"Arşivden Sonra?" oluşumu tarafından organize edilen konuşma serisinde DEPO'da 1922'deki İzmir Yangını üzerine yapacağı Gölgeler ve Hakikat: İzmir Üzerine Bir Yüzleşme başlıklı konuşmasından önce araştırmacı Talat Ulusoy ile söyleştik.
Ulusoy ,"Bugün İzmir Türkiye'nin aydınlık yüzü olarak görülür. Evet güneşlidir" diyor ve ekliyor:
"Her güneşli yerin olduğu gibi gölgeleri de vardır. İzmir'in gölgeleri, bu geçmişimizin sırlarını saklayan gölgeler. O gölgeleri biraz aralayabilsek, altında neler olduğunu görebilsek, çok şeyler değişir diye düşünüyorum."
TIKLAYIN - İpek Çalışlar'ın kitabından İzmir'in Kurtuluşu, İzmir'in Yakılışı...
Büyük İzmir Yangını üzerine çalışmalarınız var. Sizin incelemelerinizden yola çıkarsak 13 Eylül 1922'de ne oldu?
İzmir yangını, İzmir'in geçmişinde en acılı, en büyük olay. Zaten adı da Büyük İzmir Yangını bu yüzden.
100 yıl önce yaşanan bir facia ve bugün o yangını kim çıkardı gibi acayip bir tartışma var? Akıl alır gibi değil.
100 yıl önce o yangına tanık olan sorumlular günümüze yakalanmış bir tek fail bile bırakmadılar.
İzmir'in önemli bir kesimi bu yangınla ilgili şu kalıbı çok benimser: "Rumlar ve Ermeniler kaçarken yaktı."
Diyelim 80 bin Rum var, 20 bin Ermeni var. Her aileyi beş kişiden hesap edersek 20 bin ev, yani tek tek hepsi evlerini yakacak ve kaçacak. Yok böyle bir şey. 18 Eylül ve 20 Eylül tarihli iki örfi idare (günümüzün tabiriyle sıkı yönetim) belgesi buldum.
İzmir'deki arşivlerden mi buldunuz?
Evet, İzmir gazetelerinden ve özetle;
"18-45 yaş arası erkekler derhal en yakın karakollara gidecek ve Anadolu içlerinde esir kamplarına sevk edilmek üzere hazır bulunacaktır" deniyor o duyurunun birinci maddesinde.
İkinci maddede ise, "Bunların dışında kalan aileler (o zaman aile kavramı içinde erkekler dışında kalan kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kastediliyor) derhal İzmir'i terk edecektir."
Bildiri biraz daha uzun ve dili ağır. Şimdi bakın, "Kaçarken yaktılar" ile, "Gidin, şehri terk edin" arasında çok net bir fark var. Evini barkını yakıp şehrinden kaçan İzmirli yok!
"Konuşmadığımız bir de 'denize döktük' kavramı var"
Maalesef bu bildiriyi hala anlamamazlıktan geliyorlar, yokmuş gibi davranıyorlar. Oysa şunu çok net söyleyeyim:
İzmir'i kaçarken yakan bir tek sanık ortada yokken bu iddia gariptir. İki, "şehri terk edin" emri var. Üç, o günün yangın raporlarları var. Sigorta şirketlerinin ortak itfaiye teşkilatının başında Gresgoviç diye Avusturya vatandaşı biri bulunuyor. Onun hazırladığı bir rapor var. Bu raporun aslı yok.
Böyle iddialar varken bir devletin çıkarıp o raporun aslını ortaya koyması lazım. Belge diye gösterilen Mart 1923 tarihli İstanbul Hüsnü Tabiat Matbaası baskısı bir şey. Buna belge diye itibar edilemez.
Konuşmadığımız bir de "Denize döktük" kavramı var. 9 Eylül'den önce İzmir'de Yunan askeri kalmamıştır. Onlar daha erkenden Urla'dan Çeşme'den gemilere binip ayrıldı.
"Denize dökülen" işte bu "gidin" denilen kadınlar, çocuklar, yaşlılar. Hepsi deniz kenarındalardı. Erkekler de istasyona götürülüp, açık-kapalı yük vagonlarına bindirilip Anadolu içlerine gönderilmiştir.
Bu hakikati kabul etmek bizi iyileştirir. Yeniden düşünmeye, kendimize insani yollar çizmeye yardım eder.
Peki, sonraki süreçte neler yaşanıyor yine sizin incelemelerinize bakarsak?
Kordon'da çok ölüm oluyor, rıhtımda beklerken. Gerek yangının kıyıya ulaşmasından, gerek suya düşüp boğulmalardan kaynaklı çok sayıda ölüm oluyor.
Hayatta kalabilenleri en son gemi 9 Ekim tarihinde nakledebiliyor. Onu da Genç Hristiyanlar Birliği adlı bir oluşumdan bir misyoner Rahip Asa Jennings kişisel çabalarıyla Midilli'den buluyor.
5-6 gemiyle devamlı seferler yaparak hayatta kalanları Midilli'ye ulaştırıyor.
"9 Eylül'de 'kurtarılan' İzmir, kül ve duman olarak havaya veriliyor"
O dönem yangının Büyük Millet meclisi (Kurucu Meclis) kayıtlarında yer almamasını neye bağlıyorsunuz?
