Ekranda sadece bunları görüyoruz, ya görmediklerimiz; ya onların bizlere göstermedikleri... Karanlıkta Dans filminde Björk'ün canlandırdığı karakterin söylediği gibi olmaya başladı her şey: "Artık bu dünyada görmeye değecek bir şey kalmadı...
Graham Greene'i okumak
Graham Greene'in Sessiz Amerikalı romanım okumuş muydunuz, bilmiyorum, ama bugün -tam da şu an da- onun okunabilecek en iyi roman olduğunu düşünüyorum. London Times muhabirlerinden Thomas Fowler Vietnam'a gidiyor. Ortalıkta henüz bir savaş yok. Romanının adının taşıyan kişi bir CIA ajanı; yakışıklı, entelektüel ve çok iyi eğitilmiş bir bomba uzmanı. Ve Onun kentin en kalabalık yerinde patlattığı bombadan sonra Amerika Vietnam'ı işgale başlıyor.
Fowler ile CIA ajanını kesiştiren en önemli nokta, ikisinin de aynı Vietnamlı kadına aşık olması. Buraya kadar her şeyi çok normal görebilirsiniz. Asıl anlatmak istediğim bu romanın beyaz perdeye nasıl yansıtıldığı:
Bu roman ilk olarak Joseph Mankiewitcz tarafından sinemeye uyarlandığında, film CIA ajanının gözünden aktarılarak, romanın muhalif olan bütün yanları yok ediliyor. Ama bugünlerde bu filmin ikinci defa çekilmiş versiyonu Amerikan sinema salonlarında boy gösteriyor. Filmin yönetmeni Phillip Noyce, eleştirilerin odak noktasındaki kişi. Yönetmenin romana sadık kalarak çektiği bu filmde, Thomas Fowler'ı Michael Caine oynuyor ve Amerika'da sinema salonları tıklım tıklım dolu.
Savaş destekçileri, filmin derhal vizyondan çekilmesi için Miramax Stüdyoları'na baskı yapıyorlar. Tıpkı 1947 yılındaki gibi. O dönem de 'Mc Carthy soruşturmaları' olarak bilinen mahkemeler, Holywood'da 'Kara Liste Kampanyası' oluşturmaya başlamışlardı. Anti-Amerikan Faaliyetleri Tespit Komiseri Genel Sekreteri J. Parnell Thomas tarafından sürdürülen bu faaliyetler, 1951 'de ikinci bir mahkemenin sonuçlanmasıyla beraber en az 200 kişinin Amerikan sinemasından uzaklaştırmasını" gerektiriyordu. Joseph Losey gibi bir yönetmen, Arthur Miller ve Dashiell Hammet gibi senaristler, listenin en üst sıralarındaydı.
Prozac'ın etkisi
1960'lı yıllar kıyasıya mücadeleye sahne olunan yıllardı. Vietnam savaşına karşı verilen mücadelede Herbert Marcuse ve Mills gibi radikallerin yazılarıyla harekete geçenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Artık Mc Carthy tarzı baskılara öfkeyle karşılık veriliyordu. Bu radikallik herkesi ve her şeyi eleştirmeyi kendine ölçüt kılmaktaydı. Direnmek artık müziğin, sokağın ve sinemanın bir parçası olmaya başlamıştı.
Arthur Penn, Küçük Dev Adam'da Kızılderili bakışını takınarak mavi ceketlileri düşman olarak göstermiş, MASH (Cephede Eğlence) filmi ise Vietnam aleyhtarı olabilecek bir kampanyanın başlangıcı sayılan atılımın ilk nüvesi olmuştur. Artık, 'yüce Amerikan yurtseverlik geleneği' tıpkı 1930'ların başındaki sol hareketin yükselmesinde olduğu gibi kırılma noktasına gelmişti.
Mizahsız, yabancılaşan orta sınıf beyaz Amerikalılar kişiliksiz bir birey ideolojisinin içinde çırpındıkça, ortaya marjinalize edilmiş 'sert dünya'lar çıkıyordu. Tıpkı bir Wagner operası gibi, modern hayatın tanıklığı da taşralaşan kapitalizmin ideallerine saplanıp kalıyor, filmlerin toplumu kavrayış biçimi hep bireylerin ideallerine yansıyordu.
