Savaşsız bir dünya için ittifaklar sona ermeli. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), gücünün büyük bir kısmını, diğer ülkeleri kendisinin küresel rolünde etkili olmanın onların çıkarına olduğuna ikna ederek alıyor. Bu güç yok olursa, uluslararası sistemde oluşacak köklü değişikliğin yaratacağı karışıklık ve bunun doğuracağı sonuçların kapsamı, Sovyet Bloku'nun yıkılışındaki kadar geniş olacak.
ABD dünya çapında soyunduğu rolde şu anda komünizmin etkin olduğu zamankinden çok daha tehlikeli ve hırslı. Oysa NATO'ya var olma nedenini veren de, Washington'a küresel iddialarını meşrulaştırma olanağı tanıyan da başlı başına Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) korkusuydu.
Düşmanlar yok olurken, yenileri -birçoğu eski müttefik ve dost devletler- onların yerini aldı. ABD, müttefikleri olmadan nereye kadar gidebilir, kendi de bilmiyor, ama müttefiklere ihtiyacı var. Ancak ABD'ye en yakın ülkeler bile "arzuların birliği"ne bağlı olmaya eskisi kadar istekli görünmüyor.
Demokratların "demokratlığı"
Başkan Bush'un 19 Eylül 2002'de duyurulan, gerektiğinde tek taraflı olarak "ülkesini savunmak için saldırmak"la ilgili son derece muğlak doktrininde bütünüyle yeni bir şey yok. 1890'lardan bu yana, yönetim ister Demokratlarda, ister Cumhuriyetçilerde olsun, ABD batı yarıküredeki sayısız güneyli ülkenin siyasî kaderini tayin etmek için pek çok yolla -silahlı kuvvetlerini göndererek, dost diktatörlükler kurarak ve onları destekleyerek- müdahalede bulundu. Birleşmiş Milletler'i kuran Demokrat hükümet yarıküreyi ABD'nin faaliyet alanı olarak gördü; bu da yetmezmiş gibi, dünya ekonomisinin polisliğine soyunmak için Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası'nı kurdu.
ABD'nin II. Dünya Savaşı sonrası dış politikasında pek çok noktayı belirleyen -silahlanma yarışını kurumsallaştırarak, askerî gücünün dünyadaki politik meseleleri çözeceği yanılgısına kapılarak ve 1947'deki Truman Doktrini'ne ve NATO'ya dayanarak- Demokrat Parti oldu.
Böylece, ABD'nin dış stratejisinin karakteristiğinden ve ikilemlerinden eşit derecede sorumlu oldular. Başkan Jimmy Carter, SSCB Haziran 1979'da Afganistan macerasına atıldığında, Vietnam'da ABD'nin başına ne geldiyse onların başına da onun gelmesini umut ediyordu. Saddam Hüseyin'i İranlı köktencilerle karşı karşıya gelmeye ilk cesaretlendiren, Reagan'ın da sürdürdüğü politikalarıyla, Carter'dı.
1993'ten 1997'ye kadar ABD başkanının Ekonomik Danışmanlık Konseyi'nin başkanlığını yapan Joseph E. Stiglitz, 2003 yılında yayınlanan kitabı "The Roaring Nineties"de (Kükreyen Doksanlar), Clinton hükümetinin dünya ekonomisinde "egemenlik mirası"nın şiddetini artırdığını ve Bush'un sadece bunu devam ettirdiğini gözler önüne seriyor.
Stiglitz'e göre, 1990'larda, "küresel ekonomi, daha önce örneğine rastlanmayan bir ABD etkisi yaşadı". Öyle ki, Demokrat maliyeciler ve malî muhafazakârların da ifade ettikleri gibi, "bu on yıl içinde ekonomik krizler art arda geliyordu". ABD, kendi ülkesinde ticarete sınırlamalar getirip tarıma büyük destek kredileri sağlamasına rağmen, darboğazdaki ülkelere harcamalarını kesmeleri ve "ABD'ninkinden düpedüz farklı politikalar benimsemeleri" tavsiye edildi, hatta sık sık buna zorlandılar.
