Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu güvenlik harcamalarındaki artışı değerlendirirken artışın yüzde olarak büyük ama bütçeyi etkileyecek düzeyde olmadığını söyledi, harcamalardaki personel kalemine dikkat çekti.
Önce gazeteci Çiğdem Toker bütçedeki bozulmanın nedenlerinden biri olarak güvenlik harcamalarına dikkat çekti, sonra BDP Milletvekili Hasip Kaplan bunun bütçe açığına neden olduğunu söyledi, ardından da BDP Milletvekili Sebahat Tuncel savaşa ayrılan bütçeyle ilgili soru önergesi verdi.
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu'na güvenlik harcamalarındaki artışı, bütçeye etkisini, Türkiye'de uygulanan politikaları sorduk.
Güvenlik harcamalarındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birincisi güvenlik harcamalarındaki artış oransal olarak bakıldığında çok yüksek. Ocak-Haziran'da yapılandan daha fazla harcamanın Temmuz-Ağustos'ta yapıldığını görüyoruz.
Bunu sadece hükümetin terörle mücadele politikasına değil Suriye'de yaratılmaya çalışılan içsavaşa yönelik çabalarına da bağlıyorum.
Dikkat çeken bir kalem var mı?
Bütçedeki harcamalara baktığımızda en fazla artış gösteren kalemlerden birinin de personel harcamaları olduğunu görüyoruz. Yüzde 18 civarında bir artış var.
Aslında bu artış mevcut personelin, kamu çalışanlarının özlük haklarının iyileştirilmesinden, maaşlarının arttırılmasından kaynaklanmıyor. Çok sayıda kamuya personel alımından kaynaklanıyor. Bu personel alımı içinde de güvenliğe yönelik alımların ciddi bir ağırlık taşıdığını görüyoruz.
Din adamı alınmasına yönelik toplumun genel muhafazakarlaştırılma gündemine ilişkin alımlarla birlikte güvenliğe de yönelik çok büyük bir personel artışı olduğunu görüyoruz.
Yani personel giderleri içerisine yansıyan bütçe harcamalarındaki artışın bir kısmının da yine savaşa yönelik harcamalar kapsamında değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Konunun bir yönü de bu.
Diğer yönü?
Bütçenin toplam rakamlarına baktığımız zaman güvenliğe yönelik harcamalardaki artışın yüzde olarak çok büyük bir ağırlığının bulunmadığını görüyoruz. Daha çok ağırlık sosyal güvenliğe yönelik transferlerden oluşuyor. Bütçenin asıl dengesini bozan bu oldu. Son üç yıldır artan bir kalem bu.
Bütçe açığını nasıl etkiliyor?
Mevcut hükümet sağlığı piyasaya açan, metalaştıran bir strateji izliyordu yıllardır. Son iki üç yıldır da bunun meyvesini almaya başladı. Bunun hükümet açısından üç yönlü avantajı var. Birincisi, yoksul vatandaşlar dahi özel sağlık kurumlarına gidebiliyor. Daha önce kapısından bile geçemediğimiz kurumlarda tedavi görüyoruz, diyorlar. Bu anlamda hükümete olan desteğin artışına katkıda bulunuyor.
İkincisi, hükümete yakın bazı gruplar için çok ciddi bir kâr alanı haline geldi. Çünkü kamu kendi verebileceği hizmeti özel sağlık kurumlarından alıyor. Bunun karşılığında da hem özel sağlık kurumlarına hem de ilaç şirketlerine çok büyük ödemeler yapıyor.
Hükümet açısından üçüncü avantajı da şu: Çok büyük bir pasta olduğu için genel olarak toplumu kontrol mekanizmalarını burada da uyguluyor.
Bilindiği gibi sağlık büyük şirketlerin, hayatın medya dahil diğer alanlarında yatırımı olan grupların bulunduğu bir sektör. Hastaneler gruplandırıldı. Gruplara göre sağlık harcamalarının yüzdesini kamu üstleniyor. Böylelikle toplum üzerinde bir kontrol mekanizması yaratmış oluyor.
Son iki üç yıla kadar, aşağı yukarı sosyal güvenlik kurumlarının topladıkları primlerle, mevcut fonlarla gerek bu sağlık harcamalarının finansmanı, gerekse emeklilere yönelik ödemeler aşağı yukarı dengedeydi. Bu demografik dengenin bozulmasıyla birlikte, giderek hem sağlık hizmeti alanların hem de emeklilerin sayısının çalışanlara göre artmasıyla birlikte bütçe açığı üzerinde çok büyük bir yük olmaya başladı. Bunun toplumda algılanması zaman aldı.
Neden?
