Kudüs yakınındaki bir Batı Şeria köyü olan Anata'da, üstelik de okulun yakınında ne işleri vardı? Sınır Polisi geliyor, okul çocukları taş atıyor, polis ateş açıp bir masum kız çocuğunu öldürüyor, kimse sesini çıkartmıyor, kınamıyor. Shai (Samaria ve Judea/Batı Şeria'nın Tevrat'ta geçen ismi-Nokta) polisi olayı araştırıyor, Polis Araştırma Bölümü değil...
Geçtiğimiz haftalarda Al-Dik köyündeki Askar mülteci kampından Cemil Camci'nin taş attığı için öldürüldüğünü yazmıştık. Şimdi de, 11 yaşındaki Abir Aramin öldürüldü. Taş atanlara ve çevrelerindekilere ölüm ...
Ama Abir'in hikayesi biraz farklı: O "birisinin kızı". Babası, Filistinlilerin ve İsraillilerin katıldığı, silahların kaldırılıp, barış konuşmalarının yapılmasına uğraşan "Barış Savaşçıları"nın aktivisti. Bassam Aramin geçtiğimiz aylarda ülkenin dört bir yerinde, okullarda, üniversitelerde konuşmalar yaptı. Şimdi o da çocuğu elinden alınmış bir baba.
Taziyeler için kurulan çadırda oturup Bassam Aramin'i dinledik. Uzun zamandan beri böyle sözler duymamıştı kulaklarımız.
Aramin 38 yaşında, Abir'le birlikte altı çocuğu var. Yedi yılını İsrail hapishanelerinde geçirmiş, El Halil yakınındaki Seir köyünden. Evlendikten sonra Kudüs'ün "arka bahçesi" sayılan Anata'da yaşıyor. Ramallah'taki Filistin Ulusal Arşiv Merkezi'nde çalışıyor. Annesinin mavi kimlik kartı¹ sayesinde Abir bir İsrail mukimi.
Aramin'in kendi ağzından hikayesi:
"Ocak 2005'de tanıştık. Abir'in öldürülmesinden tam iki yıl önce. Orduya hizmet etmeyi reddeden yedi İsrail askeriyle birlikteydik. Beytüllahim'deki Everest Oteli'ndeydik. Dört Filistinli ve yedi İsrailli. Görüşme çok zorlu geçti. İlk defa olarak seni aşağılayan, sana ateş eden, kontrol noktalarında seni boş yere tutan, Batı Şeria'da sana karşı düzenlenen bütün operasyonlara katılan biriyle karşılıklı oturuyorsun. Başta, Shin Bet (İsrail İç İstihbaratı) ya da IDF (Israeli Defence Force/ İsrail Savunma Kuvvetleri) üyesi olduklarını ve bize tuzak kurduklarını düşündük. Öte yandan, İsraillilerin kendilerini kaçıracağımızı düşünerek, gözlerindeki korkuyu da görüyordum. Belki de onları öldüreceğimizden korkuyorlardı."
"Ben ilk olarak 1985 yılında, 16 yaşındayken yakalandım. Benim mücadelem hiçbir şey bilmeden başladı. -Bir şey bilmeye de gerek yoktu-. Beni döven, tamamen yabancı ve yabancı bir dil konuşan insanlara karşı bir şey yapmam gerektiğini düşünüyordum, ne istediklerini bile bilmiyordum. Şu anda 95 yaşında olan babama neden bizim topraklarımızı işgal ediyorlar, ne istiyorlar dediğimde, bana nasıl açıklayacağını bilememişti. Tek istediğimiz bu yabancıların köyümüzden, oyun alanlarımızdan çıkması, kimsenin bizi rahatsız etmemesiydi. O zamanlar, özgürlüğün, bağımsızlığın, Filistin'in anlamını bilmiyordum, beni ilgilendirmiyordu da."
"Bir defasında Halhul'da bir gösteri vardı, öldürülen bir öğrencinin anısına düzenlenmişti. Ben 12 yaşındaydım, askerler geldi ve ateş etmeye başladı. Nasıl o kadar hızlı geldiler, gökten düşmüş gibilerdi...Bir gösteri oluyor ve hemen göz yaşı bombalarıyla ve mermileriyle geliyorlar. Çok korkmuştum. İnsanlar bir anda dağıldı her yöne. Ben topalladığımdan diğer çocuklar kadar hızlı kaçamadım ve polis beni yakaladı. Büyük, korkutucu askerler, birkaç kez vurdular ve yere yığıldım. İntikam almam gerektiğini düşündüm. Ben onlara hiçbir şey yapmamıştım ve onlar bize hep yapmıştı. Sonra dağlara doğru kaçtım ve vadide ateş açıldığını duydum. Bir çiftçiye rastladım, tarlasında çalışırken bacağından altı kez vurulmuştu. Oracıkta ağladım."