Clinton ve Bush hükümetlerinin memleket ve dünya nimetlerinden ne kadar iç ettikleri tartışılsa da, miktar hem içeride hem dışarıda akıl almaz ölçülerde olmuştur. Dış ilişkilerde ve askerî meselelerde, hem Clinton, hem Bush yönetimi, pahalı silahların gerçekçi politik stratejilerden daha etkili olduğuna inandıkları için aynı silah fetişine tutuldular. Vietnam Savaşı'na -felaketine de denebilir- neden olan da aynı yanılsamaydı.
Clinton'ın iktidarda olduğu yıllarda, Pentagon, hazırladığı heybetli stratejileri uygulamaya koyabilmek için yeni silahlar talep etti -aldı da.
İki partinin Pentagon bütçesi üzerinde fikir birliği, 1945'ten bu yana giderek güçlendi. Ocak 2000'de Clinton Pentagon'un beş yıllık planına 115 milyar dolar ekledi; bu rakam Cumhuriyetçilerin talep ettiklerinden de fazlaydı.
CIA'in de Clinton'un kıdemli memurlarının da doğru bir saptamayla uyardıkları üzere ikilem, tehlikenin, ordunun misilleme yapabileceği düşman ülkelerden çok, ABD'ye yönelik eylem yapan teröristlerden gelmesiydi. Maddi donanımla gerçeklik arasındaki bu temel eşitsizlik her zaman mevcuttu ve 11 Eylül 2001 tarihi de, ABD'nin ne kadar zayıf ve tehlikelere açık hale geldiğini gözler önüne serdi.
1999 ilkbaharındaki Yugoslavya savaşıyla birlikte, NATO ve müttefiklerin geleceği, özellikle de Washington'un, Almanya'nın Avrupa'daki olası bağımsız rolü nedeniyle artan endişeleri iyiden iyiye mesele haline gelmeye başladı.
Bush iktidarından çok önce, Clinton hükümeti, müttefiklerinin kendi stratejilerine sahip olmalarını engelleme kararı almıştı. Bush'un politikaları, her ne kadar zalim yollarla açıklanıp infaz edilmiş olsalar da, doğrudan ve mantıksal olarak bu kararı izledi.
NATO üyelerinin Afganistan'daki savaşa son vermek ve adil seçimlerin yapılmasını sağlamak için gerekli askeri yardım ve teçhizata katkıda bulunmayı reddedişi (1999'da Kosova'ya bunun en az beş katı asker göndermişlerdi), Amerika'nın ittifaka tepeden bakışının neticesiydi.
Ne var ki, dünya bugün ABD yüzünden daha tehlikeli bir yer haline geliyor ve komünizmin çöküşü, 1945 sonrası ittifak sisteminin varoluş nedenlerini hepten ortadan kaldırıyor.
Nükleer silah sahibi ülkeler arttı; tahrip edici hafif silahlar eskisinden çok daha fazla (çünkü ABD, 1987 dünya ticaret hacminde yüzde 35 olan silah ithalatını 1997'de yüzde 43'e çıkarttı); yeryüzünde daha önce olmadığı kadar çok yerel ve iç savaş var (özellikle de yarım yüzyıl boyunca barış içinde yaşayan Doğu Avrupa'da); ve terör -fakir ve güçsüz adamın son kozu- giderek artıyor.
İstikrarsızlık ve ihtilafın politik, ekonomik ve kültürel nedenleri büyüyor ve pahalı silahlar, sadece onları üretenlerin bilançolarına hizmet ediyor.
2008'de dünya düzeni
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in deyişiyle "bilinemeyen" uzak gelecekte, ABD'nin eski müttefiklerinin 1945'ten 1990'a kadar geliştirilen ilişkileri sürdürmeleri ulusal çıkarlarına uymuyor.
