Sine Ergün, “Burası Tekin Değil” ve “Bazen Hayat” kitaplarından sonra üçüncü öykü kitabı “Baştankara” ile okurlarının karşısında.
59. Sait Faik Hikaye Armağanı’na layık görülen Sine Ergün’ün öykülerinin en dikkat çeken yanlarından biri kısa olması. Öyküler kısa olsa da kitabı elinizden kısa süre içerisinde bırakmak mümkün değil. Günlük hayatla iç içe olan öyküler yalın diliyle tekrar tekrar okunma ihtiyacını hissettiriyor.
Kısa öykülerin en güzel yönü okuduğunuz metne dikkatinizi tam anlamıyla verip enerjinizi iyi bir şekilde kullanma şansınızın olması. Uzun metinleri okurken aklınıza gelen kitabı bir köşeye fırlatma bahanelerini burada kullanamazsınız. Kitap, “Bir kısa metni bile okumayı beceremeyecek misin” diye yüzünüze bakar. Kısa öykü okumak, okurun metinle, bazen de yazarla bir hesaplaşmasıdır aynı zamanda. Sine Ergün’ün öyküleri Yalçın Tosun’un dediği gibi olabildiğince arındırılmış, çapakları temizlenerek parlatılmış metinler.
Can Yayınları’ndan çıkan 80 sayfalık Baştankara; can sıkıcı karakterlerin yer aldığı, geleneksel aile yapısının işlendiği, ölüm kültürünün sıradan görüldüğü ve şehirlerin katledildiği öyküleri içerisinde barındırıyor.
Sine Ergün ile okurlarını da şaşırtmayacak şekilde kısaca söyleştik.
“Uzun Yol” öykünüzde iki zıt karakter olan ve beraber yola çıkan bir kadın ve bir erkekten söz ediyorsunuz. Farklılıklar olmasa uzun bir yolun gerçekleşmesi mümkün değil mi sizce?
Mümkün tabii. Ne ki farklılığın olmaması mümkün değil.
Evin Biraz Ötesi isimli öykünüzün başında "Çocukken dedi, çok hayalciydin. Her çocuk da öyledir de senin işin gücün hayal kurmaktı" yazmışsınız. Türkiye'de çocukların hayal kurması çoğunlukla küçümsenir, önemsiz görülür. Siz çocukken hayalci miydiniz? Öyküler yazmayı hayal ediyor muydunuz?
Buna hayalcilik denir mi bilmiyorum ama yazmaya erken yaşta karar verdim. Hayata dair karar alırken de hep bu bilgiyle hareket ettim.
Merkeze yazma eylemini koyup, onun etrafında biçimlendirmeye çalıştım hayatımı. Beceremediğim zamanlar oldu. Bunu yaparken etrafıma karşı sorumluluklarımı yerine getiremediğim zamanlar da. Bugün artık bir şeylerin oturduğunu söyleyebilirim.
Tavuk ve Civciv öykünüzü okurken geleneksel bir aile yapısını hissettim. "Ölümle barışık olmak" diye bir tabir kullanmışsınız. Buna ek olarak erkek egemen kültüre de vurgu yapmışsınız. Siz bir yazar olarak ölüm kültürüyle barışık olma halini nasıl görüyorsunuz? Çok korkutucu değil mi?
Ölüm, herkes gibi benim de aklımı sıkça karıştıran bir kavram olageldi. Daha doğrusu, ölüm gerçeğine karşın yaşama içgüdüsü. Ölümle barışık olma halini korkutucu olmaktan öte, gerekli, modern toplumda eksik olan bir durum olarak görüyorum.
Belki şöyle düzeltmekte yarar var. Ölümle barışık olmak söz konusu olmasa bile ölümün de hayata dair, bir parçası olduğunu bilerek yaşamak. Bizi, sonsuza dek yaşayacakmışız hırsıyla ortaya koyduğumuz eylemlerden alıkoyabilir. Daha yalın bir hayata yönlendirebilir.
"İnsanlar birbirlerinin kusurlarını sever, böylece yakınlık duyarlar birbirlerine. Kusursuzluk veba gibi kaçırır insanı". “Kusursuzluk” öykünüzde yazıyor bunlar. Birbirimizin kusurlarını neden seviyoruz? İnsanoğlu birbirini takdir ederek, hor görmeden yaşayamaz mı?
Bilmiyorum. Söyleyeceklerim, halihazırda öykülerde yazdıklarımla sınırlı. O yüzden öykülerle ilgili soru yanıtlamakta hep zorlanmışımdır.
Sanırım birbirimizin kusurlarını gözlemlemek birbirimize yakın hissettiriyor. Çünkü kusurlu olduğumuzun farkındayız. Ölümlüyüz her şeyden öte. Kusursuzluğun yalnızlaştıran, ötekileştiren bir yanı var.
Öykülerinizde göz önüne çıkmaktan pek hoşlanmayan karakterlere rastlamak mümkün. Özellikle “Küçük Tuvalet” öykünüzde bunu güçlü bir şekilde görüyorum. Yazma sürecinizde bu karakterler sizi besliyor mu?
Gözlemlediğim herkes, okuduğum kitaptaki kurmaca kişiler beni besliyor. Özellikle göz önüne çıkmak istemeyenler, diye bir şey söyleyemem. Ama evet, kurmaca kişilerim genel olarak bağıran, çok konuşan, ilgi odağı kişiler olmaz. Nedenini bilmiyorum. Benim hayatı algılayış biçimimle ilgili olabilir.
Kanun Hükmünde Kararname öykünüz hukuk fakültesinde öğrenim gören biri olarak ilgimi çeken öykülerin başında geldi. Bir Kanun Hükmünde Kararname ile şehir hayatının tamamen yok olduğunu, mahvedildiğini anlatmışsınız. Hukuk ve politika günlük yaşamımızı nasıl etkiliyor sizce? Hukukçular ve politikacılar olmasa daha güzel bir dünyada yaşıyor olur muyduk sizce?
Hukukçular ve politikacılar sistemin yaratıları. Benim aklımı kurcalayan, özgürlüklerin bir başkası tarafından kolayca alaşağı edildiği bir sistemin nasıl kabullenildiği. Çoğu zaman sorgusuz sualsiz kabul edildiği. Kabul edilmediği durumda kişinin üstüne uygulanan baskının nasıl hukuksallaştığı. Hiç aklımıza bile gelmeyecek, bizim için nefes almak gibi doğal hakların bile elimizden alınabilmesi. Öykü, kentte sokağa basma yasağının ilanı ile başlar. Bir yanıyla gerçekdışı olmayan, hayatta karşılığı olan bir öykü. (Çİ/EKN)