1970'li yılların ekonomik ve siyasal krizleri derinleştikçe giderek daha fazla bunalan orta sınıf, adeta daha fazla sayıda insanın ölümünü istiyor, sınıfsal ve ahlaki düşmanları yutacak daha korkunç yangınların hayalini' kuruyordu. Bu filmlerin finalinde artan ceset sayışı, belki de metafor aracılığıyla dolaşıma sokulan ölümsüz dürtülerin gerçek bir göstergesiydi.
Evet, kriz korkuya, felakete ve şiddete yol açıyordu. Korku; William Fredkin'in Şeytan'ı ve Spilberg'in Jaws'ında', felaket, Yangın Kulesi, Havaalanı, Poseidon Macerası'nda, şiddet ise Francais Ford Coppola'nın Baba filmlerinde platonik faşizm olgusunda cisimleşiyordu. Bütün olanlar bir paranoyanın değişik modellerini' oluşturmaktaydı.
Kısacası, Amerikan adaleti yerini Amerikan düzenine teslim ediyordu. Ve yaşanan bu süreç her filmiyle, Onun bir önermesi olmaktaydı. Bu filmlerin görsel malzemesi hiç kuşkusuz, 'Büyük Amerikan Rüyası'nın da bir prototipiydi. Ama bunun yanında, makyajla yenilenen veya güzel gösterilmeye çalışılan 'yapay dünya'larla canavar ruhlu 'Frankeştayn'lar fotokopi gibi çoğalıyordu.
Hızlı üretim seri tüketim
Tam da bu noktada Jack Kerouach, On the Road'u yazmaya başladı. Bir tek yerden ses gelmeye başlamıştı: Beat Kuşağı'ndan. Bu sesin uzantısı 1969 yılında sinemada karşılığım bulacaktı. O da, Dennis Hooper'ın Easy Rider'ıydı. Easy Rider, kendi kuşağına tam bir saygı gösterisi sunuyor, bu filmle birlikte ortaya bambaşka bir sistem ve ilişkiler ağı çıkıyordu. Bu film artık susulması gereken noktanın çoktan geçildiğinin habercisiydi. Siyahlar ayaklanıyor, beyaz kuşak genç Amerikalılar 'Amerikan Rüyası'na inanmıyorlar, kadınlar feminist harekete yeni bir ivme kazandırıyorlardı. Yeni gelişen radikal fikirler ve değerlerin yaygınlaşmasında Easy Rider başroldeydi!
Jack Kerouac, Dennis Hooper, Alan Ginsberg ve William Burroughts, Amerika'nın köklerine doğru bir yolculuğa girişirken kendi oluşturdukları argümanları yanlarına alıp, yeni bir hayat kurmayı vaat ediyorlardı. Toplumun egemen sembolleri birçok genç insanın gözünde, Easy Rider'den sonra yeniden tanımlanmanın eşiğine gelmişti.
Jimmy Carter, 1970'lerin ortasında yaşanan karamsarlıkla boğuşurken, hayatın o boğucu ruh hali sinemayı da etkilemeye başlıyor ve 1977 yılı bunun doruk noktasını temsil ediyordu.
Toplum, hükümet liderliğine inancım yitirmeye başladıkça, sokaktan sesler geliyordu. Kültürel temsilin psikolojik krizi yaşanıyor ve liberalizm içine düştüğü başarısızlığın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Böyle bir ortamda Hollywood yine cankurtaran gibi imdada yetişmiş, hükümetin siyasal argümanlarına açılımlar sunabilecek önermeler getirmeye başlamıştı. Ne de olsa Hollywood, masal ve slogan üretim çiftliğiydi. Westernler, müzikaller ve polisiyeler tam da bu ortamda yeniden gündeme geldiler. Watergate skandalıyla yurtseverlik ve güven duygusu gibi moral değerlerin yitirilişi, toplumda ideal figürlerin de kaybol-masına yol açmıştı.
Hollywood 'gerçek' olgusundan kaçamaya başladıkça ortaya çıkan filmlerdeki şizofrenik atmosfer toplumun üstüne ağır ağır yayılıyordu. Artık sinemalarda siyasal iktidarı öven, aile kurumunu yücelten ve ideallere seslenen filmler vardı. Moral değerler kaybedilmiş(!),yenilgiyi telafi etmek üzere şiddet düşkünü, hoşgörüsüz ve disiplinsiz Rambo ve sahneye çıkmıştı. Hollywood militarizme övgüler düzüyordu: Savunmanın değil, saldırmanın ve toptan imha etmenin kahramanları yaratılmıştı.