Küresel hırslarında sınır tanımayan ABD iktidarının muğlak ideolojisi ve beceriksizliği ile Bush hükümeti, dostları -ve Birleşmiş Milletler(BM)- ile müzakereleri hafife alarak tek taraflı girişimlere ve maceralara atıldı. Bunun sonucunda, ABD'nin 1947'den beri dış politikasının temelini oluşturan ittifak sistemi ciddi bir yara aldı. İmha silahlarının çoğalması ve artan politik istikrarsızlıkla birlikte dünya gittikçe daha tehlikeli bir hal alıyor -müttefikler arasında yer almak da öyle.
Eğer Bush tekrar seçilirse, uluslararası düzen 2008'de, bırakın 1999'u, bugün olduğundan çok farklı olabilir.
Başkanlığa kim seçilirse seçilsin, ABD faaliyetlerinin sonuç ve zararları göz önüne alınarak, gelecek dört yıl içinde Amerikan dış politikasında anlamlı değişikliklere gidileceğine inanmak için hiçbir neden yok.
Eğer Demokratlar kazanırsa, "ilerici evrenselcilik" adına, ittifak sistemini 1999'daki Yugoslavya savaşından önceki gibi yapılandırmaya çalışacaklar.
Bush'un parçalama yolunda olduğu "Atlantik ruhu"nun yeniden diriltilmesine iki taraf da destek veriyor ve bu durumu en iyi yansıtan da, Dış ilişkiler Konseyi'nin Mart 2004'te "transatlantik ittifak" üzerine verdiği genel rapor. Henry Kissinger'ın bizzat düzenleyicileri arasında yer aldığı raporu Cumhuriyetçiler ve Wall Street liderleri de onayladı.
Geleneksel elit, NATO'yu ve Atlantik Birliği'ni eski parlak günlerine döndürmeye can atıyor. Görüşlerini esas olarak ABD'nin 1945'ten beri dışişleri politikasına rehberlik eden yayılmacı tavırları belirtiyor. Carter'ın Ulusal Güvenlik danışmanı Zbignievv Brzezinski, "The Choice: Global Domination ör Global Leadership" (Global Tahakküm mü, Global Liderlik mi) adlı kitabında bu durumu açıkça ifade ediyor.
Brzezinski, Bush yönetiminin eski ve muhtemel müttefiklerini kendinden uzaklaştıran, dolayısıyla amaca zarar veren retoriğini tasvip etmese de, Amerikan iktidarını dünyanın her köşesindeki istikrarın merkezi kabul ediyor -görünen o ki, küresel vizyonu Bush hükümetinden daha az muhteris değil.
ABD'nin "her potansiyel rakibinin üstünde kapsamlı bir teknolojik üstünlüğü" korumasından yana ve "Amerika'nın baskın gücünün çoğulcu -hükmetme iddiası taşıyarak değil, daimî müttefiklerle paylaşılan kanaatlerle şekillenen- bir hegemonyaya doğru değişmesi" yönünde bir çağrı yapıyor.
Eski ve potansiyel müttefiklere kesinlikle daha yutturulabilir olduğundan, bu geleneksel Demokrat vizyonu, şu anda ABD'nin dış politikasına yön veren beceriksiz ucubeden çok daha tehlikeli. Ancak başkan yardımcısı Richard Cheney, Donald Rumsfeld, yeni muhafazakârlar ve Bush hükümetindeki savaş tellâlları, tavsiyelerinin sonuçlarından ya da Amerika'nın denizaşırı dostlarını nasıl sarstıklarından bihaberler.
Başkanın kilit konumlardaki pek çok danışmanı Amerikan askerî ve ekonomik gücünün önüne geçilmez olduğuna inanan saldırgan, esas itibariyle akademik jeopolitik vizyonlara sahipler. Kitab-ı Mukaddes'in eksantrik tefsirleri, Bush'un kendisi de dahil, hâlâ birilerine ilham veriyor. Bu haçlı savaşçılarının çoğu, kendini Mesih gibi gören, milliyetçi bir retorik kullanıyor. Başkana yakın hiç kimse iktidarlarının bir sınırı olduğunu kabul etmiyor...
