Hrant Dink’in sözüne, hayatına ve mirasına sahip çıkan kıymetli dostlar.
Bu akşam burada bulunmak ve Hrant Dink’in ismini taşıyan bu ödülü almak büyük bir onur.
Hrant Dink’in yaşamı bize, hakikati söylemenin ve adalet talep etmenin ağır bedellerini; buna rağmen umutlu bir gelecek için ısrar etmenin de onurunu gösterdi.
Kamu vicdanı bazen tek bir insanda vücut bulur; özellikle de sözlerini samimiyetle, cesaretle, insanın ruhuna dokunan bir sahicilikle dile getiren insanlarda. Hrant Dink de böyle bir insandı. Bu ülkenin vicdanında hâlâ yankılanan bir ses; insanları nefretten değil sevgiden, çatışmadan değil dayanışmadan, ayrışmadan değil ortak insanlık değerlerinden söz etmeye, geçmişin acılarını paylaşmaya, barış içinde bir arada yaşamaya çağıran bir sesti.
Bu ödülün anlamı, adını taşıdığı insanın hayatıyla, mücadelesiyle ve yarım kalan sözleriyle iç içe olduğu için de bambaşka.
Ödül gecesi için yapacağım konuşma metni istendiğinde ilk anda bir panik duygusu yaşadım, ne söyleyebilirim, bu anlamlı ödüle hangi sözlerle not düşmeliyim diye düşündüm durdum. Bir süre sonra aklımda beliren ilk düşünce sevgili dayım Ahmet Albay oldu. 1980 yılında, faili meçhul diye anılan ama failleri hepimizce malum olan bir cinayete kurban giden dayımın hayatı ile Hrant Dink’in hayatı arasında bağ kurmadan edemedim.
O da adalet ve eşitlik için mücadele ediyor, insanı ve insanlığı savunuyordu; susturuldu. Tıpkı Hrant gibi.
İnançları, idealleri uğruna hayatını veren bu insanlar bize güç veriyor ve başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu hatırlatıyor. İkisinin de hatırası şimdi bize şunları soruyor:
Gerçekten yas tutabiliyor muyuz?
Belleğimizi koruyabiliyor muyuz?
Geçmişle hesaplaşabiliyor muyuz?
Onların ardından bir söz kurabiliyor, onların sözünü çoğaltabiliyor, mücadelelerini büyütebiliyor muyuz?
Ahmet Dayım bir avukattı. 1970’li yıllarda Maraş Katliamı başta olmak üzere çok sayıda riskli davanın avukatlığını üstlenmişti. Bugün derin devlet olarak andığımız güçlerin silahlı saldırısıyla 3 Mayıs 1980 tarihinde hayatını kaybetti. Saldırıdan birkaç ay sonra 12 Eylül Askeri Darbesi oldu.
Türkiye’nin en aydınlık kuşağı bu darbe ile paramparça edildi. Bugün yaşadığımız toplumsal çöküşün en önemli nedenlerinden biri budur…
Dayımı öldüren kişiler yurt içinde yıllarca elini kolunu sallayarak dolaştı, çeşitli suçlara bulaştı, tutuklanmaları ancak yurtdışında mümkün oldu, uyuşturucu kaçakçılığı suçunu yurtdışına taşımasalar o da mümkün olmayacaktı. Türkiye’ye gönderildikten ve bir süre mecburen hapis yattıktan sonra 2012 yılında çıkarılan özel bir afla da serbest kaldılar. Cinayeti işlediği sırada meslek lisesi öğrencisi olan katillerden biri serbest kaldıktan sonra “yapmam gerekeni yaptım, dolayısıyla herhangi bir pişmanlık ‘falan’ da duymuyorum” dedi. Diyebildi. Failleri ismiyle anmak gerekir elbette ama bugün değil, burada değil.
Hrant Dink bir yazısında, “Hasret yaşanmışlıkların çağrısıdır. Geçmişin, anıların ve eski dostların ruhumuzda yankılanan nostaljik çığlığıdır hasret” der.
