Çiğdem Mater Açık Radyo'da, Hikayenin Kadın Hali'nde 22 Temmuz'da 19 gençle yapılan söyleşilerden oluşan "Bildiğin Gibi Değil: 90'lar Güneydoğu'da Çocuk Olmak" kitabını hazırlayan R.A. ve F.D.'la konuştu. Açık Radyo Web sitesinden dinlenebilecek röportajı metin olarak sunuyoruz.
Çiğdem Mater: Nereden aklınıza geldi, nasıl başladınız ve bu işin kendi hikayenizle ne kadar paralelliği var?
F.D.: Şöyle ki, biz bir şekilde orada çocuk olduğumuz dönemlerden buraya geldik ve bu yaşamış olduklarımızı burada anlatma şansımız vardı, dinleyen insanlar vardı, dinleyip de gerçekten öyle mi diyen birçok insan vardı.
Ama bir şekilde arkada bıraktıklarımız da vardı. Bizim yaş grubumuz orada bu acılarla yaşamlarına devam etmek zorunda kaldılar. Biz burada bunları anlatırken onların da söyleyecekleri bir şeyler olduğunu düşündük ve buradaki insanların da bilmemesinden kaynaklı, orada yaşananları böyle aktarabileceğimizi düşünerek yola çıktık. Oradaki yaşamları bir şekilde buradaki insanlara aksettirmek istedik ve bunun içinde böyle bir çalışmaya başladık.
Nerelisiniz?
F.D.: Erzincan'da doğdum; ilkokula kadar Erzincan'daydım. 95'ten sonra zorunlu bir göç yaşadık ailece ve İstanbul'a yerleştik.
R.A. : Ben de 17 yaşıma kadar Batman Kozluk'un bir köyünde yaşadım. 17 yaşından sonra İstanbul'a geldim.
Beraber bir yola çıktınız ve bizim okuduğumuzdan çok daha fazla insanla konuştunuz. Nasıl bir yolculuktu bu. Nasıl başladınız? Her iki taraf için de zorlu bir süreç olduğunu tahmin ediyorum. Hem dinleyen hem de anlatan için çok kolay değildir bu işler genelde.
F.D.: Senin de bu hikâyelere çok uzak olmadığını tahmin ediyorum. Biz de uzak değildik. Biz de çok uzak olmamamıza rağmen dinlediğimiz bu hikâyeler bizi çok fazla etkiledi. Yabancı değildik ama birebir dinlediğimizde çok etkilendik. Biz yola Diyarbakır'dan çıktık.
Diyarbakır'da bu çalışmaya başladık ve Diyarbakır'dan sonra Batman, Cizre, Mardin, Nusaybin, Hakkâri ve Van'ı bütün ilçeleri ile dolaştık. Birçok insanla o dönem de yaşanmış olan şeyleri konuştuk.
Daha doğrusu biz hayatları üçe ayırdık. Hayat 1, hayat 2, hayat 3 diye. Görüşmecilerimizin hayatlarının birinci kısmında ilkokula kadar olan süreç, ikinci kısım 90'lı yıllar oldu, 90'lı yılları daha çok irdelemeye çalıştık çünkü daha yoğun geçen bir dönemdi.
Üçüncü bölümde ise şu an ne yaptıkları, orada nasıl yaşadıkları bu acılarla hayatlarına nasıl devam ettikleri kısmıydı. Birçok hikâye dinledik hepsi bizi çok etkiledi. Benim için çok zor bir süreç oldu. Ben de ilkokula kadar Erzincan'daydım ama dinlediğiniz zaman orada bile bir ayrışma çıkıyor ortaya.
Erzincan'da doğdum ama Batman'daki hikâyeyi Erzincan'da duyamazsınız. Diyarbakır'daki hikayeyi Erzincan'da duyamazsınız. Fark ettim ki çok fena acılar var. Benim acılarımı döven acılar var. Çok kötü ve uzun bir süreç oldu benim için. Sadece dinlemek değil, buraya geldikten sonra da bu hikâyelerle yaşamak zorunda kaldım. Unutamıyorsunuz, bazen unutmak bile istedim, hatırlamak istemedim ama unutulmuyor hepsi birer birer aklımızda
Ne kadar bir süreçten bahsediyoruz ne kadar zamanınızı aldı?