Kerry, Bush'un önemli iç ve dış ölçütlerinin çoğuna katıldığına yönelik beyanlarda bulundu. Son aylarda dış ilişkilere dair verdiği demeç ve söyleşiler çoğu kez belirsiz ve tutarsız, yine de kati suretle ve şevkle İsrail yandaşı ve açıkça Venezüella'da rejim değişikliği taraftarı olduğunu biliyoruz.
Ortadoğu politikaları Bush'unkilerle özdeş ve tek başına bu bile Avrupa'yla ittifakın yeniden kurulmasını zorlaştıracaktır. Irak hakkında, hele de oradaki şiddet kızışırken ve Kerry nihayet seçimi kazanmasını sağlayabilecek hayatî bir mevzu yakalamışken, konumunu Bush'unkinden ayırt etmek mümkün değil.
Kerry, Irak'la ilgili olarak, seçimi kim kazanırsa kazansın, misyonlarına devam edeceklerini vurguluyor. Amaç istikrarlı ve çoğulcu bir Irak inşa etmek, oysa bu yapı orada asla var olmadı ve yakın gelecekte de olacak gibi görünmüyor. Ama Kerry'ye göre bu bir millî gurur ve güven meselesi.
Gerektiği takdirde başkanlığının ilk dönemi boyunca Amerikan birliklerinin Irak'ta kalacağı sözü veriyor, ancak ne zaman ayrılacakları konusunu muğlak bırakıyor. Iraklı mahkûmlara yapılan muamelenin yarattığı skandal bile, Amerikan halkının politik kesimini derinden etkilediği halde, Kerry'nin eleştirilerinden nasibini alamıyor.
Kerry'nin büyük şirketler için vergi kaçırmak anlamına gelen, malî kısıtlama ve hesap açığını aşağı çekme politikalarıyla ilgili demeçleri, seçmenin ilgisini çekmekten çok uzak.
Kerry, bir yandan kendisini ekonomik açıdan muhafazakâr olarak sunarken, bir yandan da, tıpkı Clinton gibi, savunma harcamalarında bonkör. Kerry'nin danışmanları, 1992'de Clinton'ın aday gösterilmesine, ardından fonları artırarak seçilmesine yardım eden ve sonra da ekonomi politikasını belirleyen aynı yatırım bankacıları. Aralarındaki en önemli adam, eski hazine bakanı Robert Rubin. Demokratların kampanyasını yürüten Rubin ve kafadarları, Kerry seçimi kazanırsa ekonomik gündemi de dikte ettirecekler. Stiglitz'in "zengin ve güçlülerin avukatları" dediği adamlar işte bunlar.
Kerry, seçkin okullarda okumuş hırslı bir asilzade ve bir popülist. Bir aday olarak ya da Bush'un dış ve savunma politikalarına alternatif üretebilecek çapta biri olarak ne düşüncelerini rahatça ifade edebiliyor, ne de etkileyici olabiliyor. Kaldı ki, Bush'un politikaları da, Clinton'ınkilerle ayrışmaktan çok, ortaklıklar taşıyor.
Aslında her başkanlık seçimi benzer bir yanılsamaya yol açıyor, fakat Bush'a yönelik eleştiriler Kerry'nin kazanmasına yönelik isteği meşrulaştırmaya yetmiyor.
1947'den bu yana Demokratların ve Cumhuriyetçilerin dış ve askerî politikalarının hedefleri esas olarak aynıydı. Ne var ki bunların ifade edilişleri bariz farklılıklar vardı. 20. yüzyılın çoğu Cumhuriyetçi başkanı ve başkan adayları için durum aşağı yukarı buydu. Taft, Hoover, Eisenhower veya Nixon gibi adamlar, Reagan'la ya da halihazırdaki yöneticilerle kıyaslandıklarında çok daha sağduyulu ve aklıselim sahibiydi. Ancak üslûp son derece önemli olabiliyor ve istemeyerek de olsa Bush yönetiminin hataları, kabalıkları ve savunmaya yönelik saldırganca talepleri, dünya barışı için çoktan ortadan kalkmış olması gereken ittifak sistemini parçalamaya başlıyor.
