Bazı fotoğraflarda anlıyoruz kadın olduğunu. Adaletle vicdan arasında salınan, her gün meşrulaşmış hale gelen bu kadın cinayetlerinin intikamını almak isteyen bir kahraman gibi. Bu benim okumam.
Geçen sene Kumbaracı yokuşunda, "Acı kahve" isimli çalışmanızda erkeklerin oturduğu bir kahvenin camına erkeklerin öldürdüğü kadınların ismini yazmıştınız.
Arzu Yayıntaş’la birlikte yaptık. Önemli olması, serginin ya da herhangi bir sanat etkinliğinin parçası olmamasından kaynaklanıyordu. Bir de sayı olarak kullanılıyor ya kadın cinayetleri, biz o sayı meselesinden çıkarmak istedik. Son bir yılda erkekler tarafından öldürülen kadınların isimlerini kahvenin camına astık. Bıraktık orada, içeride erkekler oyunlarını oynadılar. Hatta o mahalleden öldürülen bir kadının ismi de vardı camda. Tabii bunu aralarında tartıştılar kahvenin müdavimleri. Sonra ilginç şeyler oldu, bir slogan çıktı kahveden, “Kadına şiddet uygulayan bu kahveye giremez” diye. Bu ne kadar gerçek ne kadar değil bilemem tabii ama bunu üretmiş olmaları bile bize iyi geldi. Sonra kadınları davet ettik kahveye ve kahve yaptık. Güzel bir duyguydu sembolik olarak ele geçirme. Ama kadınlar gelmedi maalesef, yani o kadarını başaramadık.
Sergiye dönersek; tedirgin edici travmatik bir hava var, ama çıkış kapısı olarak yorumlayabilecğeimiz bir nokta da var. Sırtlarında kocaman çantalarla kapıyı çekip çıkan kadın videoları var. Bu sırt çantası nereden hasıl oldu?
Tabii haziran direnişinden, Gezi olaylarından. Sırt çantası öyle bir ikon ki, hepimiz taşıyoruz kadın da, erkek de. Daha genç bir kesimi kapsıyor. O sırt çantasını yüceleştirmek istedim büyüttüm onu. O çantayla kapıdan çıkmak kolay değil. Herkes büyük yüklerle çıkıyor, kadınlar tabii ki daha büyük yüklerle çıkıyor, eşit çıkmıyoruz o kapıdan. O anlamda “Eşik” videosu önce tek tek sonra da hep birlikte kapıdan çıkan kadınlarla, o kadın dayanışmasını hatırlatan bir video. O yüzden ben onu direnişe selam göndermek olarak görüyorum. Ne kadar ağır olursa olsun çıkmak zorundayız ama zorunluluk gibi değil dediğim, çıkarız gireriz. Hepsi bizim tasarrufumuzda olmalı. Benim için umut noktası olan o.
Son olarak, sanatçı örgütlenmelerinin ahvali hakkında ne düşünüyorsun? Bazı sanat emekçileribir araya gelip sansür ya da güvencesiz çalışma gibi sorunlar karşısında örgütlenme çalışması içinde. Bir kısmı dağılıyor, bir kısmı devam ediyor.
Çok yetersiz buluyorum. Sanatçı örgütlenmeleri adına zayıf bir dönem. Sanatçı bir aradalıkları son beş yıldır kurumların, bankaların, koleksiyonerlerin, galerilerin eline geçtiği için sanatçı örgütlenmesinin ivmesi epeyce düştü. Sanatçılar bir araya geliyorsa bağımsız olarak bir araya gelmeli. Tamamen kendi bağlantılı oldukları ağlarını bir kenara bırakıp başka bir şekilde örgütlenmeyi başarabilirlerse ortaya gerçek bir şey çıkabilir.
“İstanbul Modern” protestolarını hatırlayalım. “Hayal ve Hakikat” sergisinde yer alan kadın sanatçılar olarak protesto ettik ama 10 kişiydik. Ve bu kurum yine özür dilemedi yaptığı sansürden. Yine o “Gala Modern”ler devam etti. Santçılar yine o galaya işlerini bağışladırlar... O yüzden çok umutlu değilim gidişattan. (GK/NV)
* Bu söyleşi, 7 Ocak 2014 tarihinde, Açık Radyo’da, “Açık Dergi” programında yayınlanmıştır.