Her aklıma geldiğinde içimi ezen bir söz bu; çünkü bambaşka bir anlama da geliyor. Hasret, yalnızca yaşanmış olanlara değil, artık mümkün olmayan şeylere, yitirilmiş bir geleceğe de dairdir. Dayım gibi, sevgili Hrant Dink gibi kaybettiğimiz insanların yasını tutarken, onlarla yaşayamadığımız, yaşanamayacak olan bütün ihtimallerin de yasını tutarız.
Bu hasretin içinde çoğu zaman ağır bir suçluluk da vardır. Sevdiğimiz insan hayattan koparıldığında, sanki bu bizim suçumuzmuş gibi düşünmeden edemeyiz. “Başka türlü olsaydı?”, “Şunu yapabilseydik?”, “Daha önce şöyle davransaydık nasıl olurdu?” sorularının sonu gelmez. Büyük bir suçluluk duygusu içinizi kemirir.
Ve bu duygular, adaletin eksikliğini her an hissettiren bir boşlukla birleşir. Böyle durumlarda adalet nasıl sağlanır bilemiyorum. Çünkü bu ülkede adalet arayışı bile, çoğu zaman adaletin yokluğu üzerine inşa edilmiştir.
Dayımı kaybettikten, ardından 12 Eylül darbesinin zulmünü yaşadıktan sonra ailem, yıllar boyu sürecek bir suskunluğa gömüldü. Adaletsizlik, çaresizlik ve içimizi kemiren suçluluk, sonunda ifadesini bu sessizlikte buldu. Belki de susmak, yarayı kapatma isteğinden değil; o yarayı tarif edecek kelimelerin bulunamamasındandı.
Yıllar geçtikçe fark ettim ki bu ülkenin tarihinde, bireysel ya da toplumsal düzeyde hâlâ açık, hâlâ kanayan ve adaletin yerini bulmadığı ne çok yara var. O yaralardan biri de bizim ailemizin yüreğinde açılmıştı.
Dayım öldürüldüğünde 35 yaşındaydı, ben ise ortaokul son sınıfta okuyan bir çocuktum. Bürosu okuluma çok yakındı; bazen ders bitiminde ona uğrardım. Anlatacak çok anım var ama burada, onunla yaptığımız bir şehirlerarası yolculuktan — çocukluğumun en unutulmaz anılarından birinden — söz edeceğim. Yıllar sonra fark ettim ki bu yolculuk, bireysel acılarla toplumsal yaralar arasında bağ kurduğum ilk an olabilir…
1977 yılı… İlkokulu bitirmiştim. Yaz tatilinde, doğduğum kent Adana’dan İstanbul’a yaptığım ilk şehirlerarası yolculuk, hâlâ hafızamda.
Rahmetli Ahmet Dayımın arabasıyla yola çıkmıştık. İstanbul’da, Küçükçekmece’de birkaç gün akrabalarımızda kaldık.
O yıllarda, çocukluğunu yetmişlerde yaşayan herkesin bildiği gibi, sokaklar bize aitti.
Orada tanıştığım bir çocukla gün boyu oynadık. Bir ara birbirimize ismimizi söyledik. Ama o ismini söyledikten hemen sonra bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti, “Ben Ermeni’yim” dedi. Ben de n’olmuş yani der gibi, “Hıı” dedim… ve oyuna devam ettik.
O gün, kimliklerin değil, oyunun ve çocukluğun birleştirdiği iki çocuktuk. Gerisini çok sonra öğrendim.
Ortaokulu Adana’da okudum. 1880’de inşa edilmiş, önce Hristiyan öğrencilere hizmet veren, sonradan Tepebağ Ortaokulu adını alan bir binaydı.
Hrant Dink bir yazısında şöyle der: “Okul bilginin dikte edildiği yer değil, sorgulandığı yerdir.”
Ama benim okuduğum okul, bu sözden çok uzaktı.
Bazı öğretmenlerimiz, okulu “eski bir Ermeni okulu” olarak tarif eder, Ermeniler hakkında hakaret dolu cümleler kurardı. O anlarda hep İstanbul’da beraber oyun oynadığım o çocuk gelirdi aklıma. “Bunları duysa çok üzülürdü” diye düşünürdüm. Söylenenleri yarım kulakla dinler, inanmazdım.