F.D.: 2009 yılının mayıs ayında gittik ve üç buçuk dört ayımızı aldı. Hep oradaydık, hiçbir şekilde İstanbul'a gelmedik, hep bölgedeydik. Üç buçuk ayın sonunda İstanbul'a geldiğimizde deşifreler, kurgular hatta bazı hikayeleri elemek zorunda kaldık, çünkü biz çok fazla hikaye dinledik. Kitaba girecekleri ayırdık. Böyle de bir süre geçti ve yaklaşık iki senemizi aldı.
Konuştuğunuz insanlarla görüşme yaparken gördüğüm kadarıyla çok müdahil olmamışsınız; okuduğum metinler onların ağzından çıkanlar. İşin doğası gereği böyle yapılması gerekiyor, siz de böyle bir yöntem izlemişsiniz. Yaptığınız görüşmeler sonrasında o insanlar okudular mı hemen, yoksa kitabı mı gördüler?
F.D.: Hayır zaten biz görüşmelerde çok müdahil olmak istemedik, onlar da kendiliğinden hayatlarını anlatmaya başladılar. Biz biraz daha rahatlamaları için ön açıcı sorular sorarken, bir anda sanki herkes bizi bekliyormuş gibi hayatlarını anlamak istiyormuşçasına döküldüler ve bütün hayatlarını anlattılar.
Kitabın dilini çok fazla değiştirmedik çünkü bu çok yabancı dururdu kitapta. Ana dilleri olmayan bir dille hayatlarını anlatıyorlar bu yüzden ne kadar düzgün bir Türkçeyle anlatmış olabilirler ki. O yüzden de bu cümlelere de dokunmadan kitaba aksettirdik. Böyle bir süreç oldu.
İnsanlar böyle şeyleri anlattıklarında anlattıklarının insanın taşıyamayacağı kadar ağır bir şey olduğunu fark etmezler. Bunları dile getirmek daha kolaydır. Ama sonrasında bunları sen anlattın diye metinleri onların önüne koyduğunuzdaki deneyimleri merak ediyorum. Çünkü bir insanın başına gelmesini tahayyül edemeyeceğimiz şeyler anlatılıyor orada.
R.A.: Biz söyleşilere başlamadan önce istedikleri zaman bu çalışmadan ayrılabileceklerinin rahatlığını verdik. Konuşur, ancak daha sonra bu çalışmada olmak istemiyorum, kaygılarım var tarzında birçok şey olabilir diye deşifrelerden sonra kontrol için onlara gönderebileceğimizi söyledik.
Ulaşım mail üzerinden olduğu için bazılarının adresleri elimizde yoktu. Gönderebileceklerimize gönderdik. Mesela bazıları şunu söylemeyi unutmuşum diye not düştü, bir iki katılımcımız da şurayı çıkarırsanız çok iyi olur diye not düştü. Örneğin; düşündüm ki kardeşimin başına bir şey gelebilir, dedi.
Asıl merak ettiğim onların anlattıkları şeyin ne kadar vahim olduğunun farkında olup olmadıkları,
R.A.: sürekli görüştüğümüz katılımcılarımdan bir tanesi, Nusaybin'deki bir katılımcım, arayıp ben hikâyemin bu kadar yakıcı olduğunu bilmiyordum, dedi. Hikâyesini okurken ağlamış, çıkıp bir tepeni başında okumuş, erkek bir katılımcı.
Katılımcısının bile bu kadar ağır bir şey yaşadığımı bilmiyorum, dediği bir süreçte dört ay gibi bir zaman geçirdiniz. Sonrası da var tabii. Bizim okuduğumuz 19 hikâye ama sizin görüştüğünüz çok daha fazla. Peki, siz nasılsınız?
F.D. : Hala çok kötüyüm. Okumak ve bahsetmek zorundayız. Röportajlar yapılıyor ve hayır diyemiyorsunuz. Ben 15 gün boyunca yemek yiyemediğimi fark ettim. Hayatıma her girdiği anda hayatım alt üst oluyor.
