Ancak bianet'in görüştüğü Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden (İLEF) Gülseren Adaklı bu okumanın yanlış olduğunu söylüyor ve şöyle açıklıyor:
"Açıkçası devletin medyaya her müdahalesinde 'medyaya yönelik operasyon' denmesi yanlış. Medya bağımsız bir güç değil; sermayenin bir segmenti, parçası. Sermayenin bir parçası olan aynı zamanda devletin de parçası. Kapitalist devlette biri olmadan diğer olmuyor. Simbiyotik bir ilişki bu. Hükümette AKP'nin ya da başka bir partinin olması fark etmiyor."
Adaklı, karşı karşıya olduğumuz olgunun, aslında medyayı da içeren büyük sermayelerin arasındaki bir "kapışma" olduğunu, Ciner grubunda bu işlemden önce de "editoryal bağımsızlık"tan söz edilemeyeceğini, asıl risk altında olanın gazetecilerin de ilk işlerinin örgütlenmek olması gerektiğini söylüyor.
TMSF'nin el koyma işleminde belki de gözden kaçan iki önemli nokta var. Bunları da iktisatçı Mustafa Sönmez bianet'e açıklıyor.
Dinç Bilgin ve Turgay Ciner'in gizli ortaklığının ortaya çıkmasının ardından sonra TMSF'nin işlem yapmaması gibi bir olasılık yoktu: "TMSF'nin bu bilgi ortaya çıkınca işlem yapmaması gibi bir olanağı yoktu. TMSF Dinç Bilgin'in mallarına el koymuştu. Satış sözleşmesiyle Ciner'e kullanma hakkı verdi.TMSF Ciner'le bir satış sözleşmesi yapmış durumdaydı. Hile görünce sözleşmeyi iptal ettiler. Malı geri aldılar."
Gizli ortaklığı ortaya çıkaran Dinç Bilgin'in kendisi: "Dinç Bilgin gizli sözleşmeyle bazı vaatler almış olabilir. Etibank'tan dolayı sıkıştırılıyordu; para vermesi gerekiyordu. Gerçekleşmeyen bir vaat üzerine bu sözleşmeyi açık etmiş olabilir. Sonuçta hem kendisini hem de Ciner'i etkileyen bir şey yaptı."
Sorun salt medya sorunu değil, büyük sermayenin mücadelesi
Adaklı, medyanın "büyük sermayenin at oynattığı bir alan", sonuçta gizli belgenin ortaya çıkmasının da "sermayeler arası paylaşım mücadelesi"nin bir parçası olduğunu söylüyor.
Sönmez de benzer bir analiz yapıyor: "İşin özünde büyük gruplar arasındaki 'filler kapışması' var. Bu 2001 kriziyle başlayan, büyük balığın küçük balığı yutması hesaplaşmasının bir devamı. Aslında olay 80'lerle başladı. Medyaya büyük sermayenin, gazeteci olmayan patronların girmesiyle, medya hükümet, devlet rantlarından yararlanmanın aracı haline getirildi."
Medyaya da sahip olan büyük sermaye gruplarının iletişimden enerji dağıtımına, inşaattan petrole birçok sektörde rakip olduğunu anımsatan Sönmez, bu sürecin sonucuyla ilgili bir ihtimale de dikkat çekiyor: "Eskiden Güneş ve Günaydın örneklerinde olduğu gibi, yeniden el konan yayınların çürütülmesi gibi bir yola gidilirse, bu Doğan grubuna yarar; rakibi ekarte edilmiş olur."
"Gazetecilerin örgütlenmekten başka çaresi yok"
Adaklı, büyük sermayenin "hem piyasayı hem de temsil alanını domine ettiğini" söylüyor ve bunun toplumsal sonucuna dikkat çekiyor: "Kamusal bilgi kamuya sorulmadan kamunun elinden alınmış oluyor, kolayca manipüle edilir hale geliyor. Bundan rahatsız olanların politikleşmesi gerek."
Bu durumun göstergelerinden biri de aslında medya pazarının çok dar olması. Adaklı "Britanya'da 60 milyon nüfusa 22 milyon gazete okuyucusu var. Türkiye'de 72 milyon nüfusa 6 milyon okuyucu." Benzer bir analizi daha önce Sönmez medyanın reklam pastasının darlığı için yapmış ve medyanın aslında büyük sermayenin medya dışı etkinliklerinin ve iktidar ilişkilerinin aracı olduğunu göstermişti.
Ve bu durum en çok gazetecileri, medya emekçilerini risk altına sokuyor. Adaklı "En küçük bir eleştirel söylem bile anında boğulurken örgütlenmenin değeri o kadar arttı ki. Gazeteciler, bu yapı içinde bir statü mesleğini icra eder durumdalar. Korkak ve sinik bir cemaat kültürü içindeler. Örgütlenmekten başka çare yok."
Sönmez de TMSF işleminin ardından olabileceklere dikkat çekiyor "Eğer daralma olursa, işsiz kalırlar. Araçlaşma olursa, kendilerini ifade edemez, 'tabi' olurlar. Gruptaki gazeteciler şimdi bununla karşı karşıya" dedikten sonra ekliyor: "Endüstrileşmiş, metalaşmış, her türlü objektifliğini kaybetmiş bir medyayla karşı karşıyayız. Bu aşırı kirlenme demek. Bütün toplum risk altında." (TK)