Bir sene sonra gittiğimiz İstanbul tatilimizde, o kocaman Eyüp evinin terasından Haliç'e baktık. Sonra şimdi kapısında "Her canlı bir gün ölümü tadacaktır" yazan mezarlığa gidip ağladık beraber. Ben neye ağladığımı bilmiyordum, o ağlıyordu, ben ağlıyordum.
Aradan yıllar geçti, büyüdüm, yine gittik İstanbul'a. Yine Eyüp'teki evin terasında otururken, babaannem bizim büyük bahçenin ardında kalan daha büyük bahçeyi gösterip "burası Nanço'nun Patriğe devrettiği bostanı" dedi.
Bir gün bahçesinde erik çaldıkları Nanço çıkıp bağırmış arkaları sıra: "Avanak" diye. Bunun üzerine celallenen büyükbabaannem çıkıp babaannemlerin anlamadığı dilde bir şeyler söylemiş. Kızgın bir suratla gerisin geri gidip babaannemlere Nanço'nun çocuklarıyla arkadaşlık etmelerini yasaklamış.
Bu erik meselesi öylece kalmamış, büyümüş. Meğer Nanço onlara Ermenice eşek demişmiş, büyükbabaannem buna kızmışmış. Garip olan büyükbabaannemin sular gibi anladığı, Nanço'ya saydırmaya pekâla yeten Ermenicesiymiş. Annelerinin "gavurca"sına şaşıran babaannem ve dört kardeşi, bir süre diğer Ermeni arkadaşlarıyla kendilerini hısım saymışlar...
96 yaşında inadından bırakmadığı sigarası ile ölen, bir seksen boyunda, dal gibi ince büyükbabaannemin gayri resmi hayatı resmi tarihe teğet geçiyor.
Van'ın Ahlat ilçesine doğan bu Türk kızı, büyük bir ailenin el bebeği, gül çiçeği büyümüş. Zamanından ileri hoca babası kızına yalnızca okuma yazmayı değil, güzel söylemeyi, yüzmeyi de öğretmiş. Teyzesi halası dayısı amcasından oluşan koca bir aile. Koca bir ev içinde. Çalışanları da cabası.
Kendilerinden önceki nesiller gibi bir toprağa kök salan bu ailenin gurbet hikayesi yokmuş. O kadar oralıymışlar.
Güzel bir hikaye değil mi?
Değil... Ben büyükbabaannemin hikayesinin güzel bir hikaye olmadığını "pencereden kar geliyor, aman annem dünya bana dar geliyor" türküsünü dinlerken ağlayan babaannemi izleyince anladım.
Ahlat'ta 13 yaşına kadar yaşına kadar serpilen bu kız çocuğunun ilerleyen yaşlarında Nanço'ya laf yetiştirecek kadar "gavurca"sına sebep Ermeni arkadaşları... Ne ki kader, o zamanlar belki de bir "elim sende" oyununda kullanılan kelimeleri Ahlat'tan İstanbul'a getirsin.
Gayri resmi hayatını yaşamakta olan büyükbabaannemin bu "dirlik düzenini" bozan Birinci Dünya Savaşı olmuş. Kasabalarına kadar gelen şakilerin önleri sıra tozuyan toprak, sanki zehirliymişcesine yutmuş siyah çatkılı, siyah kavuklu Ermenileri.
Büyükbabaannemin babası, tüm aile tarihi içinde hep beraber yedikleri, hep beraber içtikleri, suları sularına, yolları yollarına yoldaş, bu kadim dostlarını, evlerinin kilerlerine, ahırların içlerine, kuyuların diplerine saklamış. Böylece tozuyan toprağa büyükbabaannemin evlerinde yaşayan Ermenilerin kanı karışmamış olmuş.
Bir zaman sonra, onlar denklerini yükleyip yönsüz bir yolculuğa düşmüşler yine de...
Bütün bunların üzerinden çok geçmeden, toprağı zehir gibi kaldıranlar geri dönmüş. Gidenlerin evlerini, bıraktıklarını yoklamaya, bir de kalan borçları tahsil etmeye. Kalan borçlar içinde, "gavur döllerine" yataklık eden büyükbabaannemin ailesinin hesabının kesilmesi de varmış. Ailenin Ermenileri saklayan ahırları yakılmış, kilerleri dağılmış, kan akmış kuyularına.
Bu kez yönsüz bir yolculuğa düşme sırası büyükbabaannem ve ailesine gelmiş. Yolculuğun hemen başında, önce babası, biraz ilerleyince annesi ölmüş. Kuş palazı, difteri, dizanteri zamanıymış.
Hepi topu üç kişi varabilmişler Diyarbakır'a. Büyükbabaannemin beline sakladığı birkaç parça altın, bir gümüş kemer, bir iki aile yadigarı ve iki kardeşi dışında hiçbir şeyi kalmamış. Kardeşlerden erkek olanının askerlik zamanıymış, askere yazmaya gelen subay bir erkek kardeşe, bir büyükbabaanne olacak Zeynep'e bakmış. Kardeş Suudi Arabistan çöllerine askere giderken, Zeynep'e Şevket'in karısı olarak İstanbul yolcusu olmak düşmüş.
Babasının hovardalıklarına söylenmesine sıkıldığı için aileye gam olsun diye askerlik macerasına atılan Şevket, uzun boylu, ince elli, küskün ve de inatçı bir küçük kız ve kardeşiyle geri dönmüş. Bu kız sonra beş çocuk doğurmuş, önce anneanne, sonra büyükbabaanne olmuş.
İstanbul'a ayak uydurmakta zorlamayan büyükbabaannemin acayiplikleri kısa zamanda ortalığı almış. Anadolu'nun bilmem neresinden gelen bu küçük kadının yemek tarifi alacak kadar bildiği Ermenicesi şaibelere neden olmuş. Siyah başörtüsü, sarma cigarası, Fenerbahçe müptelalığı, geceleyin Karadeniz'in hırçın sularına kendisini atıvermesine neden yüzme sevdası hep onun "nasıl derler bir kırma" olduğunun belirtisi miymiş neymiş...
Büyükbabaannem, artık dördüncü çocuğu yürüme kıvamına gelince Nanço'yla tutuştuğu erik kavgası döneminde, bir türlü askerlikten dönmeyen kardeşinin ardından "Pencereden kar geliyor" türküsünü tutturup içli içli ağlamaya başlayınca, anlaşılmış ki, gurbetlik çekiyor. O ağlamış, Nanço'nun karısı silmiş yaşlarını. Birlikte belki de, gidenlere, belki de kalanlara ağlamışlar...
Sonra anlattı ki babaannem, annesi hem Ermeni sanılmasına çok bozulmuş, hem Ermeni sayılmasının garipsenmesine. Tüm bir ailesini kaybetmesine neden olan "kara tarihin", biz ve siz olarak ayırmasını hiç hazmetmiş. Öyle ki tüm çocuklarına yalnızca Ermenice değil, anlaşacak kadar Rumca da öğretmiş.
O yüzdendir babaannemin bir gün artık her biri uzak ülkelerde yaşayan arkadaşlarıyla buluştuğu zaman "gavurca" konuşmasına inanmamış, bir süre Yunanlıları hısım saymıştım...
Resmi tarih yazadursun, ben babaannemin gayri resmi tarihinden öğrendim "avanak" ile "kalimera kalispera" demeyi ve dar geldi "Pencereden Kar Geliyor" türküsünü dinlerken dünya bana...(AÖ)