"Askerlerin Filistin bayrağını gördüklerinde deliye döndüklerini fark etmiştim. Ne anlama geldiğini bilmiyordum, hiçbir silahım yoktu. Direnmek için elimde bir şey de yoktu. Madem bayraktan nefret ediyorlar o zaman onlara o bayrağı göstermek gerek dedim. Ne yaptığımın farkında bile olmadan hoşuma gitmeye başladı bu düşünce. Eve gidip elimde ne kadar siyah, kırmızı, yeşil, beyaz giyecek varsa annemden gizli kesip biçip, arkadaşlarımla bir bayrak yaptık. Bir gece vakti okuldaki en yüksek ağaca çıkıp bayrağı astık. Diğer gün askerler geldi. Aylarca bunu devam ettirdik, okulda oynadığımız oyundu bu. Sonunda askerler sıkıldı ve okuldaki bütün ağaçları kesti. Daha sonra elektrik ve telefon direklerine çıktık, duvarlara 'Yaşasın Filistin' yazdık. Bu bizim umudumuzdu: Filistin'i geri almak. O bayrak dalgalandıkça kazanacağımızı düşünüyorduk."
"Sonra gördük ki böyle olmuyor. Yazmak, konuşmak bir şeye yaramıyor, taş atmak da zaman kaybıydı, bize silah lâzımdı. Şansa - ya da belki de şanssızlığımıza-, bir mağarada, 1967'de kaçan Ürdünlü askerlerden kalma silahlar bulduk. İki el bombası ve bir tabanca. Kendi kendime dedim ki 'Şu andan itibaren İsrail diye bir şey yok. Silahım var. Tek bulunması gereken mermi. Her İsrailli için bir mermi.' "
"Artık yetişkindim, çocuk değildim. Ama arkadaşlarım topalladığım için kendileriyle gelemeyeceğimi söyledi, operasyonun başarıya ulaşmasını istiyorduk. Askerlere iki el bombasını attılar kimseye bir şey olmadı. Bir cipe ateş ettiler, kimse yaralanmadı. Hepsi de yıllarca hapishanede kaldı, üstelik ellerine kan bulaşmamıştı. Ben de tutuklandım ve kendimi hapishanede buluverdim. Yedi yıl kaldım hapishanede. Bir savaşçı, bir kahraman, oyun oynayan bir çocuktan, Filistin'deki sorun hakkında daha fazla şey öğrenmek isteyen biri oldum. Kimdi Yahudiler, neden işgal vardı gibi sorular içinde bulunduğum durumu anlamaya çalışıyordum. Sorunumuzu, tarihimizi ve Yahudilerin tarihini, Mısır'daki kölelik dönemlerinden Holokost'a geçen zamanı ve bizlerin onların ızdırabının bedelini nasıl ödediğimizi anladım."
"1986'da El Halil hapishanesinin C bloğundaki, 6 numaralı odada Holokost hakkında bir film izledim. Pek çok şeyi o zaman anladım. Filmden önce 'Neden Hitler hepsini öldürmedi' diyordum. 'Hepsini öldürseydi şu anda hapishanede olmazdım.' Yine de filme odaklandım ve Holokost'un ne olduğunu anladım. Filmin on beşinci dakikasında kendimi ağlarken buldum. İnsanlar çıplak halde, sadece Yahudi oldukları için öldürülüyorlardı. Tutukluların çoğu uyuyordu. Kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyordum. Kime ağlıyordum sonuçta? Beni hapse atanlara mı, yoksa topraklarımızı işgal edenlere mi?"
"Filmde elleri iki yanlarında insanlar gördüm. Direnmeyen insanlar. Canlı canlı buldozerlerle gömülen insanlar, gaz odalarına sokulan insanlar, nefesi kesilip boğulan, ölen insanlar ve fırınlara sokulanlar... Bütün bunlar çok ağırıma gitti. Hele de bütün bu insanların ölüm karşısında en ufak bir direniş sergilememiş olmalarına çok kızdım. Bir yaşam ibaresi göstermiyorlardı, bağırmıyorlardı bile..."
