TL’nin ABD Doları ve Euro karşısında durdurulamaz biçimde değer kaybı yaşaması AKP iktidarının son yıllarda inkar ettiği ama ekonomistlerin sürekli uyardığı ekonomik sorunları görünür hale getirdi.
ADB Doları psikolojik eşiği 4 Mart 2018’de geçti aslında. Haziran seçimlerinin hemen ardından 4,60'ı bulmuştu.
5 TL sınırını ABD'li rahip Andrew Craig Brunson krizi sonrası 1 Ağustos'ta geçti.
ABD, Türkiye'nin casusluk suçlamasıyla yargıladığı rahip Andrew Craig Brunson'ın serbest bırakılmasını talep etmişti. Türkiye Brunson'ı serbest bırakmadı. ABD. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül hakkında yaptırım uygulama kararı alması sonrası Dolar 5 Lirayı geçti.
6'yı geçmesi ise daha hızlı oldu, 12 Ağustos'ta 6 sınırını geçti. Haftasonu bankalar piyasalar kapalıyken doları 7,50 ila 7,80 dolaylarında tuttular.
İktisat İşletme ve Finans dergisi genel yayın yönetmeni ve Açık Radyo'da "Ekonomi politik" isimli programı hazırlayan ekonomist Ali Bilge, döviz kuru kriziyle artık saklanılamayacak hale gelen ekonomik krizi değerlendirdi.
TL'nin değer kaybının bu noktalara gelme sebebi Rahip Brunson mıdır?
Tabii ki değildir. Türkiye’nin son 16 yıllık ekonomi yönetimi sonucunda dar boğaza girdiğini hem Türkiye’nin üyesi olduğu ekonomi kuruluşlarının raporlarında hem de uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının aldığı kararlarda, hem de Türkiye’nin borç aldığı bankaların yayınladığı raporlarında söyleniyordu. Türkiye’nin ekonomisinde enflasyon ve kur artışı varken, ödemeler dengesindeki sorunları yaşarken, cari açık verirken atması gereken adımları atmadığı zaten söyleniyordu. Bu adımları atmadığı için de bir finansal krize gireceği biliniyordu.
AKP iktidarına göre Türkiye ekonomisi sağlam, tüm bu yaşananlar ekonomik savaş, dış güçlerin oyunu. Türkiye bu duruma nasıl geldi?
Malum günümüz neoliberal düzen içinde bütün kaynak açığı yaşayan ülkeler ekonomisini ayakta tutmak ve büyüme için dış kaynaklara mahkum. Yani dış borç bulmak durumunda. Türkiye ekonomisinin son 16 yılı, uluslararası kapitalizmin içinde bulunduğu finansal kriz sonucu yaşadığı resesyon* Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere bir imkan sağladı. Bu imkan da şuydu bu ülkelerde faizlerin yüksek olması nedeniyle uluslararası fonlar Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere daha uygun koşullarda borçlar verdiler. Resesyon döneminin bitmesiyle Türkiye dış borçlanmayı eskisi gibi düşük faiz ve uzun vadeyle yapamaz hale geldi. Artık borçları daha kısa zamanda ve daha yüksek faizle döndürmek durumunda.
Daha önce de kriz dönemleri yaşandı. bu kez farklı mı?
Türkiye 2001 krizinde ağırlıklı olarak Hazine kamu ve özel bankaları yoluyla borçlandığı için girmişti. Bu krizden bunun faturasını geniş halk kesimlerine keserek çıktı. Bugün dış borçların ağırlığı reel sektör olarak tabir edilen şirketlere ait. Yıl sonuna kadar 180 milyar dolar ödemek durumunda özel şirketler. Üzerine cari açıktan oluşan 53 milyar doları da koyun. Önümüzde 233 milyar dolarlık bir açığı kapatacak kadar büyük bir finansman ihtiyacı çıkıyor.
Bu hesabı yapmak zor olmasa gerek?
Dış borçların bu noktaya geleceği ve Türkiye'nin ödemekte zorlanacağı tabii ki biliniyordu. Türkiye’nin faizleri yükseltmesi gerekiyordu. Enflasyon ve kur baskısı gördüğünüzde faizi yükseltirsiniz; bu işin raconu budur. Türkiye racona uygun davranmadı. Büyümeyi öncelediğini söyleyerek faizleri düşük tuttu. Türkiye. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İngiltere ziyareti bu açıdan önemli bir kırılma noktasıydı. Mayıs ortasında gitti; faizleri yükseltmeyeceğini söyledi. Faiz enstrümanına bakışın aynı şekilde devam edeceği demek oluyordu bu; uluslararası piyasaların tepkisi beklendiği gibi oldu.