Beni bu şüpheci duruşa iten şey, içinde bulunduğum çevreydi.
Şimdi geriye baktığımda görüyorum:
Ayrımcı, dışlayıcı düşüncelerle örülü bir ortamda büyüyebilirdim. Ama önümde başka örnekler vardı:
Dayım…
“Ekmeğini başkasına acı çektirerek kazanma” diyen babam…
İnsanın her yaşta mücadele edebileceğini ve hayatını değiştirebileceğini gösteren annem…
Ve tarihe başka bir gözle bakmamı sağlayan Ruhi Hocam…
Onlar olmasa, nasıl biri olurdum bilmiyorum.
Bu soru, sadece kendi hayat hikâyemle ilgili değil.
Aynı zamanda içinde yaşadığımız toplumun nasıl şekillendiğini de sorgulatıyor bana.
Ayrımcılığın, bir insanı ya da bir topluluğu değersizleştiren süreçlerin, şiddetin nasıl var edildiğini…
Kötülüğün, insanın doğasında olduğuna inanmıyorum. O, hayatın içinde öğrenilir. Kötülüğün kaynağını anlamadan, bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan… Hiçbir şey yapamayız. Ve iyiliğin nasıl çoğaltılacağını da bilemeyiz.
Çocukken oynadığım sokakların, gittiğim okulun bulunduğu semtin bana okulda anlatılanlardan çok daha acı ve kanlı bir geçmişe sahip olduğunu yıllar sonra öğrendim.
Zabel Yesayan’ın, 1909’da on binlerce Ermeni’nin öldürüldüğü, mallarının gasp edildiği Adana Katliamı’nı anlattığı Yıkıntılar Arasında kitabını okuduğumda, bu kadar büyük bir kıyımın nasıl olup da hâlâ bilinmediğine inanmakta zorlandım.
Bugün bile Adana’da yaşayan çoğu insan bu büyük yıkım hakkında neredeyse hiçbir şey bilmez, ne yazık ki…
Geçmişteki kötülüklerle yüzleşmeden, acıları paylaşmadan ne adalet ne de gerçek bir toplumsal iyileşme mümkündür.
Görmezden gelen, susan, yüzleşemeyen toplum ise er ya da geç kendi celladını çağırır: Hitler’ler, Mussolini’ler, Pinochet’ler gibi…
Bazen, ülkemizin bugün yaşadığı yıkımın ve toplumsal çürümenin köklerinin, işte bu yüzleşememe, adaletsizliklere göz yumma, geçmişle barışamama hâlinde yattığını düşünüyorum.
Bu ülkede hakikati dile getirmek, susturulmak istenenlerin sesine kulak vermek, o sesi çoğaltmak çoğu zaman yalnızlık, baskı ve tehdit demektir. Ama bilirim ki, suskunluğun ağır bastığı bir toplumda tek bir doğru söz bile karanlıktan aydınlığa açılan bir pencere olabilir. İşte bu yüzden o sözü kurabilmek, hakikate tanıklık etmek toplumsal suskunluğu yarmanın ve umudu diri tutmanın en güçlü yoludur; geçmişin yaralarını onarmanın ve geleceği korumanın da…
Geçmişin acılarını konuşmak, hâlâ açık yaraları iyileştirmek gerekli; ama en az bunun kadar önemli olan, yeni yaraların açılmasını önlemektir. Bu nedenle tanıklık, yalnızca gözümüzün önündekini değil, çoğu zaman görünmez kılınan yaraları da fark etmeyi gerektirir.
Bu görünmez yaralardan en ağır ve en acısı, çocukların toksik kimyasallara maruz kalmasıdır. Çünkü çocuklar, çevresel ve toplumsal koşulların ağırlığını en derinden hisseden, en savunmasız gruptur.
Bir çocuğun sağlıklı bir çevrede büyümesi, temiz suya erişmesi, yeterli ve dengeli beslenmesi tüm yaşamı üzerinde belirleyici bir rol oynar.