"1 Ekim 1987'de, yaklaşık 100 asker biz gençlerin kaldığı bölüme girdi, çoğu maskeliydi. Hepimizin soyunmamızı istediler. Bu son derece küçük düşürücü bir şeydi. Koridordan geçmemizi istediler. Bahçeye çıkana kadar olan koridorun iki yanına dizilmiş bu askerler bizi döveceklerdi. Holokost'a direnmeyen Yahudileri hatırladım ve bağırmaya başladım. Birkaç dakika içinde artık askerleri görmüyordum. Onlardan daha güçlü olduğumu hissediyordum. Toplam 120 çocuk bu şekilde dayak yedik. Görevliye sorduğumda : 'Onlar hapishaneden değil, eğitime gelmiş askerler.' Buraya, karşılarındakilerin insanlığını nasıl yok edeceklerini ve kafalarını nasıl sadece intikam duygusu ile doldurabileceklerini öğrenmeye geldiler' dedi."
"Holokost'u izlediğim filmde gördüklerimin çoğunu gerçek hayatta gördüm daha sonra. İntifada sırasında Salem'de insanların nasıl diri diri gömüldüğünü gördüm... Nasıl bir kadının öldürülüp sokağın ortasında bırakıldığını gördüm, aynen Nazi askerinin bir kadını vurduğunda çevredekilerin elini sürmediği gibi. Izdırabın tadını bilenler, köleliği ve ırkçılığı bilenler nasıl aynı şeyi bir başka millete yapabilir? Bütün bunlara rağmen, hapishanedeki gardiyanlardan arkadaşlarım vardı. Gerçi bana göre İsrailliler yerleşimci de olsalar, gardiyan da olsalar öncelikle askerdiler."
"1992'de hapishaneden çıktığımda son derece umut dolu bir ortam vardı. Evlendim, çocuk sahibi oldum. Hep çocuklarımın bizim yaşadıklarımızı yaşamayacağını hayal ettim. Onları korumak istedim. Onlara her şeyi anlatmalıydım ki, onlar benim gibi hiçbir şey bilmeden büyümesinler. Filistinlilerin de İsrailliler kim olduğunu bilsinler. İşgale karşı savaşsınlar, iyi bir ekonomi geliştirilmesi için çalışsınlar, diğer çocuklar gibi oyun oynasınlar, okula gitsinler istedim. Bütün çocuklar doktor olmak ister. Abir mühendis olmak isterdi. Böyle büyütmek istedim çocuklarımı."
"Kendimi 'Barış Savaşçıları' arasında buldum. İlk toplantıdan sonra uzun süre birarada olacağımızı anladım. Özgürlüğü, insan yaşamının değerini ve hayat için savaşmanın ne büyük bir sorumluluk olduğunu da...Çünkü bizler savaş araçlarıyız iki tarafta da. İşgali bilmeyen İsraillilere işgali anlatmak, çocuklarının 'güvenliği koruma' şiarı altında cani katiller haline getirildiğini ve hatta güvenliği tehlikeye attıklarını anlatmalıyız insanlara."
"Bir defasında bir kadın öğrenci yaptığım bir konuşma sonrasında yanıma geldi ve Katyuşa füzelerinin hedef olarak yaşamanın ne kadar zor olduğunu anlattı ve 'Karşılaştığım ilk Filistinlisin sen.' Dedi. Bana sarıldı ve 'Şimdi barıştım ben Filistinlilerle. Bundan sonra haberlere de, hükümete de diğer tüm yalanlara da inanmayacağım. Ne olup bittiğini anladım çünkü, hepsi bu' dedi. Bu beni yüreklendirdi, çünkü burada, öte yakada seni anlayan ve kabul eden biri vardı."
"Geçen Salı Abir okula giderken hâlâ uyuyordum. Matematik sınavı vardı. Saat 9:30'da Ramallah'a doğru yola çıktım. Abir bir gün önce bir kız arkadaşıyla birlikte ders çalışmaya gitmek istediğini söyledi. Ben de 'Hayır, ben sana yardım ederim' dedim."