Geçmişte ABD'nin müttefiki olan ülkeler bu şartlar altında kendi çıkarlarını gözetmek ve kendi yollarına gitmek zorunda kalacağa benziyor. Demokratlarsa, son kertede dünya barışına daha fazla hizmet etmeye, bu yüzden de fazlasıyla cazip olan bu süreci devam ettirmeye niyetli gibiler.
Ne var ki, onlar da kuşaklar öncesinden başlayan aynı maceracılığı ve çıkarcılığı sürdürecek. Politik krizleri, Bush'un da dayandığı aynı askerî yollarla çözecekler, dünyanın bütün meselelerini sarpa sardırmak için ilâhî bir misyon yüklenmiş gibi yeryüzünün her köşesine burunlarını sokacaklar.
Demokratların bu politikaları aklamaktaki incelikleri aslında çok daha tehlikeli, çünkü daha güvenilir görünmelerini sağladığından, sınır nedir tanımayan ABD'nin iktidarını güçlendirecek ittifakları canlı tutacak. Uzun vadede Kerry'nin bu saldırgan hedeflerin peşinde koşması ittifakları sona erdirecek, ama yine de kısa vadede Kerry bu ittifakları yeniden tahsis ederek Avrupalı liderlerin onun taleplerini reddetmesini zorlaştıracak, işte keder verici olan da bu olacak.
"Daha kötü, daha iyidir" meselesi
Seçimi kim kazanırsa kazansın, Amerikan dış politikasına yönelik eleştiriler Washington'da etkili olmayacak. Ama Bush yeniden seçilirse, Amerikan iktidarı için uzun vadede elzem olan ittifak sistemi çözülmeye devam edecek gibi görünüyor. Gerçekler hiçbir şekilde ahlâkî yargılara delalet etmez, yeter ki onları doğru teşhis edelim.
Kimse "daha kötü daha iyidir"e inanmak zorunda değil, ama Bush iktidarının sona ermesinin ABD dış politikası üzerindeki sonuçlarını samimiyetle göz önünde bulundurmak zorundayız.
Bush'un politikaları sayısız ülkeyi Amerika'dan soğutmayı başardı. Britanya, Kanada ve Avusturya gibi Amerika'nın en sağlam müttefikleri bile, kendilerine, Washington'a açık çek vermek ulusal çıkarlarını gözetiyor mu, ya da iktidardaki partileri zayıflatıyor mu diye sormak zorunda kaldılar.
Martta Madrid'deki terör olaylarının da acı bir şekilde gösterdiği gibi dış ilişkiler, Amerikan politikalarını tartmadan onaylamaya izin veremeyecek kadar patlayıcı bir şekilde geri tepebiliyor. Üstelik, halkın savaşa girmeye ciddi bir biçimde muhalefet ettiği İspanya'da olduğu gibi, iktidardaki partiler bunu pahalıya ödeyebilyor.
Ama en önemlisi, halkın arasındaki sayısız kurban. Irak Savaşını büyük bir hevesle destekleyen Britanya, İtalya, Hollanda ve Avusturya gibi ülkeler nüfuslarını teröre açık hale getiriyor. Şimdiyse onları korumak için pahalıya patlayacak bir sorumluluğa sahipler.
Avrupa'da hava bulutlu
Washington merkezli Pew Research Center'ın 16 Mart 2004'te açıklanan kamuoyu araştırma raporuna göre Fransız, Alman, hatta Britanyalılar arasında, Avrupa'nın bağımsız bir dış politikaya sahip olmasını isteyenlerin sayısı hızla artıyor.
Öyle ki, iki sene önce Fransa'da yüzde 60 olan bu oran, Mart 2004'te yüzde 75'e ulaşmış. Fransızlar ve Almanlar arasında ABD taraftarlarının oranı yüzde 38'e düşmüş. Ama bu oran Britanya'da bile yüzde 75'ken yüzde 58 olmuş ve Irak'la savaşa gidilmesine destek verenlerin oranı Mayıs 2003'te yüzde 61'ken, Mart 2004'te yüzde 43'e kadar inmiş.
