Son zamanlarda Türkiye'ye ilişkin coşku ve heyecan dolu haberleri dinlemeye alışmış ve bu anlamda da sistemin genel kamu oyu oluşturma ve kodlama sistemine batmış dünyasında öne çıkan haberler, Türkiye'nin nasıl büyüme oranlarının arttırdığı, ihracatımızın arttığı ve dahası üretkenliğin, verimliliğin arttığı yönünde iken, ve dahası muhalif olduğunu düşünen kesimler üretken sermaye ya da aktivitelerin yeteri kadar artmadığı yönünde dert yanan teorileri orta yere saçarken, Evrensel gibi akıntıya karşı olan gazetelerde diyemeyeceğim sadece gazetemizde Arzu Sarpkaya'nın "Ford önce sakat bırakıyor sonra kapı önüne koyuyor" başlıklı bir haberle karşılaşıyoruz.
Ya da çok az sayıda insan karşılaşıyor. Büyüme, ihracat artışı ya da daha özel de bilmem hangi holding ya da firmanın muazzam büyüme rakamları ağzı sulanarak aktaran sistemin bilgi/haber bekçileri, çalışmaya giderken ÖLEN,çalışma sürecinde meslek hastalıkları ile boğuşan insanları sistemin doğal sonuçları olarak içselleştiriyor veya daha da kötüsü bunu bile yapamıyor.
Emek=uğraş+doğum sancısı
Emek kelimesi kök olarak "uğraş" demektir. Fiziksel olarak ağır yük altında acı çekmek, doğum acısı çekmek, acı çekerken zorlanmak anlamına geliyor. Bu anlamda "uğraş" içinde olan ya da uğraşmak zorunda olanlar, erken tarihsel dönemlerden günümüze statü olarak pek fazla dikkate alınmazlar. Oysa kapitalizmin doğum sancıları çektiği tarihsel dönemlerde "bütün zenginliğin emek tarafından yaratıldığı" ifade edilmişti.
Bu gün liberaller tarafından göklere çıkartılan A. Smith'den D. Ricardo'ya tüm zenginliğin temel kaynağı olarak emek gösterilmişti. Ama Smith ya da Ricardo'nun işaret etmediği bir şey vardı, bu ise tüm üretim araçları ve kendi kendini ayakta tutma koşullarından kopartılan toplumun büyük bir kesimi, ancak ve ancak emek-güçlerini satarak ayakta kalabilecekleri ve emek-güçleri ile toplumsal zenginliği yaratan kesimler, yani doğum sancısı çeken kesimler ayakta kalmak için tek bir çareleri var. Bu çare ise çalışmak.
Kapitalist toplum bu anlamda üretim araçlarını ellerinde bulunduran ve bu yüzden bir sıfat olarak işveren olma gibi olumluluğa referans ile tanımlarken, emek-gücünü satarak ayakta kalmak zorunda olan kesimler ise işverenlerin dünyasına teslim oluyorlar.
İşverenler: ekmek kapıları [mı?]
Bu teslim olma ya da dile içkin olan işveren ifadesini Can Dündar'ın Milliyet Gazetesi'nde ya da daha sonra yayınladığı kitabında, yılların verdiği uzmanlık ile artık canımızı sıkan Mehmet Ali Brand'ın popüler ve yer yer anlamadığım kadarıyla liberal sol kültür dünyası da kabul gören ve Yeşilçam'ın o güzelim duygusal ve romantik ifadelerini ödünç olan Vehbi Koç'un ölüm yıl dönümüne gelen günlerde yayınlanan TV belgeselinde, Vehbi Koç'un nasıl büyüleyici bir işi başardıkları ve dahası nasıl binlerce insana ekmek kapısı yarattıklarını ballandıra ballandıra anlattılar.
Kim kimin ekmek kapısı, sanki Vehbi Koç sabah akşam tutumluluk yaparak tüm bu sahip oldukları mülk ve sermayeye sahip oldular. Koç'un ölümünde Koç için övgüler düzen tüm bu sermayenin organik aydınları, sermaye yaratım sürecinde tek çareleri emeklerini emek piyasasına sunan insanların yaşadıkları o acımasız iş, üretim süreci, ve emek süreci hakkında tek kelime dile getirmezler. Yok yok burada haksızlık ettim, bu konuda işletme dil ve dünyasını içselleştiren ve artık burada kötü kelimeler kullanmamak için bir sıfat ile tanımlamayacağım kesimler işçilerin nitelikleri ve dahası verimliliği üzerine son zamanlarda epeyce laf etmeye başladılar.