"Taksiye binmiş, okul çıkışı kızlarımı almaya gidiyordum. Sol tarafta bir Sınır Polisi cipi gördüm. Onlara bakıp 'Ne var, niye geliyorlar, çocuklarımızı taciz etmeye mi ?' diye düşündüm. 'İnşallah bir şey olmaz' dedim. Kızlarım biraz toz duman yutacak. Al-Ram'a geldiğimde bir öğretmen beni aradı ve Abir'in düştüğünü, annesinin gelip kendini almasını istediğini söyledi. Annesine bunu söylemek için evi aradım. Diğer kızım Arin ağlıyordu. Hiçbir şey anlamadım. O sırada komşulardan biri telefonu aldı ve askerlerin kızımı başından vurduğunu Abir'in yaralı olduğunu söyledi."
"Tekrar okulu aradım ve Abir'i Doğu Kudüs'teki Makassed Hastanesi'ne kaldırdıklarını söyledi. Hemen oraya gittim. Sınır Polisi'ni yolda gördüm ama konuşmaya vakit yoktu. Makassed'e ulaştığımda kızımın durumunun çok kritik olduğunu ve hemen ameliyat edilmesi gerektiğini söylediler. Korktum ve Abir'in İsrail kimlik kartı olduğunu bu yüzden Hadassah Hastanesi'ne götürmek istediğimi söyledim. Süreci hızlandırmak Peres Barış Merkezi'ni aradım, gerçekten çok yardımcı oldular ve hemen bir ambulans geldi ve Hadassah'a gittik. Orada ameliyata gerek yok dendi. 'Çok şükür Tanrım' dedim."
"Akşama doğru durumu kötüleşti ve aniden bir ameliyat olması gerekti. Doktorlar 'Mucize olması lazım...' dediler. Kızımın bir mucizeye ihtiyacı vardı ve şu günlerde mucizeler pek gerçekleşmiyordu. Kendi kendime intikam istemediğimi söyledim. İntikam, kızımı tehlikeye atan ve vuran bu 'kahramanın' yargı karşısına çıkartılmasıdır. Bir süre sonra kızımın öldüğünü söylediler."
"Bana anlatılandan anladığım kadarıyla, çocuklar Sınır Polisi'ne taş atıyorlardı ve Sınır Polisi de Abir'in kafasına bir el bombası atmış, arkadan, dört metre uzaklıktan. İlk önce taşla yaralandığını düşünmüşler. Bu oyunu biliyorum ama bu kadar aşağılık -bu kelimeyi kullandığım için üzgünüm- bir hale gelebileceğini hiç düşünmemiştim. Kanal 2'de bir programda Abir'in oynadığı bir şeyin kafasında patladığını söylüyorlardı. Elleri sağlamdı ve kafası mı patlamıştı? Bu çok aşağılıkça bir tavır. Yalancılar. 18 yaşında bir genci elinde bir M16'ya gönderiyorlar ve bu çocukların onların düşmanı olduğunu söylüyorlar. O da gayet iyi biliyor kimsenin yargı karşısına falan çıkmayacağını, soğukkanlılıkla vuruyor ve bir katil oluyor."
"Çocuğumun kanını politik amaçlar için kullanmayacağım. Bu bir insanın çığlığıdır. Canımı, çocuğumu kaybettiğim için sağ duyumu ve çizgimi kaybetmeyeceğim. Onun kardeşlerini ve sınıf arkadaşlarını, İsrailli ve Filistinli arkadaşlarını koruyabilmek için mücadele etmeye devam edeceğim. Hepsi bizlerin çocukları."(GL/TS/EÜ)
(1)Mavi Kimlik Kartı: Kudüs ve çevresinde yaşayanlara verilen ve Kudüs'te ikamet ettiklerini ispatlayan bir kart. Bu karta sahip olanlar, İsrail ve Filistin topraklarında seyahat kısıtlamasıyla karşılaşmazken, 'yurttaşlık' haklarına tam olarak sahip değiller. Bu kimlik kartı kendilerine pasaport sağlamadığı gibi en temel demokratik hak olan oy kullanma hakkını da sağlamaz. Yurt dışına çıkarken "seyahat belgesi" denen kağıtlar kullanmaları gerekir ki bu kağıtlar nedeniyle İsrail polisi işlemlerini zorlaştırır.
* Gideon Levy'nin Haaretz Gazetesi'nde 31 Ocak 2007'de çıkan yazısını Talin Suciyan Türkçeleştirdi.