Ülkemizde 20 milyona yakın çocuk, hava, su ve toprak kirliliğinin yarattığı risklerle yaşıyor. Sadece kurşun bile milyonlarca çocuğun zihinsel gelişimini, öğrenme kapasitesini kalıcı biçimde zedeliyor. Bu, yalnızca bir sağlık sorunu değil; aynı zamanda bir çevresel adalet meselesidir. Çünkü kirliliğin yoğun olduğu yerlerde yaşayan çocuklar, çoğu zaman yoksulluk, gıda güvencesizliği ve sosyal dışlanma ile de mücadele etmek zorunda kalıyor. Böylece hem bilişsel becerileri ve öğrenme kapasiteleri hem de yaşam olanakları doğuştan sahip oldukları potansiyelin çok gerisinde kalmaya mahkûm ediliyor.
Bir ülkenin havası kirletiliyor, suları zehirleniyor, toprakları ağır metallerle doluyor; üstelik bunlar bilindiği hâlde susuluyorsa orada ne adalet kalır ne eşitlik ne de onurlu bir yaşam. Böylesi bir tabloda yalnızca doğa değil, insanın insana olan bağı da zehirlenir.
Oysa insan bir ada değildir; hayat başkalarıyla mümkündür.
Günümüzde sağlıklı beslenme, çevresel adalet ve sosyal eşitlik birbirinden ayrı düşünülemez. Ancak bu sorunlar çoğu zaman, hatalı biçimde, bireysel tercihlere veya kişisel sorumluluklara indirgeniyor. Böylece asıl sorumlular, yani bu sorunların failleri görünmez hâle geliyor ve sorunlar derinleşiyor. Sessizlik, failin işini kolaylaştırır. Hakikat dile getirilmediğinde yalan güçlenir, vicdan felce uğrar. Bu yüzden, hakikati, sorunların gerçek faillerini görünür kılmak, bunları kamuoyuna taşımak yalnızca vicdani değil, aynı zamanda mesleki bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, kamu yararını gözeten herkesin; ama en çok da bilim insanlarının, gazetecilerin, hekimlerin ve avukatların omuzlarındadır.
Ben de bir bilim insanı olarak bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışıyorum. Hrant Dink’in şu sözü yolumu aydınlatıyor: “Susmak tabuysa, konuşmak demokrasidir.”
Konuşmak, tavır almak, eyleme geçmek bazen risklidir. Ama unutmayalım, etik tavır almak, zor pozisyonlara bilinçle adım atmaktır. Gerçek etik davranış, kimi zaman geleneklere, toplumsal inançlara hatta yasalara karşı durmayı; yasaların, vicdanımızın, kaygı ve korkularımızın birbirine karıştığı anda susmamayı, geri çekilmemeyi, ileri adım atmayı gerektirir. Bazen o ilk adımı tek bir kişi atar. Attığımız adımın, adaletsizliğe, hakikat kaybına ve toplumsal vicdanın aşınmasına yol açacak ihtimalleri bertaraf etmesini umut ederiz. Ama umut sessizlikte büyümez; yan yana durarak, birlikte adım atarak çoğalır.
Hepimizi bir arada tutacak, birbirimize bağlayacak ortak bir umuda en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz.
Çünkü yaşamak, başkasının hayatına sahip çıkmakla anlam kazanır.
Umudu doğuran, beklemek değil; inisiyatif almak ve eyleme geçmektir.
Ve her çocuğun sağlıklı, özgür ve mutlu büyüdüğü bir toplum için harekete geçmekten daha büyük bir umut kaynağı yoktur.
Çocukların sağlıklı büyümesini sağlamak mümkündür — yeter ki bu yönde adım atalım.
Hrant Dink’in mirası, yalnızca bir insanın değil; birlikte yaşamın, kardeşliğin ve adaletin mirasıdır.
Bu ödül, bana büyük bir onur kadar, bu mirası yaşatma sorumluluğu da yüklüyor.
Onu, bana güç veren aileme ve bu dünyanın en değerli varlıkları olan çocuklara ithaf ediyorum.
Teşekkür ederim.
(BŞ/EMK)