Reagan ve militarizme övgü yılları
Sinema kendi yarattığı yurtseverlik duygusuyla toplumu uzlaşmaya çağırıyordu. Artık sahnede Reagan vardı. O da militarizmin ve muhafazakarlığın hizmetindeydi. Bunun için Reagan, Amerika'nın tarihinde hiçbir savaşı kaybetmediği, aksine bazı savaşları kazanmasının engellendiğini söylüyordu. Militarizm Amerikan hayatının en ücra köşelerine kadar sinmişti. Buna karşın Holywood, kahramanlarına hayatın her alanına müdahale etme hakkı tanımaya başladı.
Clint Eastwood, Chuck Norris ve Slywester Stallone gibi kahramanlar Amerika'yı temsili eden figürlere dönüştükleri gibi, sallantıya düşmüş cemaatlere liderlik yapmaya ya da orta sınıf beyazların yaşamlarına alt sınıftan yönelen tehditleri bertaraf etmeye giriştiler.
Hollywood, Amerika için başlı başına 'Vaatler Ülkesi'dir. Onun için George Lucas, Luke Skywalker'i Yıldız Savaşları üçlemesine, Steven Spilberg Indiana Jones'u dünyanın çeşitli bölgelerine macera yaşamaya gönderiyordu. Parçalanmış bir gerçeklik beyazperdede izleyicilerine olağanüstü güzel fanteziler sunmaktaydı.
Masalı bitiren kahramanlar
1968 yılından beri ilk defa bir müzikal Chicago bu yıl Oscar'da En İyi Film Ödülü'nü aldı. Bu aslında ne anlama geliyordu? Önce bunu kavramak için, belki de müzikal film türünün Amerikan sinemasında ortaya çıkışını incelemek gerekiyor.
II. Dünya Savaşı sonrasında gittikçe yoksullaşan halk, bunalım geçiren orta sınıf ve sokaklara inen diz boyu yoksulluk, ruhsal olarak Amerika'yı uçurumun eşiğine getirmişti. Hollywood hemen onlara, son derece ışıltılı ve görkemli bir makyajla, aslında ne olduklarını göstermek için görkemli dünyalar(!) sunmakta gecikmedi: Müzikaller tam burada bir 'tür' olarak boy vermeye başladı.
Savaşın ortasında bir dünya, eli kana bulanmış bir ülke ve onun ışıltılı salonlarında müzikal bir filme verilen "En İyi Film" ödülü! Sahi, bu bayağı resimde ne gibi bir gerçeklik(?) duygusu var?
Oscar ödüllerinin verildiği gece Bağdat bombalanıyordu. Peki, ben size bir rakam vereyim: Bağdat bombalanırken, Oscar törenlerini' izleyen insanların sayı-sının kabaca 3milyar 500 milyon olduğu tahmin edilmekteydi. Bu rakamdan istediğiniz kadar düşünce üretin şimdi!
Vaat etme, sunma ve sonra da onu yok etme hastalığına yakalanmış Amerika'nın ahlakı buydu işte: İkiyüzlülük, rezillilik, aşağılılık... Kızılderilileri yok eden, siyahların canına okuyan ahlak da buydu.
Sokaksız bir ülkedeki siyasetin yansımalarıydı bütün bunlar! Bu huzursuzluk duygusu, insanın gözünü ya petrole bulandırıyor ya da ışıltılı Oscar töreninde kamaştırıyordu!
Oscar ödülleri birçok siyasal gösteriye tanık oldu. 1970 yılında George C. Scott, Oscar törenlerini', "anlamsız, yıldızlı bir et geçidi"ne benzeterek kendisine verilen ödülü reddeden ilk kişi oldu.
Brando, Moore ve Oscar'ı lanetlemek
1972 yılındaysa Marlon Brando, Baba filmiyle kazandığı Oscar'ı almaya, Kızılderili kılığında bir kız çocuğunu göndermişti. Genç kız sahnede, Hollywood'un Kızılderililere karşı olumsuz tavrından dolayı ödülü reddettiğini söylemişti.