TUSİAD'ın hazırladığı istihdam, büyüme ve eğitim raporlarına bakın, TOBB'un çalışmalarına ama daha da kötüsü YÖK'un çok değerli hocalarının hazırladığı Strateji raporuna bakın. Bu raporlar işçilerden, her gün üretim-iş sürecinde doğum sancıları çeken ya da emek piyasasına girecek yeni insanlar için, daha fazla etkin ve daha verimli olursunuz sorusunu soruyorlar. Öyle ya rekabet var. Öyle ya verimli ve kaliteli ürünler üretmemiz gerekiyor.
Hepimiz aynı gemide miyiz?
Hepimiz aynı gemideyiz, ama gemideki birileri ihracat edebilmek için "daha az girdi ile daha hızlı ve daha az maliyetli üretim yapması gerekiyor." Bu ülkenin büyüme rakamlarında yüzde 6, 5 7, yüzde 8 büyüme , ya da ihracatta artış, ya da sermaye piyasasında holdinglerin hisselerinde bilmem günlük ne kadar artış anlamına gelecek. Bu artış boyalı burjuva basınında boy boy ve renkli sözcüklerle ifade dilecek.
Ama diğer yandan Evrensel Gazetesi'nde "Bunu hak etmedim" başlığında yayınlanan ve Aytekin Aybakan'ın durumunu, açmazını herhangi bir gazetede göremezsiniz. Oysa verimlilik, rekabet ve daha nitelikli emeğe duyulan ihtiyacı ısrarla gözeten sistemin organik aydınları şu öyküye kulak vermeyeceklerdir:
"İşten atılan işçilerden Aytekin Aybakan, Pirelli'de 12 yıldır çalışıyordu. Evli ve bir çocuk babası Aybakan, şeker hastası. 8 yıldır tedavi gördüğünü ifade eden Aybakan, "Pişirme bölümünde çalışıyordum. Ben stresten, işin ağırlığından dolayı hasta oldum. Fabrikada zamanla yarışıyorduk. Belli bir sayı veriyorlardı ve bizden bu sayıda üretim yapmamızı istiyorlardı. Bir gün çalışırken gece saat 01.00'da şekerim birden 400-500'ü buldu. Sonra doğru hastaneye" diye konuştu."
Patronun kendisini çalışırken rahatsız olduğu için işten attığını anlattı Aybakan'ın işten atılması oldukça kötü olmakla birlikte daha kötü durumların olduğunu işaret etmemiz gerekiyor. Bu durum ise her geçen gün sayısı artan iş kazaları yada meslek hastalıklarıdır. Hiç kuşkusuz bu sadece bizim ülke için geçerli değil,i ama bazı sektörlerde dünya ölçeğinde ikinci olduğumuzu biliyoruz (madencilikte bu başarımız anılmayacak kadar kötü).
Dikkatsizlik mi?
Türkiye'de sermayenin kendi sınıfsal çıkarlarını en çok dile getiren TİSK'in iş kazaları üzerine yaptığı bir çalışmasında, Türkiye'de kazaların genellikle pazartesi gerçekleştiğini ve bunun temel nedeni ise işçilerin gereken dikkati göstermedikleri yönünde bireysel bir nedene bağlıyorlar.
Oysa sermayelerin ya da firmaların her geçen gün hedeflerini daha bir arttırmaları yani aç gözlü sermaye biriktirme hırsı hiç ama hiç göz önüne alınmıyor. Vehbi Koç insanların ekmek kapısı olarak tanımlıyor, ama ekmek kapısında ölenler sadece dikkatsizliklerinden dolayı ölüyorlar. Bu konuda belki başka bir yorum daha yapılabilir.
Bu yorumu da işçi ile işçinin emek gücü arasında ayrım yapan Karl Marx'ın erken dönem çalışmasından alabiliriz. Meslek hastalıkları ya da iş kazaları ile karşılaşan ya da iş bulamayan işçi Fatma, Ahmet, Mehmet, Yüksel, işgücünü sermayeye sunmadığı ya da sunamadığı için sistem açısından pek de dikkate alınmazlar.
K.Marx'ın 1844 El Yazmaları'nda işaret ettiği gibi "Ekonomi politiğin, (bu gün için iktisat ve sistemin meşrulaştırılmasında etkin işlevler üstlenen medya yıldızı iktisatçıları) proleteri (işçiyi), yani ne sermayesi ne de toprak rantı olan, sadece emekle ve tek yanlı ve soyut emekle yaşayan kişiyi, ancak işçi olarak göz önünde tuttuğu kendiliğinden anlaşılır."