Geldikten sonra sekiz ay gibi psikolojik tedavi gördüm. Orada rahatsızlandım doktora kaldırıldım. Serumlarla idare ettim, daha sonra buraya geldik. Şu an hala hayatımda etkisi var. Unutulacak ve etkisi olmayacak bir şey değil. Okuyanlara da sakin sakin okuyun, dışarı çıkıp okuyun, diyorum.
Aslında kitabın çıkış tarihi olarak yaz mevsimi problemli. Bir arkadaşım yaz tatiline giderken okumuş. Döndüğün de tatil falan kalmadı dedi yani bir yaz kitabı değil aslında diğer yandan da her dönemin kitabı. Öte yandan da tamam tatilin rezil oluyorsa olsun diyorsun.
Senin tatilin rezil oluyor ama orada bir kuşak rezil oldu. Rojin sana da sorayım senin çocukluk dönemin nasıl oldu. Aynı zaman da senin de çocukluğun. Bunları İstanbul'da konuşmak daha rahattı, senin deneyimin nasıl oldu. Sen de 17 yaşında geldin ve geldiğin yere döndüğünde ne oldu?
R.A.: Ben daha çok içinde idim. Çocukluğum Batman'da kadın intiharları, Hizbullah ve devlet vahşetinin sürdüğü bir yerde geçti. 90'larda günde 12 kişinin öldürüldüğü sokaklarda büyüdüm o yüzden çok etkilenmedim çünkü bildiğim şeylerdi.
Sadece eksik bildiğim şeyler vardı. Şırnak Nevroz'unun bu kadar yakıcı olduğunu, bu kadar vahşet dolu günlerin yaşandığını bilmiyordum. B. Kanık'ın etlerinin lime lime edilerek işkencede aralarına tuz basıldığını bilmiyordum.
Direkt tanıktan kuzeninden dinlediğimde çok etkilenmiştim ben çok fazla sıkıntı çekmedim ama çok daha sakin gittim, daha çok öfkelenerek döndüm.
Konuştuğunuz bu insanlar bu olayların gerçekliğinin yanında tuhaf bir biçimde sakinliklerini koruyorlar.
R.A.: Ölümü gülerek anlatan kişiler var. Bu kitapta ben de olabilirdim. Benim ağabeyim de 94'te faili meçhule kurban gitti. Bir ayda bize yedi cenaze geldi faili meçhul bir şekilde. Ben bu hikayeyi arkadaşlarıma mümkün mertebe anlatmıyorum çünkü bu hikayedekilerin bilinmesi gerekiyor.
Ama şu var ağabeyimin ölümünü gülerek anlattığım oluyor ve hepsinde aynı durum var. Çünkü hemen herkesin evinden de ya gerillada ya devlet tarafından öldürülmüş ya da işkence de hayatını kaybetmiş bir ölü var. Yani bu taraftakinin şehit algısı neyse o taraftakinin şehit algısı da o. Orada herkesin evinde bir tane şehit fotoğrafı vardır.
Bu işe nasıl kalkıştınız?
R.A.: Şöyle ki senin annenin kitabı ciddi anlamda esin kaynağı oldu. Kendisine teşekkür ediyoruz. "Mehmet"ler konuşmuştu ama Mehmet'in vurdukları konuşmamıştı. Özellikle son zamanlarda Kürtler hakkında herkes konuşuyor ama Kürtler konuşmuyor.
Anadilde karnın doymadığını dahi söyleyebilecek kadar fütursuzlar tırnak içinde söylemek gerekirse aydınlarımız. Karnım doymuyorsa buna ben karar veririm, dedik. Sıra bize gelsin dedik, asıl mağdur olan, asıl yüzleşme ihtiyacı duyan, asıl özür dilenirse bir nebze olsun rahatlayacak olan bizleriz dedik. Bu ihtiyaçtan doğdu biraz.
Nadire Mater'in kitabı 1999'da yayınlandığında o dönem bir de gerillalar konuşsa diye çok konuşulmuştu. O dönem küçük denemeler oldu ama siz gerillalarla konuşmayı denemediniz.
