Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Buket Türkmen'in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 37. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Sayın heyet, benden önceki meslektaşlarım bu metni imzalamakla ne denmek istendiğini o kadar güzel ve yetkin şekilde anlattılar ki, her biri birer akademik ders niteliğinde olan bu savunmalardan sonra onların demediği neyi söyleyebilirim gerçekten bilmiyorum. Bu yüzden uzunca ne diyeceğimi düşündüm bu savunmada.
Sonunda şuna karar verdim: sanırım bu kadar iyi anlatımlara ve analizlere dayalı ve halkın gözünde etkili olmuş olan savunmalardan sonra ancak kendi durduğum yerden, yaşadıklarım sonucunda düşündüklerimi ve hissettiklerimi anlatabilirim. Ben bu savunmayı, bu bildiri benim için ne ifade etti ve neden imzaladım, bunu anlatmak, hem de bir döneme ait tanıklığımın kayıtlara girebilmesi için yapıyorum.
2012'den 2015 yazına kadar sürmüş ve şu anda hükümette olanların yürütmüş olduğu barış süreci, birçokları gibi benim de demokrasi ve insan hakları açısından önemli bir dönüşüm içerisinde olabileceğimiz fikrine inanmamı sağladı.
Tam bir toplumsal barış gerçekleşememiş olsa da, bu yolda atılan adımlara destek verenlerin gitgide çoğalması bu inancımı sağlamlaştırmıştı. Esasen bir süredir birçok konuda sivil aktörler olarak memnuniyetsizliklerimizi sivil kamusal alanda ifade etmeye başlamış, birbirimizin yaralı hafızalarını ve hikayelerini dinler olmuş, hep birlikte toplumsal barışı öğrenen öğrencilere dönüşmüştük.
Yıllarca verdiğim kimlikler ve eşitsizlikler dersimde öğrencilerimle beraber yurttaşların kimliklerini nasıl oluşturduklarını, yaftalanan kimliklerin nasıl benlik yaralanmalarına, akabinde de toplumsal maduniyetlere sebep olduğunu, bunlarla başa çıkmak için oluşan kimlik hareketlerini, ve kimlik yaralarını iyileştirmede önemli rolü olabilecek devletlerin kimlik mücadeleleri ile ilişkilerini düşündük, tartıştık.
Kendi toplumumuzda ve başka toplumlarda kimlik mücadelesinin nasıl bir haysiyet mücadelesi olduğunu, kültürel eşitsizliklerin nasıl sosyal eşitsizliğe sebep olduğunu bize hem tarih öğretir, hem bugün yaşadıklarımız. Öğrencilerimle beraber yıllarca bu konularda kafa yorduk, yazılar yazdık, tartışmalar yaptık, toplumbilimin düşünsel araçlarını bu sorulara bir nebze olsun cevap bulabilmek için kullanmayı öğrendik.
Neden bu konu bu kadar önemliydi bizim için? Toplumbilimlerinin temel bilimlerden en önemli farkı, onunla iştigal edenin gündelik hayatında da etrafını çevreleyen toplum hakkındaki sorulardan eve gelince kurtulmasının güçlüğüdür. Zira toplumbilim hergün yaşadıklarımızla ilgili düşünür, iş üretir. Toplumsal barış ve kimlik ilişkisi üzerine okulda tartışıp, eve gelip sadece kuru fasulyenin pişip pişmediğini düşünemeyiz.
Kimlik bu ülkenin her zaman önemli bir sorunuydu, yaralı hafızalar toplumsal barışımız ve demokrasimizin gelişmesi ile iyileşebilecekti. Bu sebepten barış süreci adı verilen dönemde derslerimde umut vardı, tartışmalara sinmiş bir umut. Ve insanlar hiç olmadıkları kadar taleplerini, umutlarını yüksek sesle dile getirebilir olmuştu. Öğrencilerim mutluydu. Ben de öyle. Ve bizim umudumuz ve taleplerimiz, suç unsuru değildi, kimse bu umudu beslediğimiz için bize suçlu muamelesi yapmıyordu.