(Gülüyor) Bir şeye bağlayamıyorum. 9 Eylül'den itibaren İzmir konuşulmuyor. Bir kere konuşuluyor, o da Edirne mebusu Şeref Bey bir önerge veriyor Eylül'ün 13'ünde, yani yangının başladığı gün.
Çünkü bölgeden yeni dönmüş ve önergede İzmir'in isminin "Güzel İzmir" olmasını talep ediyor. Görüşülmesi kabul ediliyor ve komisyona gönderiliyor.
Meclis'te hiç konuşulmaması ilginç değil mi? Birisi de çıkıp bir şey sormuyor. 13 Eylül günü haber hemen gelmiş olmasa, daha sonra konuşulmaz mı. 9 Eylül günü kurtarılan İzmir, 18 Eylül'de geri verilmiş oluyor, kül ve duman olarak havaya veriliyor, Meclis'in umurunda değil!
Bunun adına "kurtuluş" demeye benim dilim varmıyor. Kurtuluşun daha güzel, insani bir şey olması lazım. Sonra 9 Eylül'den 9 Ekim'e kadar bir ay içerisinde binlerce insan öldü yangından, boğulmaktan, izdihamdan.
Bakın, 1925 tarihli Londra merkezli sigorta şirketleri ile tütün depoları arasındaki davada sigorta şirketleri kazanıyor davayı. O davanın kararında 180 bin insanın öldüğü yazılı. Bunun tamamı İzmirli değil, Batı Anadolu'dan da sürülen binlerce Hristiyan vardı. Bu mahkeme zaptına geçmiş bir rakam. Ama katıldığım bir toplantıda bununla ilgili konuşurken bir resmi tarihçi bana "Yalan söylüyorsun" dedi ve hiç bekletmeden "65 bin insan öldü" diye ekledi.
Ne kadar acı... Demek 65 bini o bir yerden biliyor ve kabul edilebilir bir sayı olarak düşünüyor!
"Tarihçiler tapınağın rahibi gibi davranıyor"
Bu tarihle yüzleşmek ne kadar önemli size göre?
Şimdi bakın, nasıl gergin günler yaşıyoruz. Biz bunu sürekli yaşıyoruz. İstikrarsız bir yüz yıllık geçmiş var. Bunun gündelik siyasi hır-gür dışında sebepleri olması lazım ve bunları bulup çıkarmalıyız, yani geçmişimizle yüzleşmek zorundayız. Ezberletilen ile yetinmemek, geçmişine bakmak, iyi bakmak, doğrusunu anlamak ve doğrusunu bilmek gerek. Hakikati istemek ve aramak temel bir haktır. Bilgi edinme hakkının kalbidir.
Yaptığım bu, tarihçilik iddiasında insanlar değiliz. Resmi tarihçiler tapınağın rahibi gibi davranıyorlar. Mesela "65 bin" diyenin o itfaiye teşkilatı raporunun aslını ortaya koyması gerek, neden ortaya koymuyor?
Sizin İzmir yangınıyla ilk ilgilenmeye başlamanız nasıl oldu?
Ben İzmir'de doğdum, büyüdüm. Ama başlamama ana nedeni bu değil elbet. İzmir "kurtuluş güneşi" ile gözleri kamaşmış, önünü göremiyor diye düşünürüm. Oysa, ben çağdaşım diyen, demokrasi isteyen, barış içinde yaşanan bir toplum isteyen her insan, sonunda bu isteklerin neden olmadığını da araştırmalı.
Dikkatinizi çekerim, en sıkıştığımız zamanları, mesela şu günleri ele alalım, en hamasetli, en milliyetçi söylevler insanı boğuyor. Bunlar artık tehditkâr söylemler olmaya başladı. Bu hayrımıza değil. Benim için ilgi nedenleri bunlar oldu.
"Hasan Tahsin gazetesinde 'toplu öldürmeler'den bahsediyor"
Bugün İzmir Türkiye'nin aydınlık yüzü olarak görülür. Evet güneşlidir. Her güneşli yerin olduğu gibi gölgeleri de vardır. İzmir'in gölgeleri, bu geçmişimizin sırlarını saklayan gölgeler. O gölgeleri biraz aralayabilsek, altında neler olduğunu görebilsek, çok şeyler değişir diye düşünüyorum.
İzmirliler'in çok iyi bildiği Hasan Tahsin'in 1918 Kasım'ından 1919 15 Mayıs'ına kadar çıkardığı bir gazete vardır Hukuk-u Beşer diye. Bu gazetede yazdığı başyazılar bilinse, bugünün Türkçesiyle yayınlansa bugünkü kuşaklar açısından çok şey değişir.
Ya da Meclis zabıtları sizin anlayacağınız dile aktarılsa o kadar çok değişir ki...
Meselâ Hasan Tahsin şunu der, "Bu İttihat Terakki'nin işlediği cinayetler, toplu öldürmeler, teşhirler..." ve uzun yazısında yerden yere vurur bugün Talât Paşa Bulvarı diye ismi caddeler verileni ve arkadaşlarını... Şimdi İzmir kahraman deyip milli bayramlarda heykeli önünde hazırola geçtiği Hasan Tahsin yazılarını okuyup anlayabilse, bakalım "kahramanın" sözüne inanılacak mı? Bayramlarda önünde saygı duruşunda bulunulacak mı?
Çok merak ediyorum, yoksa heykelini mi yıkarlar?! (PT)