Arifin pazar günü ilk ve sahici temasının öncelikle Hrant Dinkin katlinin 100. Günü dolayısıyla Agos gazetesinin önünde başladığını söylersek, Arifin siyasi maiyetini de deşifre etmiş olur ve asli rotamıza gark olabiliriz.
Agosun önündeki eylem bitmek üzere iken; Ne yapacaksın diye soruyor bir arkadaşım. Çağlayana gideceğim, merak ediyorum diyorum. Yapıştırıyor cevabı; kaç tane arkadaşım aradı, eyleme gelmiyor musun diye... Yahu bu soruyu nasıl sorarlar bana, tanımıyorlar mı beni, hepsiyle ilişkimi gözden geçireceğim... Hakikaten bir şeylerle ilişkileri gözden geçireceğiz elbette, lakin muhasebe defteri bu sefer hayli karışık.
Velhasıl, gidiyoruz Çağlayana, daha eylemin başlamasına bir saat var. Hayatını 90 sonrası eylemlerde yer alarak geçiren biri olarak, öyle çok akıl alacak bir kalabalık değil gördüğümüz: hem niteliksel hem de niceliksel olarak alıcımızın ayarları ile oynamamızı zorunlu kılıyor. Malum gergin tartışmanın izdüşümü yok meydanda, pek keyifli, pek neşeli, yıllar sonra, belki de hayatlarında ilk defa ait olduğu niteliksel çoğunluğa, kavuşmanın coşkusuyla bir simgesel huşu seansı adeta.
Muhtemelen alandakilerden çok daha fazla o meydanla temas etmiş iki kıllanan adam olarak meydanı bir çok noktadan zorluyoruz. Nafile... Periferdekilerle temas kurabiliyoruz en fazla. Kurduğumuz temasa takılan yüzlere, muhabbetlere, seslere, ifadelere, cibiliyetlere bakıyoruz. Yorum üstüne yorum yapıyoruz. En azından bu işi ne kadar iyi yaptığımızı tekrar fark ediyoruz. Keyifleniyoruz (bu keyif halinin de konjonktürel gerekliliği tartışılır).
Lakin, her temas Agosun önündeki arkadaşın kıllanma halini hatırlatıyor. Yine bir Ariflik haline gark oluyoruz. Kendi kendimize, sormadan edemiyoruz: Öyle veya böyle, arkadaş çevrelerinde, aile ortamlarında, sırada, sınıfta, meydanda ne kadar kabul edilip, edilmeyeceğini dert etmeden, her daim marjinallikten, hayalcilikten ve dahi gıcıklıktan hüküm giymiş cenaha, etrafındakiler rahatlıkla nasıl bu soruları sorabiliyorlar.
Soran da Lalelide bir azize değil ki, yahu iki dakika rahat bırak da asli mevzuyla ilgilenelim diyelim. Basbayağı, memleket ve dünya meselelerinde ettiğimiz kelamları daha bir ilgi, alaka ve muhabbetle dinleyen, bizim apartmanın olmasa da bizim mahallenin ahalisi.
Lakin olmuyor işte; cumhuriyete sahip çıkanlardan ziyade bu çıkma halinin yarattığı çeşitliliğin bir türü de, her türlü meseleye sahip çıkmakla malum soldan da bir muhabbet görmek istiyor. Şöyle, bir omuzdan çekip, halaya katmak istiyor.
Velhasıl, verdiğimiz daha doğrusu verdiğimizi düşündüğümüz tüm o afilli siyasi pozların aksine, Çağlayanın potansiyel kalabalığına çok kolay dahil ediliyoruz. Her türlü çekince ve itirazlarımıza rağmen meselenin sınıfsal rotası, muhabbetin üst yapısı, bizi ortaya büyük orta sınıf efelenmesinin mezesi yapı veriyor. Varolduğun sınıf, üstündekinden, başından, suratından, cibiliyetinden ve hatta muhabbetinden dışarıya vuruyor. Ne kadar ağlasak boş, ne kadar yalvarsak boş!. Muhtemel, uzun bir müddet daha bu dışarlıklı pozdan kurtuluş yok.
Hakikaten mesele, galiba yine oldukça sınıfsal. Lakin, bu sınıfsal temaşada kimi, hangi menüye ikna edeceğimiz de bir o kadar karışık. Yine de tariflerin Arifinden ziyade, Arifin şöyle kuvvetli bir tarifine ziyadesiyle ihtiyaç var (TM/NZ)