"İlginize teşekkür ederim. Yarın gönderirim" dedim.
Aradan dört beş ay geçti. Bitlisli Ermeni Bogos'a gönderdiğim kitapları unutmuştum.
Bir gün yine telefon geldi:
"Benim adım Hagop Eroyan. İsviçre'den arıyorum. Kemal Yalçın ile konuşmak istiyorum."
"Buyurun, benim."
"Kitabınızı bir arkadaşımdan alıp okudum. Bu sayede otuz yıldan beri görüşemediğim yakın bir akrabamı buldum. Kitabınızda anlattığınız Meline, annemin teyzesinin kızıdır. Meline'ye dün telefon ettim. Çok mutlu olduk. Burada bir derneğimiz var. Meline ile sizi okuma ve söyleşi yapmanız için buraya davet ediyoruz. Gelebilir misiniz?"
"Memnuniyetle. Sizin için hangi tarih uygundur? Meline'ye de sordunuz mu?"
"Biz 1 Kasım 2003, Cumartesi gününü düşünüyoruz. Meline bu tarihte gelebileceğini söyledi."
Ekim ayının üçüncü ve dördüncü haftalarında, Kuzey Ren Westfalya Eyaleti'nde okullar sonbahar tatilinde olacaktı. Meline ile konuştuk. Eşi Dieter Bey ile birlikte 28 Ekim 2003, Salı günü gidip; otuz yılın özlemini gidereceklerdi. Ben de eşim ve oğlum ile birlikte arabayla iki gün sonra, doğruca Herman Eroyan'ın evine gidecektim.
Her şey planlandığı gibi oldu.
Meline, Dieter Bey, Hagop, Hagop'un babası Garo, Garo'nun ikinci eşi Meline, Herman'ın oğlu Simon, Hagop'un çocukları Lucin ve Sewan, Herman Eroyan'ın evinde otuz yıl aradan sonra bir araya geldiler.
Meline o akşam bir yerde bir gökteydi. Gözleri teyze kızını, Herman ile Hagop'un annelerini aradı bir ara... Yoktu. Yıllar önce İstanbul'da veremden ölmüştü. Herman ile Hagop dökülüp kalmışlardı orta yerde. Herman'ın yüzüne baktıkça o günler aklına geliyordu.
Herman ile Hagop'u anneanneleri büyütmüştü. Sevgi dolu bir insandı. Yüz beş yaşında, beş evlâdının ölümünü gördükten sonra bu dünyadan çekip gitmişti...
Herman, okuldan kaçardı sık sık... Sabahleyin okula gidiyorum diye evden çıkar, Tarlabaşı, Beyoğlu, Galata, Taksim sokaklarında dolaşır, tam saatinde eve dönerdi. Yazları bir ayakkabı imalâthanesinde çalışır, sayacıdan sayacıya kollarına bilezik gibi taktığı sayaları taşır, para getirir götürürdü. Çocukluğunda cepleri çok para gördü, İstanbul'daki avarelik yılları çok canlı anılardır belleğinde.
Yıllar sonra, çocukluğunun geçtiği sokakları eşine, oğluna göstermek için İstanbul'a gitti. Evleri Tarlabaşı'nda Eczacıbaşı Sokağı'ndaydı. Heyecanla evini, sokağını aradı. "İşte beni ben yapan ev, sokak bu" diyecekti. Hiçbir şey yoktu. Unkapanı ile Taksim'i birbirine bağlayan altı şeritli cadde yapılmıştı evlerinin, mahallesinin yerinde. "İşte evimiz şu yolun altında, şuralardaydı!" diyebildi. Anılar zedelenince acı verir insana. Hatıraların silinip yok edildiği bir İstanbul hüzün verdi Herman'a. Erkenden ayrıldı İstanbul'dan...
Tanıdığı bir papazın yardımıyla, Kudüs'e, tarihi "Jarankavorats Manastırı"na gitti. Bu manastırda hayat hiç İstanbul'a benzemiyordu. Çok sıkı bir eğitim vardı. Kendini yavaş yavaş derslere verdi.
Herman, ailenin küçüğüydü. 28 Ekim gecesi de hiç büyümemiş gibiydi. Yüzündeki afacan, çocuksu izler canlanmıştı. Dalgalı, gür saçlarındaki kırlıklar bile yüzündeki çocuksu ifadeyi değiştirmiyordu.