R.A.: PKK süreci hala devam eden bir süreç hala dağlarda dolayısıyla gittiğinde direkt suçlayacağı düşman gördüğü ve muhatap aldığı devlet tarafıdır. Ben bunu kendime dert etmiyorum inanın.
Benim derdim kendi yarım kalmış hikayemi tamamlamaktı ve bana sorulmasını istediğim soruları sordum katılımcılara. Mesela katılımcılarımın affetmiyorum demesi beni çok rahatlatıyordu.
Bir tek ben değilim diyordum. Gerillalarla gerillayı anlamak isteyenler konuşsun ben gerillaları anlıyorum neden orada olduklarını biliyorum katılımcılarımızın hepsi de öyle.
Siz herkese" affediyor musunuz?" sorusunu sormuşsunuz başka herkese sorduğunuz soru var mı?
R.A.: Barış. Barışa nasıl bakıyorlar? O dönem Tayyip Erdoğan'ın çok meşhur Kürt açılımıyla ilgili meclis konuşması vardı. Gözlerimiz dolu şekilde dinlemiştik. Ahmed-i Hani ismi ilk defa mecliste anılıyordu çünkü. O süreçte, barış sürecine nasıl baktıklarını sorduk herkes çok heyecanlıydı.
O günden 15 gün önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül iyi şeyler olacağını müjdeliyordu. İyi şeylerden ne kastettiğini ve bu paketin ne kadar boş olduğunu da gördük aslında ama müthiş bir umut vardı. "Affedebiliyor musunuz" sorusunu özellikle bu noktada sorduk. Henüz Kürt açılımı iken ismi o sürece nasıl bakıyorlar ne kadar samimiler, barış derken anladıkları ne. Katılımcılarımızdan bir tanesi barış benim için kardeşimin Mahmur'dan dönmesidir diyor. Bağımsız bir Kürdistan tahayyülü yok. Kardeşi gelirse onu için barış o kadar.
Katılımcılar size çocukluklarını anlattılar. Şimdi otuzlu yaşlarını sürüyorlar o dönemde 15-16 yaşlarındaydılar. Aslında 90'lar çok net hatırladığınız bir dönem değil sizin de yaşınızdan dolayı. Çocuk olmak aslında çok kapsayıcı bir şey.
Kitabı elime aldığımda ilk olarak çocukluktan başlamanın çok iyi bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Çocuğu anlatmak çok kapsayıcı, birleştirici bir şey ama; kitabı okurken aslında onların çocuk olmadığını da gördüm.
R.A.: Çocuklardan gitme nedenimiz, çocukların belleklerinde kaydettikleriydi. Özellikle birden fazla kaybı olan kişilerle görüştük. Bu kadar yaşanmışlığa rağmen barış sürecine nasıl bakabiliyorlar. Hala barışabilirim demeleri çok önemlidir. Özellikle onu seçtik. Çocukluk gökyüzü gibidir. Çocukluk hiçbir yere gitmiyor. Her zaman önüne çıkıyor. Ben İstanbul'da çok rahat olmama rağmen, herkesle temas halinde olmama rağmen bir yerde çocukluğuma dair bir kare önüme çıkıyor. Unutturmuyor sana o günleri.
O anlamda çocukluğu seçmemizin nedeni buydu. Bunca yaşanmışlığa rağmen hala barış diyebilmeleri. Batı tarafında hiç bir şey yaşamamalarına rağmen terörist lafını bu kadar kolay sarf etmemelilerdir. Mümkün mertebe bu savaştan etkilenen yüzde 30 kesim vardır. (Çocuklarını kaybeden aileleri kastediyorum). Tamam terörist diyorsun ama bir oku, beni bir dinle ondan sonra senin takdirine kalmış teröristi mi yoksa mazlum mu diyorsun, kardeşim sizde öyle yapmasaydınız mı diyorsun. Oturduğunuz yerden bu kadar pervasız olmayın. Beni dağa götüren, ağabeyimi dağa götüren bu süreci önce sorgulayın bu çocuk 20-21 yaşında keyfinden mi gitti. Mesele orda. O yüzden çocukları seçtik.