10 Haziran'da, İşçi Partisi'nin üçüncü olduğu yerel seçimlerin ve Avrupa seçimlerinin ardından Blair'in yurtiçindeki itibarı en aşağılarda geziniyor. Halkın gittikçe artan bir çoğunlukla Irak'a asker gönderilmesine karşı olduğu Polonya'da, İspanya'daki politik yenilginin hemen ardından Polonya başkanı, Washington'un Irak'taki kitle imha silahları konusunda kendisini "aldattığını" söyleyerek, 2 bin 400 askerini programlanandan önce çekebileceklerini açıkladı.
İtalya'da Mayıs itibariyle halkın yüzde 75'i Irak'taki 2 bin 700 askerin 30 Haziran'dan önce çekilmesini istiyor. Ana muhalefet partileri, 2006'daki seçimleri kazandıkları takdirde askerleri çekeceklerini şimdiden ilan etti. Britanya ve İspanya'daki savaş karşıtı partiler de Haziran ortasında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde güçlerini artırmak için aynı sözü verdiler.
Şimdi mesele, Polonya, İtalya ve Hollanda gibi ülkelerin büyük Avrupa güçlerinden ve tek taraflı Amerikan güdümlü "arzuların birliği"nin her zaman bir parçası olan kendi kamuoylarından ayrılıp ayrılamayacakları. Washington'la yakınlığı sürdürmenin yüklediği sorumluluklar ortada ve hiçbir avantaj yok.
Bu arada terörizm her zamankinden daha güçlü ve iddiaları İslâm dünyasında daha fazla itibar görüyor. Irak Savaşı El Kaide'yi güçlendirirken, müttefiklerinin bölünmesiyle ABD'nin elini kolunu bağladı. Irak'taki çarpışmalar Marttan bu yana olduğu gibi artabilir ve Şiilerle Sünniler arasında belki de yıllarca uzayıp gidecek silahlı çatışmalara neden olabilir.
Irak'a asker gönderen ülkeler, ABD'nin onlardan istediği gibi birliklerini bilinmeyen bir zamana kadar orada mı tutacak? Siyasî liderler, ABD'nin doymak bilmeyen taleplerini karşılamayı göze alabilecek mi? Washington Irak'la ilgili olarak önemli Avrupa ülkelerine kısmen direniyor, çünkü yeni muhafazakârlar ve realistler kendi içlerinde bölünmüş durumda.
Mesele ABD'nin Kuzey Kore'yle nasıl baş ettiğine geldiğinde, Japonya, Güney Kore ve Çin'le olan ilişkilerinde de durum değişmiyor. ABD'nin savaş sonrası hegemonyasını sağlayan ahlâkî ve ideolojik üstünlüğünü dayatma çabaları -fena halde- dibe vuruyor.
ABD'nin Irak'a saldırıyı haklı çıkarmaya çalışması, Fransa ve Almanya'yı hazırlıksız yakaladı ve onları tasarladıklarından çok önce bağımsız bir dış politikaya zorladı. Bunu iki yıl önce tasavvur etmek mümkün değildi, şimdiyse NATO'nun geleceği sorgulanıyor. Avrupa'nın savunmasını nasıl düzenleyeceği bir türlü karara bağlanamıyor, ama ileride NATO ve ABD hakimiyetinden bağımsız bir Avrupa askerî gücü kurulacak.
Almanya ve Fransa, Bush'un savunmak için saldırı doktrinine kuvvetle muhalefet ediyor. Blair, askerî meselelerde ABD'nin vekili gibi davranmaya meraklı da olsa, yüzünü Britanya'ya ve Avrupa projesine dönmesi gerekiyor. Zaten 2003 sonlarından beri ülkesinin Avrupa'daki rolünü vurgulama arzusu politik ihtiyaçlardan kaynaklanıyor. Aksini yapması, giderek güçlenen komşularını küstürmek ve seçimleri kaybetmek demek.