Sayın heyet, daha açık olayım. Türkiye'de 90lardan beri bir meseleden söz ediyoruz. Bu mesele benim kuşağımın lise ve üniversite yıllarını belirlemiş, kanatmış, mutsuz etmiş ve zaman zaman hepimizi susturduğu için de içimizde onmaz bir yara olmuş bir meseledir. Bu mesele 90'larla başlamaz elbet, kökü çok derindedir. Bunu burada uzunca açmak istemiyorum. Ama şunu söylemek isterim ki özellikle 90'larda Güneydoğu'yu sadece savaş, şiddet, şehit ve kan ile andık. Oysa bizler güzel hikayeleri yaşamak isterdik. Ölümle değil, yaşam ile dolu olmak isterdik.
Biraz romantik olmama izin verin, gerçekçi bir romantizm bu, şiirlere ve romanlara konu olduğu kadar tarih yazımlarına ve gelişmiş hukuk sistemlerinin kurulmasına da kaynak olmuş bir hayale dayalı:
Bu ülkenin yurttaşları olarak güzel günbatımlarında yanyana olabilme hayali bu. Hep beraber herkesin kendi hikayesini gelip katacağı dev bir hikaye hayali. Tıpkı bir seyahatim sırasında, bütün patlamalara, çatışmalara inat kocaman Mezopotamya ovasını kucaklayan günbatımı gibi, bütün halkı kucaklayacak kadar güzel, kocaman ve geniş bir hikaye olurdu bu. O koskoca ovada günbatımına baktığınızda sayın hakim, hiçbir şekilde anlam veremiyorsunuz, ne yaşananlara, ne acılara ne gözyaşlarına. Bana öyle geldi. Buna hala inanmak istiyorum. Bütün öğrencilerime bunu gösterebilmek isterdim.
Bu inancımın sarsıldığı, kırıldığı zamanlar oldu. Bir noktada çatışmalarda 35 günlük bebeği ölen bir kadınla tanışınca utanç içinde ağladım. O benim ellerimi tuttu ve birlikte ağladık. İki kadın birlikte ağladığında, barış olur. O barış önemlidir. 35 günlük bebekler ölmemeli. Öldükleri zaman, bunun hesabını benim vatandaşlarım sormalı ve sorumlular ceza görmeli. Zira 35 günlük bebeğin ölümüne üzülmeyecek kimsenin bu ülkede yaşadığına inanmıyorum, bebeklerin kimliği yoktur, onlar bebektir. Ben, kimliği ve ideolojisi ne olursa olsun, hiçbir yurttaşın bebeklerin ölümünden üzüntü ve utanç duymayacağına inanmıyorum.
O metni imzalamadan önceydi bu. Ardından bir öğrencimin sağlık görevlisi ağabeyinin Cizre'deki çatışmalarda keskin nişancılar tarafından vurulduğu haberi geldi. Bir sağlık görevlisi yaralı taşırken öldüyse bu bir suçtur, büyük meseledir, ama konu bunun da ötesinde: ben bunu yaşayan öğrencime kimlik dersimde nasıl toplumsal barış umudu verebilirim? Sonra haberler ardı ardına sükun etti: buzdolabında bekletilen kız çocuğu cesetlerine, bodrumlarda bulunmuş yanık çocuk çene kemiği raporları eklendi...
Birçok rapor yayınlandı. Sivil halkın en kırılgan, en savunmasız kesimi çocukların ve kadınların ölüm haberleri ardı ardına sükun etti. Suruç ve Ankara patlamaları ardından İstanbul'da saldırılar... Herşey birkaç ay içinde oldu. Ağlayarak sabahladığımız günlerde her saldırı haberinde arkadaşlarımızın ölüm haberlerini almaktan korktuk, hepimiz, eminim siz de korkarak yakınlarınızı aradınız her seferinde her patlamada, iyiler mi diye.