Aslında buradaki bakışın ne olduğu 90'lardan daha rahat yaşadığımız 2011'de Aynur konserinde gördük.
R.A.: Aslında Aynur'un konserinde Aynur'a yapılan bir şey yok. Kürde ve Kürtçeye olan tahammülsüzlük var. Aynur orada bir özneydi. Yani ne vardı bir tane Türkçe okusaydı demeleri çok pervasızca geliyor bana.
Hep Kürtler hep Kürtler bir şey yapıyor. Barışın dilencisi olan yine Kürtler. Ben bunu öyle görüyorum. Kendini yakan Evrim Demir'in annesi "bu ateş dursun", diyor. Evladı kendini yakmış ve "bu ateş dursun" diyor. Barışı isteyen, talepte bulunan yine Kürtler. 13 askerin cenaze töreninde Türk televizyonları sürekli canlı yayın yaptığında annelerden birinin ya da bir kardeşin komutanlara oğlumun katili sizsiniz demelerini çok bekledim. Şu an uygun bir zemin vardı. AKP [Adalet ve Kalkınma Partisi] şu an TSK'yi [Türk Silahlı Kuvvetleri] temizliyor sivil hayattan bir yandan da emniyeti AKP'leştiriyorlar. Bu da çok ayrı bir mevzu. Çok bekledim ama söylenmedi canlı yayında orada bütün dünyanın dikkati çekilebilirdi bu mevzuya ama o söylenmedi.
Birisi evladım ölünce vatan sağ olsun nasıl diyeyim demişti.
R.A.: Aynen öyle, evladının üzerinde yaşamadığı bir vatanı sen ne yapacaksın? Benim annem mesela yaşıyor, ama yaşıyor mu yaşamıyor mu belli değil. Her iç çekişinde evladıdır aklındaki. Evladı yaşamadıktan sonra Kürdistan kurulsa ne olur kurulmasa ne olur onun için. Evladını yitirmiş bir kere.
Hazal'ın hikayesi üzerinde daha çok duruluyor. Hazal'ın hikâyesi çok fena, olacak gibi değil ama genel olarak hangisi daha iyi ya da daha kötü diye bir ayrım yapılacak bir durum yok aslında 19 hikayede. 19 genç insanın hikayesini anlatırken aslında o coğrafyayı anlatıyor bu kitap.
Yıldırım Türker'in giriş metninden bir alıntı...
Funda ile Rojin de çocuklukları o yıllara denk düşen, o bölgeden iki genç kadın. Hayran olunası bir sadakat ve sabırla sağ kalan kardeşlerini dinlemişler bize sunuyorlar. 19 kadın ve adamın hayatta kalma hikayelerini okurken bunların hepsinin bizim hikayemiz olduğu unutmamalı. Babalarının gözleri önünde öldürülen, anneleri dayakla felç edilen, kardeşlerinin ölüsü bir koyakta bulunuveren, hayalgücünü zorlayan işkencelerden geçen, cinsel tacize uğrayan, durmadan üniformalı öğretmenlerden, askerlerden, polislerden dayak yiyen bu çocuklar artık büyüdü. Hepsinin ilk hatırladığı ölüm. Çoğunluk, bir yakınlarının paramparça edilmiş bedenleriyle karşılaşmışlar daha birer çocukken. Devletimiz, kirli sarı bir yılışıklıkla kardeşimiz dediği insanların bir kuşağını öldürüp bir kuşağını nasıl da yaralamış. Belki de ancak o üveylerin ağzından dinlediğimizde anlayacağız Kürtleri. O isyanı, o toprakların acısını ve dağların uğultusunu. Wanteban'ın anlattığı, sanki gözleri yırtılıyor gibi bakan suskun kız çocuğu Hazal ile tanışın. Babasını konuşturmak için gözleri önünde dokuz kişi tarafından ırzına geçilen, layık görüldüğü zulüm karşısında lal olan Hazal'ı. Hazal'dan sonra nasıl yaşayabiliriz diye düşünelim hep birlikte. Hazal'ı sağaltacak bir dünyanın harcı nasıl atılır? Duyduğumuz derin tiksinti ve utançla insan kalarak nasıl baş edebiliriz. Şu an hayatımızın en acil sorusu budur.
