24 Ocak'a dönersek, "Aradan 23 geçtikten sonra 24 Ocak ve o tarihte alınan kararların ne anlamı olabilir artık?" diye bir soru sorabilir insan. Öyle ya, o köprünün bile altından çok sular akmadı mı?
Doğru olmasına doğru ama, yine de 24 Ocak 1980, seksen yıllık Cumhuriyet tarihimizde bir milat olma özelliğini korur... 24 Ocak, madalyonun bir yüzündeki resim ise, öbür yüz 12 Eylül'e aittir. Ve 12 Eylül'ün neyi çağrıştırdığı da bellidir:1982 Anayasası ile baskının, taassubun, anti-sendikalizmin, ani-sosyalliğin kurumlaştırılması ve kozmetik değişikliklere rağmen özünü bunca yıl koruması...
24 Ocak, bir milat olabildiyse, 12 Eylül sayesine olabildi. Biri diğersiz olamazdı ve zaten birbirlerini tamamladılar.
24 Ocak, görünürde, 1980'lere kadar gelen ve artık tıkanan bir sistemin, bir sermaye birikim modelinin yerine yenisini geçirmeye yarayacak kararların ilan tarihi idi. Bu kararları, "devrim" diye nitelediler. Neyin devrimi?
1980 öncesinde bazı şeylerin tıkandığı ve onu aşmak ihtiyacı ortadaydı ama bu tıkanan nesnenin neye ve nasıl dönüşeceği sorusunun tek yanıtı yoktu. Ona 24 Ocak±12 Eylül formülleriyle müdahale edenlerin, hasatları bugün içinden bir türlü çıkılamayan krizdir. Bir krizden bir diğerine yuvarlanmanın tarihidir 24 Ocak...
Tıkanan sürece 24 Ocak±12 Eylül ile müdahale edenlerin aslında tek numarası, 1980 öncesi, birikimde doğrudan müdahalesi olan devleti, işlevsizleştirmek değil ama yeni bir misyonla görevlendirmekti. O görev, bölüşümün yönünü emekten sermayeye doğru çeviren, sermayenin vergi yükünü azaltan, KİT'leri tasfiye eden, özelleştiren, döviz kurunun, faizin fiyatını serbest bırakarak, gümrük duvarlarını indirerek, ihracata teşvikler vererek uluslararası sermaye ile entegrasyonu hızlandıran, ama bu süreçte kaynakları daha büyük ölçülerde büyük sermayeye aktararak hamiliğine yeni bir biçim veren devlet olmaktı..
Ekonomik işlevi böyle bir dönüşüme uğrayacak devlet, politik araç olarak da daha baskıcı, daha anti-demokratik, daha az sosyal bir devlet anlamına gelecekti.
Yirmi üç yıllık deneyimin sonunda o "yeni devlet", sermayenin vergi yükünü azaltayım derken kaynaksız kaldı ve iç borç tuzağına yakalandı.Oradan dış borçlanması kabardı ve borç tuzağı sonucu 2000 krizine düştü.
O "yeni liberal" anlayış , ekonomiden devleti çekeyim derken, önce KİT'leri sanayiden uzaklaştırdı, o boşluğu özel sermaye dolduramayınca, sanayileşme süreci geriledi. Özelleştirmeyle, birçok potansiyeli köreltti, bölgesel eşitsizlik problemlerine zemin hazırladı. İç borç faizlerinden gözünü açamayınca hiç yatırım yapamaz bir devlet oldu. Borç faiziyle boğuşmaktan eğitim, sağlık gibi sosyal görevlerini yerine getiremeyen bir kuruma dönüştü.
1980 öncesinin korumacılıktan kaynaklanan rantlarını kaldıracağım derken, aynı rantlar bu kez siyasetle, medya ile içiçe geçmiş ihracatçı, bankacı, turizmci görünümlü kesimlere, mafyatik çetelere artan ölçülerde aktarıldı. Toplum, örgütsüzleştirilmiş, sindirilmiş olduğu için de bu yağma çok rahat bir ortamda yapıldı, değneksiz köyde orman kanunu geçerli oldu.
Kamu bankaları ile, devlet garantisini istismar eden bankalarla hortumlanan onca kaynaktan geriye müflis bir Hazine ve yoksullaşmış büyük bir nüfus kaldı. Devleti yüksek faizlerle fonlamanın dayanılmaz cazibesine kapılan özel sermaye ise bu yolla kaynak transferi yaparken sanayiciliği ihmal etti, teknolojik yenilenmeyi, dolayısıyla dış rekabet gücünü azalttı. Yüksek faizler, yatırım iklimini kuruttu ve dış yatırımcı açısından da Türkiye'yi itici bir ülke yaptı.
Bugünden dönüp 24 Ocak kilometre taşına ve oradan sapılan yola bakıldığında, geride kaybedilmiş koca bir çeyrek yüzyıl ve heder edilmiş onca fırsat, nasıl kapatılacağı bilinmeyen bir zengin-fakir uçurumu, işsizlik, üretimsizlik ve çağ dışılık var.
Hazin olan, bütün bunlardan bir ders çıkartılmamış olması, bazılarının Özal'I kılavuz bilip onun yolunu hala doğru yol bellemesi... (MS/NM)