Marx'ın daha sonra emek ile emek gücü ayrımına tekabül edecek olan bu ifadesi, emekçi ile onun değişim değeri haline dönüşen emek-gücü arasındaki ayrım, meslek hastalıkları ve iş kazaları için yeniden düşünmeye çağrılı bir açıklamayı beraberinde getirir:
"Öyleyse ekonomi politik, ilke olarak, onun tıpkı herhangi bir beygir gibi ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini tanıtlayabilir. Onu çalışmadığı zamanda, insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler çavuşuna bırakır". (K.Marx, El Yazmaları, sayfa 105).
İş kazaları yada meslek hastalıkları söz konusu olunca, artık çalışamayacağı için, sorun sermayeden hızla hekime yada iş kazalarına ait istatistiklerine havale edilir. İşçi sınıfının gerek üretkenliği ve gerekse mücadeleler sonucu elde ettiği sosyal güvenlik mekanizmaları maliyetli görüldüğü ölçüde değiştirildiği için, bu tarz iş kazaları ya da meslek hastalıklarının sonuçlarını gidermede artık sosyal bir paylaşıma değil, kişinin daha önceki performans ve birikimine havale edilme yönünde düzenlemeler gerçekleştiriliyor.
Türkiye'de palazlanan ve Türkiye koşullarında kurallarını koyan sermaye grupları ne zamanki sınırları aşmak istediler aynı zamanda sınırları aşmaya yetecek kadar sermaye birikimine susadılar. İşte tam bu susama yada susama zamanları, aynı zamanda işçilerin daha fazla kapasite kullanımı, daha yoğun çalışma ve daha çok iş kazası ve daha fazla ölüm ile yüzleşmelerine neden oldu.
Yine işçi, emekçiden yana olan Evrensel'den bir haber "Patronlar hedefi ikiye katlıyor": 130 bin araç üretimi gerçekleştiren Tofaş, bu sayıyı 2007'nin ikinci yarısında 300 bin adede çıkarmayı hedefliyor. İhracat rakamlarında da önemli gelişme kaydeden Tofaş, ürettiği Fiat Doblo markasını 2005'te dış piyasada 73 bin 469, iç piyasada 38 bin 509 adet olmak üzere toplam 111 bin 987 adet sattı. Üretimini tam kapasiteye çıkaracak olan Tofaş, yan sanayide de önemli oranda istihdam artışını yaratacaktır. Oyak Renault ise 2005'te 179 bin 669 otomobil, 96 bin 358 motor ve 141 bin 150 vites kutusu üretimi gerçekleştirdi. Renault'un 2005'te 700 bin araç sayısını aştığı söyleniyor."
Evrensel'in bu haberi bir çok gazetede bulunabilir. Ama aynı haberin devamında işaret edilen "Günlük yaklaşık bin araç üretimi gerçekleştiren Renault'a, çalışma koşulları da giderek zorlaşıyor" ifadesini o gazetelerde ve ya gazetelerde yazanların konuşmalarında, yazılarında bulamazsınız.
Üretim artıyor; ama....
Bu zorluk içinde işaret edilmesi gereken bir şey varsa o da "işçilerin önemli bölümünün çalışma yaşamlarında ibaret, kemer gibi iş güvenliği için zorunlu olan ekipmanlarla hiç tanışmamış olmalaradır. Sermaye ya da işverenler tarafından kayıp zaman olarak değerlendirildiği için herhangi bir iş güvenliği eğitiminden geçmeden işe başlıyorlar. Maliyetleri artırdığı için doktor ve revir bulundurması gereken çoğu işyerinde bunlar kağıt üstünde var görünse de gerçekte yok. En önemlisi de saatlerce açlığın ve yorgunluğun etkisi altında çalışan işçiler yeterince dinlemedikleri için işe yoğunlaşmakta zorluk çekiyorlar ve kazalara kurban gidiyorlar."
İş kazası ve meslek hastalıkları konusunda bazı sektörler Türkiye'de öncü konumundalar, madencilik böyle bir sektör. Ama başka sektörlerimiz de var. Örnek olarak tersaneler:
"İşçilerin anlattıkları patronların cinayet filmlerinde görülen cinsten entrikalar peşinde koştuklarını gösteriyor. İşçiler hemen her gün yaşadıkları bu tür olaylardan bazılarını şöyle aktarıyorlar: "Ölen birçok arkadaşımızın cesetlerine kask, kemer ve çelik uçlu ayakkabı giydirildikten sonra tutanak için savcılığa haber verildi. Bir arkadaşımız gemiden denize düştü, dalgıçlar düşen arkadaşımızı ararken altı ay önce aynı gemiden düşüp ölen bir başka işçinin cesedini çıkardılar. Bu işçinin 6 ay önce düştüğünden kimsenin haberi yok. Çünkü yüzde 80'imizin kaydı yok. 15-20 bin işçinin 2 bini kadrolu, geri kalanlar taşerona bağlı kayıt dışı ve yevmiyeli olarak çalıştırılıyor."