Yıldırım'ın söz ettiği şeyin bundan cevabı bundan üç ay önce daha kolay verilebilir gibi duruyordu. Bir anda 90'lar geri geldi gibi, daha çok da bölgeye.
R.A.: Bu çalışmanın şöyle bir dezavantajı oldu. Eskiden sadece Batman ve Diyarbakır'da tanıdıklarım vardı. Ne zaman olay çıksa onları arıyordum. Şimdi Yüksekova ve Şemdinli'de ufak bir trafik kazası olsa acaba onlar mı diye, o hisle arıyorum. Çatışmanın olduğu gün... Silvan, Nusaybin, Batman, Hizbullah üçgeninde çok ağır yaralar almıştır.
Silvan'daki arkadaşımı aradım. "Şu andaki durum 90'lı yılları aratır durumda" dedi. Gene panzerler, gene bereliler, yine bir sürü askeri araç, saydı. Her şey geri geldi, gene Kürtler linç ediliyor. Ahmet Kaya olayı yine yaşanıyor. Aynur Doğan olayındaki gibi. Ne vardı yani bir Türkçe söyleseydi diyebilme naifliğinde bulunabiliyorlar yani.
Kitabın öyküleri insan söz etmekten kaçınıyor. aslında hep hikayenin etrafında dönüyoruz. Bir takım insanlar var bir şeyler anlatmışlar ama ne anlatmışlar. Onu insanın konuşması bile çok kolay değil aslında.
R.A.: Hiç temas etmemiş, sadece okuyup daha sonra mail gönderen arkadaşlar var. İlginç olan tarafı, ne malum sizin uydurmadığınız, abartmadığınız diyebiliyorlar. Ben de cevap olarak "kusura bakmayın, Kürtlerin en azından taciz konusunda bir fantezileri yok" dedim. En çok Hazal mevzusunu irdeliyorlar ve bunu bir fantezi olarak görebilme fütursuzluğunda bulunabiliyorlar. Yani konuşmak isteyenler de bu meselelere takılmış.
Bir taraftan da gerçekliği çok zor kabul edilir konular.
R.A.: Ezber bozuluyor. Yıllarca Şırnak'ın PKK tarafından tarandığı bilindi. PKK halkını tarafı denildi, ama bu kitapta bu işin aslında böyle olmadığı, çatışmanın bile olmadığı tek taraflı bir taramanın olduğu, devlet kurumlarının hiçbirinin zarar görmediği bir durum . Devlet çok gafil avlanmış aslında. Ben olsam birkaç tane de kendi kurumuma sıkardım ki hani şaibeye yer olmazdı. Böyle bir mevzu var.
Bu meseleleri çok iyi bilsen de ya da hiç bilmesen de, bunları yaşamış olsan da konuşması çok kolay bir mesele değil. Şöyle bir tarafı da var, 19 yeni hayat öğreniyorsun ve bu hayatlar bölgeye yayılabilecek bir şey başka bir taraftan da benim bundan önce bildiğim ya da hepimizin bildiği bütün hayatlar gibi hem çok farklı hem de çok aynı.
Aslında okuduğun her satır çok yeni, bunları daha önceden dinlemiş olsan bile. Bir taraftan da daha yeni konuşmaya başladığımız Diyarbakır cezaevi deneyiminin olayını hatırlattı. 78'ler Vakfı girişiminin yaptığı "Diyarbakır cezaevi sözlü tarihi" işinin bir benzeri. Diyarbakır cezaevi ile ilgili de çok şey biliyoruz. Ama inanmak istemiyoruz okudukça fazla geliyor.
Mesela ben kitabın bir bölümün okuyup daha sonra başka bir bölüm okuyorum. Çünkü insan nefes alabileceği bir bölüm istiyor. Siz onu çok iyi dengelemişsiniz ama yinede insan buradan bir çıkayım istiyor ve utanç hissine kapılıyor. Utanç hissi çok ağır.