Ekonomi hızlı büyüyordu ve Türkiye'de bütçe gelirlerinin yüzde 70-75 aralığı KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerden oluşuyor. Özellikle bunlar içinde ithalat kalemlerinden alınan dolaylı vergiler çok büyük rol oynuyor. Ekonomi büyüdükçe vergi gelirleri de artıyordu ve kamu maliyesinin bu harcamalar bölümündeki bozulma çok dikkat çekmiyordu.
Dolaylı vergilerin hayatımızdaki yeri nedir?
Dolaylı vergiler bir toplumda gelir adaletini bozan, sınıfsal olarak da çalışan kesimlerin cebine yönelen çok adaletsiz bir vergi türüdür.
Türkiye'de gelirden ve servetten alınan vergilerin oranı çok düşüktür, yüzde 10'ların altındadır. Yüzde 70'lik kısmının dışındaki vergilerin de büyük çoğunluğunu bordro mahkumları denen çalışanlar gelir vergisi olarak ödemektedir.
Bütün büyük bankaların, holdinglerin, yabancı şirketlerin ödedikleri vergiler toplam vergiler içinde yüzde 10'unun altındadır. Ekonomi yavaşlamaya başladıkça, ithalat ondan da hızlı bir tempoyla yavaşlama seyrine girince bütçe gelirlerinde çok ciddi bir azalma oldu. Böylece kamuoyu bütçeye daha duyarlı hale geldi ve son haftalardaki tartışmalar çıktı.
Ekonomi sürekli büyümesine rağmen neden işsizlik, alımgücünün yetersizliği gibi sorunlar sürüyor?
Bu aslında dünyada yaşanan bir trendin Türkiye'ye gecikerek yansımasıyla açıklanabilir. Ekonomi hızlı büyüdüğü halde işsizlik bir türlü düşürülemiyor.
Bir rakam vermek gerekirse, AKP hükümeti iktidara geldiğinde, 2002'de, işsizlik yüzde 7.2'ydi. Aradan geçen sürede Türkiye ekonomisi krizin şiddetle hissedildiği 2009 yılı dışında sürekli büyümesine rağmen işsizlik rakamı yüzde 10'un altına yeni indirilebildi. Hâlâ yüzde 9'larda.
İstihdam yaratılamamasına rağmen nasıl böyle büyümenin yaşandığının açıklaması da doğrudan doğruya finansallaşmayla ilgili.
Daha çok sayıda insan iş bulamamasına karşın, çalışan insanların alımgücü artmamasına karşın insanlar borçlanma mekanizmalarıyla, kredi kartları, bireysel krediler, tüketici kredileriyle gelirlerinin ötesinde harcama olanağına sahip oldular.
Bu ne kadar devam edebilir?
Son rakamlar bunun da bir eşik noktasına geldiğini gösteriyor. Kişilerin bireysel borçları yıllık kazançlarının yüzde 50'sini aşmış durumda şu anda. Rakamlar yurttaşların frene bastıklarını, artık borçlanmayı istemediklerini gösteriyor.
Amerika ve Avrupa'da yaşanan ise, bu yüksek borca sahip insanların artık bunların devam edemeyeceğini görüp borçlarını azaltma eğimine girmeleri. Bu da piyasadaki mal ve hizmetlere daha az talep ve ekonominin yavaşlaması anlamına geliyor. Türkiye de oralarda yaşanan süreci üç dört sene gecikerek ama tahminimce, şiddetli bir biçimde hissederek yaşayacak görünüyor.
Nasıl bir strateji izlenebilir?
Anaakım ekonomide de çok temel bir prensiptir. Ekonomi zayıfladığı zaman maliye politikaları kamu açıkları vermeyi göze alarak, kamunun harcamalarını arttırarak, kamunun gelirlerinden bir şekilde imtina ederek ekonomiyi hızlandırma yoluna gidebilir.
Örneğin Türkiye'yle şu anda birçok bakımdan benzer özellikleri bulunan Brezilya böyle bir strateji izliyor. Ekonomi hızlı yavaşlayınca Brezilya'da dolaylı vergi oranları düşürüldü, kamu harcamaları arttırıldı. Böylelikle ekonomi canlandırılmaya çalışılıyor.
Türkiye ise tam tersine Brezilya gibi ülkelerden farklı olarak, dolaylı vergilerin bütçe içinde aşırı ağırlığı olmasından da kaynaklanan bir nedenle, krizi ve yavaşlamayı daha hızlandıracak, ekonomiyi daha hızla durgunluğa sürükleyecek bir anlayış benimsemiş gibi görünüyor, ki bunun da ben çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.
Önümüzdeki aylarda bunun olumsuz etkilerini hem makro rakamlarda hem de sade vatandaşın yaşamında izleyeceğiz gibi görünüyor. (YY)