Sonuç olarak bir noktadan sonra işe giden insanların aynı zamanda ölüme gittiğini ifade etmemiz gerekiyor. Sermayesini üretim sürecine aktaran KOÇ ve benzeri insan ve gruplar belki de daha çok insana iş ve ekmek kapısı (!) yaratmak için yattırdığı sermayenin daha hızlı geri elinde dönmesi gerekiyor.
Günlük yaşamımızda karşılaştığımız HIZ faktörü üretim sürecinde daha acımasız işliyor. Yaratılan sermayeyi daha hızlı eline geçmesini isteyen sermayedar için iş sürecinde işlerin daha da hızlanması gerekiyor. HIZ. Mekan ile zamanın acımasız karşılaşması üretim sürecinde iş kazası ve ölüm anlamına geliyor.
Aşırı hız!
Hız konusunu şöyle anlatıyor genç bir işçi: "Bir gün makinenin hızını öyle bir artırmışlardı ki herkes koşarak çalışıyordu. Etrafıma bir baktım sinirden gülmeye başladım. 'Bu ne dedim.' Ama kendi kendime. Hiç kimse itiraz etmedi. Hızı artıran ustabaşları halimize acıyıp kendileri kıstılar sonunda."
Bu çalışmanın sonucu şöyle: Çoğunlukta bel ve boyun fıtığı var. Kablo takmaktan eller yara bere içinde. Yüze 80'i sinir hapı kullanıyor. Kollarda kemik çıkmaları, aşırı gerginlikten lif yırtılmaları, bacaklarda varis meydana geliyor. Mide krampları cabası...
"Hastaneye gittim. dertlerimi anlattım. Doktor bana 'Nerede çalışıyorsun' diye sordu. 'Volkswagen' deyince 'Zaten başka neresi olabilir ki' diye yanıt verdi. Bizim fabrikamız bu anlamıyla meşhurdur" diyen işçinin sözünü bir başkası kesiyor "Doktor bana da sağlığım için iş değiştirmem gerektiğini söyledi." Herkes "Zor bir yaşlılık geçireceğiz" düşüncesinde. Genç olmalarına karşın şimdiden pek çok sağlık sorunuyla boğuşuyorlar. Bu yüzden işten çıkanlara "Rahatsızlığım yok" yazılı kağıt imzalatılıyormuş.
Daha fazla sömürü
Bu ifade aslında Türkiye'de Karl Marx'ın işaret ettiği kısa sürede daha fazla değer yaratmaya karşılık gelen görece artık değer yaratma sürecini işaret ediyor. Daha fazla teknoloji, daha yoğun çalışma saatleri ve daha fazla ürün, (biri sömürü mü dedi!).
Evrensel'de bir işçi arkadaşın şu sözleri ne kadar çok şeyi açıklıyor: "Bu toplantıya gelirken anlayabilecek miyim, anlatabilecek miyim diye düşündüm. 8 saat çalışıyoruz ama 16 saat yorgunluğu ile eve gidiyoruz.". Sekiz saat çalışırken 16 saatlik yorulmak bu ifade ne kadar önemli, ne kadar acımasız. Bu acımasızlığın sonucu: İş Kazası.
İş kazası derken ILO kaynaklarına göre her yıl 1.2 milyon kadın ve erkek iş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla hayatını kaybetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre; her yıl 250 milyon insan iş kazaları 160 milyon insan ise meslek hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalmaktadır.
Dünya kapitalizmi içinde yer edinmeye çalışan Türk sermayelerinin hızla yol kat etme istekleri, iş sürecinde çalışma süreçlerinin artması ya da iş yoğunluğunun artmasına bağlı olarak iş kazaları ve meslek hastalıklarında oldukça önemli artışlar olduğunu biliyoruz.
Sermaye örgütleri ve devlet bu sayıları toplamakta oldukça istekli çünkü, iş kazaları maliyet ve zaman kaybı anlamına geliyor.Sosyal Sigortalar Kurumu istatistiklerine göre 2005 yılında 73 bin 923 iş kazası, 519 meslek hastalığı vakası meydana gelmiş, bunların bin 096'sı ölümle sonuçlanmıştır.