R.A.: Herkesin ortak noktası bu "utanarak okudum" demeleri. Bu cümle itiraf edeyim beni rahatlıyor. Bilmeyenlerin okuyup utanması itiraf edeyim beni çok rahatlatıyor. "Hadi canım o kadar da değil" demiyorlar. Bu çok rahatlatıyor. Katılımcılarımız tüm gazete yorumlarını takip ediyorlar ve bir iki cümle onları rahatlatıyor.
Arayıp teşekkür ediyorlar. Sesleri çıktı, bir şeylerin farkına varıldı. Bir kişinin bile ne hissettiği onlar için çok önemli. Kaçmak, daha sonraya bırakmak hissi ağır basıyor. Kaldıramıyorsun, o kadar gerçek dışı geliyor ki. Baba figüründeki devletin evladına bunları yapabilmiş olacağını insan hakikaten düşünemiyor ama babalar artık kızlarına tecavüz edebiliyorlar. Böyle de bir şey var
Bu insanların ne kadarını önceden tanıyordunuz, onları nasıl buldunuz?
F.D.: Biz hiçbirini tanımıyorduk. Hayatımda, ilk defa Cizre'ye, Şırnak'a, Hakkari'ye, Şemdinli'ye gitmiş oldum. O dönem DTP [Demokratik Toplum Partisi] henüz kapatılmamıştı idi . Ne DTP ne sivil kurumlarla temas kurmadık. Zaten katılımcılarımızdan biri ile söyleşiyi tamamlayınca bir de şurada var dediler.
Onlar birbirini takip etti. Biz tamamen yoldan çevrilmiş gibi olduk. Yayınevine kadar çok dikkat ettik. Götürüp Ahram ya da Avesta'da da çıkarabilirdik ama insanlar eline alınca bariz taraflı davranmış diyebilirdi; o yüzden her şeyine çok dikkat ettik, bir sıkıntı olmasın diye. Çünkü bu bir iç döküm kitabı. Mesele birilerin övmek ya da hak vermek değil. Okuduktan sonra katılımcı okuyucusuna sen olsan ne yapardın diye soruyor.
Altmışdan fazla kişiyle görüştük bir kısmı çekilmek istedi KCK'den içeride olanları da koymadık. Şırnak olaylarında herkes aynı şeyi anlatıyor, o kısmı elemek çok zordu.
Hepsi, benim hikayem çok acı, kesin yer alır diye düşünüyordu. Normalde insanlar anlatmak istemez onlar bilinse rahatlayacaklarını düşünüyorlardı.
Hikayelerini geri çekenler neden vazgeçti?
R.A.: Onlara bunun bir gazetecilik işi olmadığını gösterdik. Geldim haberimi yaptım gidiyorum durumu değildi. Sürekli temas halindeydik. İstanbul'a döndükten sonra düşündüm bilinmesine gerek yok dediler biz de ikna yönüne gitmedik ve onlara bir mahlas kullanacağımızı da söyledik.
Saha çalışmasından sonra tekrar Yüksekova'ya gittim katılımcılarımdan birisi lütfen bize acımayın dedi. Bunu istemiyorum diyerek hikayesini geri çekti. Bir başkası siz bizi malzeme olarak kullanıyorsuz dedi. Bunların tartışılabilmesi de çok normal bu kitaptaki kişiler benim için çok büyük cesaret örneği göstermiş oldular. Oralı olmam Fundanın da Kürt olması çok kolaylık sağladı. Üstten bakış açısıyla bakmadan "gel seni dinleyip rahatlatayım"dan ziyade bilinsin, bunca yaşadıklarınız örtülü kalmasın diyerek konuştuk.
Hangi dilde yaptınız görüşmeleri?
R.A.: Kürtçeye hakimim ama Kürt coğrafyasındaki Kürtçenin bu kadar bölünmüş olduğunu bilmiyorduk Botan Kürtçesi ayrı, Herzan Kürtçesi, Serhad Kürtçesi ayrı, o yüzden mecburen Türkçe kullandık çünkü Funda hiç Kürtçe bilmiyordu. Cizre Kürtçesini hiç anlamadığım için tercüman kullandık. (ÖSÖ/ŞA)
* Söyleşinin ses kaydından metinleştirmeyi Özlem Sevinç Özel yaptı.