Peki ABD Doları neden yükseliyor?
Şimdi dövizle borçlanan özel sektör, ödeme dönemi yaklaşırken ABD Doları’na yöneliyor. Dolara talep yaratıyorlar, piyasadan Dolar çekiyorlar. Sonuçta TL karşısında değer kazanması kaçınılmaz. Yani fırsat varken ekonomi soğutulacaktı, büyümeden vaz geçilip kontrollü küçülmeye geçilecekti ve ekonomik istikrarın sağlanması beklenecekti.
AKP iktidarı Türkiye'ye daha hızlı ve etkin karar alınacak bir sistem kurduk diyor, yeni sistemle çözülmez mi bu sorun?
Cumhurbaşkanlığı sistemi bir garip sistem. Erdoğan’ın 100 günlük planı, açıklanan orta vadeli program bırakın soğutulacağına dair işaret vermeyi, yatırımların ve dolayısıyla borçlanmanın aynı hızla devam edeceğini söyledi. Ama Türkiye ye borç verenler aynı bakış içinde değildi. Borçların yüksek maliyetle döndürülmesi problemiyle birlikte ekonomik genişlemeyi sürdürülebileceğini öngörmek zor. Tüm bu olan biten içinde Rahip Brunson gerilimi işin kaymağı oldu.
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “Ekonomi’de Yeni Yaklaşım” toplantısı da çözüm olmamış gibi görünüyor.
Bunu okumak zor değil. Piyasalar kredibiliteye ve yetkinliğe bakar. Kredibilite verdiğin sözleri tutabilme potansiyeline bağlıdır. Yaptıkları açıklamalara, hazırladıkları planlara rağmen kurda olumlu yansıma olmuyorlarsa Türkiye ekonomisini yönetenlerin ciddi bir kredibilitesi kalmamıştır demektir. Yetkinlik diğer mesele. Bakanın tecrübesizliğini bir kenara bıraksak bile yeni sistem diyerek tüm yapıyı alt üst edip, bürokraside kimin nerede ne iş yaptığının bilinmediği bir karmaşa yaratırsanız sonucuna katlanırsınız. Daha büyük bir mesele var; 2001 ya da 1994 krizinden çıkarken Türkiye "az demokrasisi" vardı. Şu an "hiç demokrasi" sistemini yaşıyor. Parlamentosu etkisizleşmiş, denge – denetleme sistemi olmayan, batan firmaları destekleyerek yüzdüren banka sistemine sahip olan, uluslararası ilişkilerde dengeli duramayan, borç aldığı ABD gibi ülkelerle siyasi gerilim yaşayan bir ülke Türkiye. Gittikçe de otoriterleşiyor. Ama bu otoriter düzene giden yol Türkiye’ye geçmişte uygun koşullarla kredi açan uluslararası fonlar sayesinde oldu. Uluslararası kapitalizmin kriz döneminde düşük faizle ve uygun miktarda Türkiye kredi imkanlarını buldu. İktidar dış borçla rahatlamış bir ekonomiyi kolayca yürüttü, bulduğu kaynağın çoğunu inşaat sektörüne aktardı. Yapılan akademik çalışmalarda, iktisatçıların yaptığı hesaplamalarda görüldü ki, 16 yılda bu büyük kaynağın 1,1 tirilyon dolarlık kısmı inşaat şektörüne yatırıldı. Betona gömüldü yani, bunu da zaten dışarı çıktığınızda görüyorsunuz. Genişlemeci dönemin siyasi lideri bu ortamdan destek alarak gittikçe güçlendi ve tek adamlığa ilerledi. Şimdi kral çıplak ama insanların krala çıplak olduğunu söyleyebileceği bir ortam kalmamış durumda.
AKP ve Erdoğan her fırsatta "IMF'den borç alan değil IMF'nin borç istediği ülkeyiz" diye övünüyordu, bu anlattıklarınızdan "Türkiye'nin yolunun sonu IMF" gibi bir sonuç çıkarıyorum. Doğru mu bu yorum?
Uluslararası Para Fonu (IMF) taraf ülkelerin hepsi için buna Türkiye de dahil sözleşmesinin 4. Maddesine dayanak ekonomik göstergelerine ait yıllık raporlar hazırlar. Tüm bu bahsettiğimiz sorunları son raporlarında belirtmişlerdi. Yolun sonu IMF mi sorusunun yanıtı şudur: Borçlarını ödeyemediği, döndüremediği noktada IMF'ye gitmek durumunda kalır. (HK)