Yer Atlas Sineması… Perdede Michael Haneke’nin, ölümün eşiğine gelmiş bir kadının hastalığıyla birlikte iki insanın öyküsü üzerinden aşkı, merhameti, acımayı, sorgulama gibi kavramları anlattığı Aşk / Amour filmi vardı… Salon doluydu, kadını ve erkeğiyle.
Filmin bir anında Georges, felçli ve yatalak eşi Anne’ye bir tokat atar… O an sinema salonunda tokadın sesi duymaya meraklı kulaklarımızdan daha uzaklaşmamışken salondaki çoğu kadın çoğu erkek “ayyy” diye bir tepki verdi, hem de uzunca…
O takat bizim yüzümüze değmemesine rağmen, tokadı kendi yüzümüze değmiş gibi hissettik filmsel zamanın bir anlığına.
Hiçbir film yok ki insanı etkilemesin, insana değmesin, alıp götürmesin... Hem de kurgulanmış bir film olduğu bilinmesine rağmen.
Serpil Kırel seyircinin sinema salonuna girdikten sonra filmsel ego olarak tanımlanan biçimde film süresi boyunca, başkası olduğuna ve film bitiminde artık salondan çıkan seyircinin salona giren kişiden başka biri olduğuna değinir. Seyirci kısa bir süreliğine başkası olma halinin getirdiği uyuşma ve soyutlanma hali ardından yerini gerçek hayata bırakıyor.
Onun için filmdeki kurgulanmış gerçekliğe bir anlık merhamet, acıma, tepki gösterebilen bizler o sinema salonun dışında akıp giden hayata sessizliğin bakışıyla bakıyoruz.
Sinema ve televizyonda, bize gösterilenin hangi durumun, koşulun aracı olduğu; hangi ortamı aktarmaya çalıştığını bilmiyoruz.
Tek bir gerçeklikten söz edilmiyor artık. Aygıtın olduğu kadar, yönetmenin yansıtmaya çalıştığı, görüntünün ve seyircinin konumunun da olduğu farklı “gerçek”likler var.
Biz hangi gerçekliğe inanmalıyız bu durumda? Bizi sarhoş eden “kurmacanın gerçekliği”ne mi, malzemesinin sadece “gerçek” olduğunu söyleyen belgesele mi ya da üçüncü bir alan olarak doğan ve “her gördüğüne inanma” diyen ama ne olduğunu pek de bilmediğimiz sahte-belgesele mi?
Dünyada özellikle de Amerika'da 1960'ların sonlarına doğru görülmeye başlanan ve Türkiye sinemasında Kutluğ Ataman'ın 'Aya Seyahat' filmi gibi örnekleri bulunan fakat terim olarak çok fazla bilinmeyen bir tür iken nedir bu sahte-belgesel?
22 dakikalık 'Son Amazon' adlı kısa sahte-belgesel filmiyle bize gördüğünüz her şey karşısında kuşkulanın, onu süzgecinizden eleyerek sorgulayın diyen ve “Düş ile Gerçek Arasında: Sahte Belgesel” adlı bir de kitabı çıkan Elif Demoğlu’yla konuştuk.
Nedir bu sahte-belgesel dedikleri? Gerçeği bile bu kadar “şaibeli” iken ve hem de kavramın kendisi bile tanım olarak “uydurma”, “gerçek olmayan” ve “yalancı” gibi olumsuz çağrışımlar uyandırırken.
Sahte-belgesel kısaca, biçimsel olarak belgesel, içerik olarak kurmaca olan, sinemada gerçeklik meselesini tartışan bir tür.
Çok fazla bilinmeyen, bilinse de adında barındırdığı olumsuz çağrışımlar nedeniyle fazla ciddiye alınmayan; içindeki parodik ve absürd oyunlarla seyircisini medya karşısında uyanık olmaya davet eden bir anlatı biçimi.
Tabii eleştirel yönü ilk bakışta görünür olmadığından, ciddiyetsiz olarak algılanıyor. Fakat dünyada çok örneği olan ve kuramsal olarak da ciddiyetle ve eleştirel yönü göz önünde bulundurularak tartışılan bir türdür sahte-belgesel.
Seyirci izlediği filmin başrol oyuncusuyla ne kadar özdeşleşse, katharsise ulaşıp heyecanlansa, sonra üzülüp ağlasa da film bittiğinde bunun bir film olduğunu biliyor. Seyirci filme kendini kaptırmadan, filmle arasına mesafe koyarak filmi eleştirmesi mümkün değil mi?
Esasen bu mesafe, seyircinin eleştirel yorumlama yapmasını sağlıyor. Ticari Hollywood sinemasında kendini saklayan ama egemen ideolojiyi dayatan, iktidarın devamını, düzenin koşulsuz korunmasını ve farklı olanın dışlanmasını öğreten bir biçim söz konusu. Özellikle Jean-Luc Godard’ın sineması gibi bunun karşısında duran, seyircinin filme karşı duruşunu, kendisinin belirlediği bir bakış açısı mevcut.
Sahte-belgeseller de aslında barındırdıkları oyunlarla, alışıldık belgesel filmin akışının dışına çıkarak seyirciyi filmin kendisi üzerine düşündürüyor. Eleştiriyi duygularla değil, mantıkla yürütmeye imkan sağlıyor belki de.