Böyle yaşanan birkaç aydan sonra önüme mail yoluyla metin geldi, hemen imzamı koydum. Birçok diğer metne koymuş olduğum gibi. Barış isteyen her metne yetişebildiğim kadar destek verdim. Devletten barış koşullarına dönmesini talep ettim. Herhangi bir örgütten değil, kendi devletimden talep ettim. Ben bu ülkenin uzun yıllar maaş vermiş olduğu bir akademisyeni ve yurttaşıyım. Taleplerimi yönlendirmem gereken merci devlettir, başkası değil. Bu konuyu çok daha derin şekilde benden önceki duruşmalarda hocalarım ve meslektaşlarım yeterince açıkladılar, ben uzatmayacağım.
Ama asıl büyük derdim şu: toplumsal barış için, ölümlerin durması, kanın durması için bu ülkenin akademisyenleri olarak elimizden geleni yapmalıydık. Elimizden sadece bu geldi. Hiçbirşey yapmamış sayılmayız. Ama yeterli olmadı, olamadı. Durduramadık ölümleri. Keşke daha fazla çabalayabilseydik ama üzerimize gelen baskı karşısında birçoğumuzun eli-kolu bağlandı. Şaşkındık. Ben, bazı arkadaşlarımın tersine bu metni imzalarken başımıza bu işlerin gelmesini beklemiyordum. Zira artık 90larda değildik. Yanılmışım. 90lardan da geriye bir noktaya dönebileceğimizi korkarak görüyor, çok büyük endişe taşıyorum ülkem ve halkım için. Maalesef bugün de yine ölüm haberleri almaya devam ediyoruz.
Bir yandan umutluyum ama. Daha önce bir arkadaşım savunmasında bu ülkenin hukuk sisteminden hala ümitli olduğunu söylemişti ve bu yanlıştan dönüleceğini... Ben hukuk sisteminden değil, bu ülkenin insanlarının çoğunluğunun yanyana barış içinde yaşama hayalini hala görmesinden dolayı umutluyum. Barış olmadan yaralarımız iyileşmeyecek, bunu içten içe hepimizin biliyor olmasından dolayı umutluyum.
Fransa'da Cezayir Savaşı sırasında Fransa devletine karşı bir barış çağrısı yapmak için, Jean-Paul Sartre ve Edgar Morin'in başını çektiği bir grup aydın bir metin imzalamıştı. O metin on yıllar ötesinden bize yazılmış hala en güzel barış metni olarak ulaşıyor. Ben de bu metni imzalamış olmamızın yıllar ötesine ulaşacak bir barış çağrısı olacağı ümidimi koruyorum. Birgün bu davanın ne kadar yanlış bir dava olduğunu tarihin yazacağını biliyorum. Bunun bilgisi ve inancı ile gururluyum.
Ben bu metni devletten barış koşullarını sağlamasını talep eden bir metin olduğu için imzaladım, imzamın, dolayısıyla talebimin arkasındayım. Şiddet yöntemlerini kullanan hiçbir örgüt ile ilişkim yoktur, olamaz. Bu imza da hiçbir şekilde şiddet ile, şiddet kullanan hiçbir örgüt ile ilişkilendirilemez. İddianamede adı geçen şahsı da ilk kez duydum. Kimseden bir emir almadım, almam. İddianamede sözü edilen ilişkilenmeler ispat edilme gereği bile duyulmamış olan, tamamen hayal ürünü iddialardır. Ben sadece barış talebinin ve bir yanlış yaptığında devleti eleştirme görevinin Türkiye yurttaşlarının hepsinin sorumluluğu olduğunu bilerek hareket ettim, hem bir sosyalbilimci hem bir yurttaş olarak, bu metni imzalamakta bir an bile tereddüt etmedim.
Dolayısıyla yurttaş olarak bana düşeni yapmaya çalıştığım için bütün suçlamaları reddediyor, beraatimi talep ediyorum. (BT/BK)