Geniş, modern, yeşillikler içindeki evinin oturma odası, bir sergi salonuna benziyordu. Şömineyi erkenden yaktı. Babası Garo, şöminenin karşısında kırmızı şarap içerek sohbet etmesini çok severdi. Bu akşam, eşsiz bir akşamdı. Garo, 81 yaşında olmasına rağmen konuştukça açıldı. Neşelendi. Geçmiş acı günlerin hatıraları güle güle canlandırıldı.
Garo Eroyan'ın hayatındaki en acı günler, "Amele Taburu"nda, çöpçü kıyafeti ile Adana Seyhan Barajı inşaatında taş kırdığı günlerdi. Resimleri koydular bir bir masanın üstüne. Resimler insanda uyandırdığı çağrışımlarla yaşarlar. Bu gece her şey duygu, keder, sevinç, özlem yüklüydü.
Zaman nasıl da hızlı geçmişti. Sabah olacaktı neredeyse. Ertesi gün ne yapacaklarını konuşarak ayrıldılar Herman'ın evinden.
Biz de 30 Kasım 2003, Perşembe günü akşama doğru Herman'ın evine vardık. Güleryüzle karşıladı bizi. İşe gitmemişti bizim için. Eşi ve Hagop daha sonra geldiler. Kırk yıllık dost gibi ısınıverdik birbirimize. Herman ve Hagop yaşamlarını anlattılar. Hagop biraz sessiz. Herman ise güler yüzlü, bir çocuktu sanki! Anneleri ağır hasta olduğu için, Hagop'u Şişli Karagözyan Ermeni Yetimhanesi'ne vermişlerdi. Hafta sonlarında gelebiliyordu evlerine.
Herman o akşam hayatının en güzel, en duygulu anlarından birini yaşıyordu.
Babası Garo, 1969'da İsviçre'ye gelmiş; ardından Hagop'u getirmişti. Hagop da kardeşini İsviçre'ye gelmeye ikna etmişti.
Herman 1972'de İsviçre'ye geldi. Çok zor günlerdi o günler; dilsiz, işsiz dolaştı durdu bir zaman. Sonra yavaş yavaş ayak uydurdu İsviçre'deki hayatın akışına.
30 Kasım 2003, Cuma günü Hagop bizi arabasıyla Luzern'e götürdü. Teleferik ve trenle karlı dağlara çıktık. Akşam eve döndük. Herman'ın evinde yemekten sonra sohbet ediyorduk. Bir telefon geldi. Konuşurken Herman'ın sesi, yüzü birdenbire değişiverdi.
"Ne oldu? Ne var Herman?"
"Babam, kahvede Beşiktaş-Galatasaray maçını seyrediyor-muş. Heyecanlı bir anda fenalaş-mış. Hastahane'ye yetiştirmişler. Şimdi yoğun bakımdaymış. Hemen gitmeliyim!"
"Geçmiş olsun! Dikkatli git!"
Hemen ağabeyine telefon etti. Gece geç vakit eve döndüğünde; "Babamın durumu çok ağır! Ağır bir beyin kanaması olmuş. Kimseyi tanımıyor. Sol tarafı tamamen felç oldu!" diyebildi.
* * *
1 Kasım 2003, Cumartesi, saat 16.00'da, Aarau şehrine yakın, Oberentfelden kentindeki "Ermeni Okul ve Aile Derneği" salonunda altmış kişi toplanmıştı.
Okuma ve söyleşi akşamı üç dilli; Almanca, Türkçe, Ermenice olacaktı. Çevirileri, üç dili de, anlatılacak konuyu da çok iyi bilen Meline üstlendi. Üç dilli bir okumayı ilk kez yapacaktım.
Salonda oturacak yer kalmamıştı. Herman ile Hagop toplantı başladıktan sonra geldiler. Yüzlerinden babalarının iyi olmadığı anlaşılıyordu. Herman, Hagop, Meline, Dieter Bey Garo Eroyan'ı ziyarete gittiler.
Biz Herman'ın evine döndük.
Saat 01.30'a doğru Herman geldi. Çok üzgündü. Üzüntümüzü geçmiş günlerin neşeli anılarına dönerek hafifletmeye çalışıyorduk.
Herman koruduğu aile fotoğraflarını çıkardı. Tek tek fotoğrafları anlatıyordu.
"Babam çok neşeli adamdı. Yaşamayı çok severdi. Bak bu fotoğraf 1940'da çekilmiş. Bu da annemle babam... Büyük Ada'da mayo ile denize girmişler."