Ancak daha tehlikelisi, Bush yönetiminin eski Sovyetler Birliği'yle başlayan dostluğunu giderek gerginleşen bir ilişkiye döndürmeyi becermiş olması. 1997'de ABD'nin çok da bağlayıcılığı olmayan yeni üyelerin sınırları içine önemli sayıda savaş birliği yerleştirmeme sözüne rağmen, geçtiğimiz Mayıs ayında NATO yedi Doğu Avrupa ülkesini bünyesine dahil etti ve Rusya'nın sınırlarına fazlasıyla yaklaşmış oldu. Washington'sa Kafkaslara ve Orta Asya'ya önemli sayıda üs kuruyor.
Çin meselesinde filizlenen askerî ve jeopolitik iktidarlarını karşılaştırmak için, Bush'un önemli danışmanları iktidara geldikleri anda alenen en yüksek mevkilere atandılar. Fakat Çin'in askerî bütçesi hızla artıyor ve AB 15 yıllık silah ambargosunu kaldırarak Çin'in büyük pazarında pay sahibi olmak istiyor.
Bush hükümetiyse, elbette, ihraç yasağındaki en ufak bir gevşekliğe dahi şiddetle karşı çıkıyor. Onun ihtirasının muhakeme gücü, Çin'in batı sınırına üsler inşa etmekten ibaret.
ABD, Doğu Avrupa ve Orta Asya'daki küçük ve güçsüz ülkelerde üsler kurarak, Rusya ve Çin'i sonuçsuz meselelerle karşı karşıya bırakarak, aslında tanımı pek belli olmayan terörizm karşısında "iktidar projesi" için çok da fazla şey yapmış olmuyor.
Amerika'nın yarattığı bu muğlak durumların ciddi ve uzayıp giden sonuçlarını, ne müttefikleri, ne de kendi halkı destekliyor. Hatta bazı Pentagon analizcileri bu stratejilere karşı uyarıda bulunuyorlar, çünkü ABD'nin Kafkaslarda ya da Orta Asya'da çöken ülkeleri kurtarma girişimi onun yeni bir yükümlülüğü olarak algılanacağından, son derece sınırlı askerî kaynaklarını tüketme tehlikesi taşıyacak. Şu sıralar Özbekistan'ı yerle bir eden politik kriz, bu korkunun ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor.
Bush seçilirse...
ABD'yi ve müttefiklerini bekleyen ne gibi acil durumların ortaya çıkacağını ya da vaatlerin neler gerektireceğini tahmin etmek mümkün değil. Yine de, geçen sene Irak'ta, ondan uzun süre önce de Vietnam'da kanıtlandığı gibi, Amerikan istihbaratının olası düşmanların kapasiteleri ve niyetlerine karşı "savunma için saldırı" ilan etmeye bu kadar hazır olması çok yanlış.
Bir devlet, tam ve doğru bir istihbarata sahip olmadan ne bir şeye inanır, ne de bir şey yapar; işte Bush yönetiminin müttefiklerinin içinde bulunduğu durum bunun tam tersi.
Körlemesine ve üzerinde düşünülmeden kabullenilen senaryolara veya yanlış istihbaratlarla önerilen maceracılık üzerine kurulan dış politikaları takip etmek, bu ülkelerin ulusal çıkarları, özellikle de şu anda iktidarda olanların politik çıkarları ve halklarının güvenliği için uygun değil.
Politik bedeller söz konusu olduğunda, bu tarz kabullenişlerin sonuçları fazlasıyla belirsiz. Eğer Bush tekrar seçilirse, ABD'nin dostları ve müttefikleri zorlu seçimler yapmak zorunda kalacaklar; yeniden tanımlanacak bu süreç, muhtemelen mevcut ittifakları parçalayacak.
Ve pek çok ülke, bağımsız ve gerçekçi dış politikalara yönelecek. Buna karşılık ABD daha aklıselim sahibi olacak ve dünya daha güvenli bir hale gelecek; yeter ki müttefiklerini kaybetmesi ve tek başına kalması onu buna zorlasın. Ve işte şimdi bu oluyor. (GK/BCŞ/BB)
* Gabriel Kolko'nun Le Monde Diplomatique'de yayımlanan yazısını Bilge Ceren Şekerciler Türkçeleştirdi.