Ama kapitalistleşmede hızla yol alan Türkiye'de iş "kazaları" sayısının artış içinde olduğunu söyleyebiliriz. Harb-İş sendikasının yaptırdığı araştırmaya göre iş "kazaları"nda Türkiye Avrupa'da birinci, dünyada ise üçüncü sırada. Dünyada ilk iki sırada ise Güney Kore ve Brezilya yer alıyor.
Araştırmaya göre Türkiye'de her yıl 300 bin iş kazası meydana geliyor. Bu kazaların önemli bölümü SSK'ya bildirilmediği için resmi rakamlar gerçekleri yansıtmıyor. Yine de SSK'nın açıkladığı istatistikler oldukça çarpıcı.
Buna göre her gün ortalama 200 "kaza" meydana geliyor. Bu "kazalar"da her gün üç işçi ölüyor ve 10 işçi de sakat kalıyor. SSK'ya göre 2003 yılında 811 işçi iş kazalarında yaşamını yitirmiş. Bu "kazalar" en çok inşaat, madencilik ve metal sektöründe yaşanıyor. Gelişmeyi görmek için iş kazalarından ölüm ve meslek hastalıklarını veren aşağıdaki grafiğe bakmak anlamlı olacaktır..
Gerçekliği daha canlı anlamamızı önleyen bu verileri daha bir canlı kılmak için, daha somut örnek vermemiz gerekiyor; Evrensel'in verdiği habere göre "Çerkezköy Organize Sanayi Bölgesi içinde kurulu olan Volkswagen'de çalışan bir işçi böyle yakınıyor. Bu yakınma hiç de abartılı değil. Zira son zamanlarda işçiler artık yüzde 130'lara varan kapasite ile çalıştırılıyorlar. Bu rakam bir işçinin normal çalışmanın iki katı eforla çalışması anlamına geliyor. Mesai bitiminde işçiler yorgunluktan elleri ve bacakları titreyerek eve dönüyorlar. İşçilerin büyük kısmı kadın, çünkü patronların onların küçük ellerine ihtiyacı var. Erkek işçiler onların performansını gösterememiş.".
Kayıp zaman+maliyet=meslek hastalıkları, iş kazaları
Devlet ve sermaye gruplarını iş kazalarına ilişkin duyarlılıklarının altında ise şu ifade yatıyor: "2005 yılında iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen iş günü sayısı ise, 1 milyon 797 bin 917'dir. Bazı kaynaklarca, endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin, bu ülkelerin Gayrı Safi Milli Hasılalarının % 1'i ila yüzde 3'ü oranında değiştiği belirtilmektedir. Ülkemizde ise en iyimser yaklaşımla, iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin yılda 4 katrilyon TL olacağı tahmin edilebilir."
Yani iş kazası sermayeler için bir maliyet anlamına geliyor. Bu yüzden "bu koşullarda ortaya çıkan ölüm ve yaralanma olaylarına kaza demek mümkün değil." Bu düpedüz cinayet. Ancak bu cinayetlerin sorumlusu patronlar ölen ya da yaralanan işçileri dahi kendisi için bir "yük" olarak görüyor.
Sonuç (mu!)
İşte kapitalizm, işte Karl Marx'ın kapitalizmi anlamak için geliştirdiği anti-kapitalist teori, işte politik hareket dilin kaynağı.
Kızgınlığın dile geldiği bu noktada, iş kazaları ve meslek hastalıkları için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı Genel Müdürlüğü'nü ya da TİSK'in çalışmalarına bakarak bu işin de "sosyal sorumluluk" ifadesi ile pazarlanacak bir şey olduğunu hatırlatabiliriz.
Toplu pazarlığı da sosyal diyalog olarak tanımlayan ve bunu projelendiren sendika ve özellikle pazarlamacı sendika uzmanlarına haber ola. Biliyoruz ki bunu da iyi şekilde projelendirip pazarlayabilirler.
Anti-kapitalist politik dil ilk etapta buraya çalışmaya geldik, ölmeye değil olmalı, ikincisi kapitalist iş koşullarını ortadan kaldırmak.
Ne demiştik: buraya çalışmaya geldik, ölmeye değil. (FE/EÖ)
(*) Fuat Ercan'ın yazısı www.sendika.org sitesinde 25 Ekim 2006 tarihinde yayınlandı. Yazının bir kısaltılmış hali 22 Ekim 2006 tarihli Evrensel gazetesinin Hayat ekinde çıktı.