"Bak bu babam Garo Eroyan'ın Amele Taburu'nda taş kırdığı yılların resmi! Çok anlatırdı babam o yılları. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında birçok Gayrimüslimler gibi babam Garo; ikiz kardeşi Hovan ve yaşça babamlardan daha büyük olan dayıları 'Nalkıran Hagop' askere alınmışlar. Asker adı altında dört sene boyunca ellerine tek bir silah verilmeden, askerlikle ilgili hiçbir eğitim verilmeden; kahverengi 'çöpçü elbisesi' ile taş ocaklarında çalıştırılmışlar. Adana- Mersin karayolunu kazma küreklerle inşa etmişler. Daha sonra Ceyhan Barajı inşaatında çalıştırılmışlar. Dinamitlerle kayaları parçalayıp, yol ve baraj inşaatında kullanmışlar. Taş ocaklarında çalışırken, teskereyi alacakları günü bile hayal edemez olmuşlar."
"Bak bu da Malkıran Hagop! Çok güçlü kuvvetliymiş. Taş kırarken yorulanlara çok yardım edermiş. Keşke babam iyi olsa da, bize anlata anlata bitiremediği hayatını, özellikle Amele Taburu'nda çektiklerini sana anlatsa!"
Fotoğrafı elime alıp baktım. Arkasında kurşun kalemle, "Anneme ve babama sevgilerimle. Amele Taburu, Ceyhan Barajı, 1943" yazılı.
"Babam son yıllarda koyu Beşiktaşlı olmuştu. Hatta kahvedeki gençler, şakadan Beşiktaş şapkası giydiriyorlardı babama..."
"Bak bu bizim aile. Annem, ben, ağabeyim, babam. Annem çok güzeldi..."
Fotoğrafları bitirdik. Birden telefon acı acı çaldı. Herman açtı telefonu...
Eyvah!
"Babam yarım saat önce ölmüş!"
"Başın sağ olsun Herman!"
"Dostlar sağ olsun!"
"Yarım saat önce demek! Bizler Garo'nun Amele Taburu'ndaki haline bakarken... Toprağın bol olsun İstanbullu Garo Eroyan!"
Herman gözlerinin yaşım silerek anlatmaya başladı:
Toplantıdan sonra babamın yanına vardık. Torunları da oradaydı. Sanki bizi bekliyordu. Ellerini elimize aldık. Okşadık. Gözleri kapalıydı.
Hey İstanbul! Sen 29 Eylül 1922 günü senin bağrında dünyaya gelen Garabet'i; tanındığı isimle Garo Eroyan'ı hiç hatırladın mı? "Bu benim evlâdım ne oldu? Nereye gitti?" diye hiç sordun mu?
Hey Çukurova! Hey Ceyhan Barajı'nın suyunu içen topraklar! Aslında siz, Amele Taburu'nda çalışan Ermeni, Rum, Hıristiyan vatandaşlarının terini de içiyorsunuz. Siz hiç 2 Kasım 2003, Pazar, saat 01.15'de bu dünyaya veda eden Garo Eroyan'ı düşündünüz mü?
Beşiktaşlı Garo; esas ismiyle İstanbullu Garabet Eroyan ölünceye kadar sizleri hiç unutmadı. Kalbinin yarısı İsviçre'de, yarısı da hep İstanbul'da attı son gününe kadar.
Ey Beşiktaşlılar, haberiniz olsun! Beşiktaşlı Garo, siz golü kaçırınca heyecanlanıp düştü. "Elveda!" bile diyemedi... Bir vardı, bir yok oldu...
Cenaze Töreni 6 Kasım 2003, Perşembe günü, saat 13.30'da Friedhofkirche'de yapıldı. İstanbul'da doğan Garo Eroyan, bir daha İstanbul'u göremeyecek. Artık o Friedhofkirche Mezarlığı'nda ebedî ikametgahında kalacak.
Cenaze Töreni duyurusunun başına, eşinin ve evlâtlarının koyduğu dizeler, Garo Eroyan'ın son sözleri olarak kulaklarımızda çınlasın:
Hayat zordur
Cesur olmalı
Ölümüme ağlamayın,
Hayatı öğrenin sadece!
İstanbullu Garabet, sevgili Garo Eroyan nur içinde yat! Toprağın bol olsun! (KY/BB)