Düş ile Gerçek Arasında Sahte Belgesel Yazan: Elif Demoğlu Doğu Kitabevi, 2014, 194 sayfa |
Sahte belgeselde de durum böyle midir? Yani görüntünün varlığının bilincinde olmak.
Sahte-belgeselin oyunsal yapısı film izlerken görüntünün farkında olmayı sağlıyor. Belgesel biçimindeki filmlerde seyirci, röportaj, sallantılı kamera, arşiv görüntüleri gibi belgesel sinemanın alışılmış kodlarını görünce bunun gerçekliğine koşulsuz inanma eğilimindedir.
Sahte-belgeselin, sahte bir belgeselden farkı, seyircisine ipuçları vererek filmin gerçek olmayabileceği konusunda şüphe duymasını sağlaması. Örneğin belgesele konu olamayacak kadar absürd bir konunun ciddiyetle işlemesi ki buna absürt bir rock grubunun turnesini konu alan ‘This is Spinal Tap’ (Rob Reiner, 1984) örneği verilebilir; ya da tarihsel bir gerçeklikten şüphe duyulmasına neden olması ki buna örnek ayak ayak basılmasının gerçek olmadığını ispatlamaya çalışan ‘Ayın Karanlık Yüzü’ (William Karel, 2002) verilebilir.
Sinemada tek bir gerçeklikten söz edilmiyor arttık. Bakış açısına göre değişen gerçeklikler var: Kameranın fiziksel gerçekliği, yönetmenin fiziksel gerçekliği, seyircinin konumunun fiziksel gerçekliği gibi… Gerçekliğin bu kadar belirsiz olduğu sinemada sahte-belgesel sinemada gerçeklik algısına nasıl bir boyut kazandırıyor?
Sahte-belgesel, belgesel sinemada gerçeklik algısına yeni bir boyut getirdi. Ben seyirci olarak sahte-belgesel kavramının farkına vardığım andan itibaren her türlü filmin gerçekliğinden şüphe duyar hale geldim ki bu durum beni film izledikten sonra uzun bir araştırma sürecine sevk ediyor.
Örneğin Oscar ödüllü ‘Teldeki Adam’ belgeseli, o kadar kusursuz arşiv görüntülerine sahipti ki filmin bir sahte-belgesel olduğunu düşündüm. Araştırdığımda ise, filmin gerçek bir öyküyü konu aldığını ama arşiv materyallerinin bazılarının sonradan çekilerek eklendiğini öğrendim.
Bazin sinemada gerçeklik bütünüyle elde edilemiyor, diyor. Ona göre sinema sanatı yalan söyler ve bu özelliğinden dolayı kınanmamalıdır, kınanması gerekenin sinemacının nerede yalan nerede gerçeği söylediğini bilememesidir, der. Godard da sinemanın yalan olduğu ilkesinden yola çıkıyor. Sinemacı neden yalan söyler?
Sinema, aygıtın yani kameranın kaçınılmaz varlığı nedeniyle güncel dünyanın gerçekliğini olduğu gibi veremez ama veriyormuş gibi yapar. Bu algı onu gerçeklik konusunda tekinsiz hale getirir.
Diğer yandan Bazin’in bu sözleri özellikle belgesel sinemada önem arz eder. Filmde anlatılmak istenen bir fikir ya da duygu vardır; bu durum çekim sırasında ya da kurguda etkileyici olmak ya da seyirci yakalamak amacıyla esas bağlamından sapabilir. Yalan bence bu nokta da devreye gider, yoksa sinema zaten bir illüzyondur.
Sahte-belgesel filmi, belgesel filmden ve kurmaca filmden ayıran nedir? Üçünün de iddiası gerçeğe ulaşmak değil mi?
Hepsi farklı gerçekliklere ulaşma amacındadır aslında. Belgesel sinema güncel gerçekliğe, kurmaca sinema gerçekliğin illüzyonuna, sahte-belgesel ise illüzyonu kırarak gerçekliğin kaygan zeminine ulaşma çabasında.
Sahte-belgesel, belgesel sinemanın güvenirliğini azaltmıyor mu?
Başlangıçta sahte-belgesel, belgesel sinemanın güvenilirliğine gölge düşürür mü gibi bir soru vardı kafamda fakat sahte-belgesel bugün biraz türler arasındaki ayrımın bulanıklığını ortaya koyuyor.
Televizyonda sürekli maruz kaldığımız Reality Şovlar ya da haberlerin kendisi ve hatta tarih yazmacılığın da ne kadar gerçek olduğu tartışılmaktadır. Bunların bilincinde olarak bir filme yaklaşmak gerekiyor hele ki etrafımız imgelerle sarılmış durumdayken.
İzleyici izlediğinin kurmaca mı, belgesel mi, sahte mi olduğunu nasıl anlayacak, Son Amazon filminiz üzerinden konuşursak?
Aralarda genellikle oyunlar oluyor, biçimle içerik arasında çatışmalar bazen de absürd sahte-belgesellerde konunun kendisinin belgesele konu olamayacak kadar absürd olması bile başlı başına bir oyun aslında.
Aynı zamanda bir belgesel filmde, özellikle bir süreci konu alan aktüel çekimlere yer verilen filmlerde kameranın hep doğru yerde olması, olay gerçekleşmeden o olayın akışının bilindiğini ortaya koyması ile şüpheye düşürecek bir durum. (KT/HK)