Bu yıl savaşın gölgesinde yapılan törenlerde ise Michael Moore'un hiddetle, "Zamanın doldu! Utanmalısın Bay Bush?" sözlerini sarf ettiği an belki de zihinlerde kalacak önemli görüntüydü. Bu törenin hemen sonrasında da yaptığı savaş-karşıtı bir klipte Moore dikkatleri şu sözlere çekiyordu: 'Gönderdiğiniz bombalar çocukların içindeki Tanrı'yı öldürüyor."
Bana öyle geliyor ki, Hollywood'un gerçeklik duygusu gittikçe parçalanmaya başladı. Buradaki asıl kişiler Hollywood'un aktörleri: Sean Penn, Martin Sheen, Tim Robins, Tom Sizemore... Kendi cebinden 56 bin dolan harcayarak Washington Post gazetesine ilan verip Irak'taki savaşı protesto eden Sean Penn, CNN'de Larry King'in bir sorusuna şu yanıtı veriyor:
"Benim çocuklarım bu yüzyılda büyüyecekler, bu yüzyılla yüz yüze kalacaklar. Bu ülkenin talihli bir vatandaşı olarak üzerimde bir sorumluluk hissettim. Benim kadar talihli olmayan insanların popüler medyanın kendilerine sunduğu cehaletle savaşacak vakitleri yok. Bu ülkedeki anne ve babalar ellerine kağıt kalem alıp şunu yazsınlar:
Sayın Bay ve Bayan Falanca, üzüntüyle bildiririz ki, oğlunuz John Irak'ta, çatışma esnasında öldü. Sonra da o mektubu o anne-babayı teselli edebilecek şekilde bitirsinler. Eğer bunu becerebilirseniz, o zaman tartışmanın bir tarafını temsil edersiniz, bu konuma saygı duyarım. En temel meselelerde bizim bilgilendirilmemiz gerekiyor. Hükümet elindeki bilgi ve delilleri bize göstermezse, hukuka saygılı bir toplum olarak. bu bilgi ve delilleri incelemeden savaşa girersek karşımıza şu soru çıkar: Biz hangi Amerika'yı savunuyoruz?"
Hollywood'un yalan dünyasındaki gerçekliği temsil eden Sean Penn, Michael Moore ve Martin Sheen gibi kahramanlar artık Clint Eastvvood, C. Norris ve S. Stallone gibi kartonlardan daha güçlüler! İktidarı temsil eden muhafazakar kahramanların kaba akılları, artık zekayla tedavi olamayacak bir sığlığın içinde çırpındıkça, galiba bu ahlaksızlık bizi çıldırtacak.
Geçtiğimiz günlerde Halil Berktay'la yapılan bir söyleşide oldukça çarpıcı noktalar vardı. Şöyle diyordu Berktay; "Sylvester Stallone aracılığıyla Vietnam halkından intikam almaya kalkıştılar. ABD Yeşil Berelileri île Güney. Vietnam Ranger'larının kurduğu 'kaplan kafesleri'ni unutturup, Kuzey Vietnamlı sadist işkenceci tipleri yaratmaya, sonra da Stallone'ye dövdürüp öldürtmeye giriştiler.
Özellikle Stallone'yi izleyen Schwarzenegger ve Van Damme'nın oynadıkları bazı karate filmlerinde, kötü adamlar daha çok Asyalılardan, 'sarı ırk'tan seçildi. Daha yakın zamanlarda ise çoğunlukla Arap-Müslüman 'düşmanların hakkından gelen anti-terör filmleri türedi. Sanki Hollywood, George W. Bush yönetiminin Irak savaşının psikolojik hazırlığına çok önceden başlamıştı."
Evet, her şey planın bir parçası gibi. Hollywood, filmleriyle eli kanlı katillerin izlerini silmeye çalışıyor.
Hayata makyaj yapıp, bizi kendi rüyasına inandırmaya çalışıyor. Fakat acınacak bir ruh haline bile acıyamıyoruz artık, acımamalıyız da. Michael Moore gibi bir öfkeye, Sean Penn gibi bir etik anlayışa sahip çıkabilmenin yöntemlerini bulmalıyız. Zira izlediğimiz görüntüler artık 'söz'ün bitişini söylüyor (NK)
Ertekin Akpınar'ın yazısı Everest Yayınları tarafından yayınlanan Dünyanın Bütün Sokakları İsyanda kitabından (syf 290-300) alınmıştır.
Dünyanın Bütün Sokakları İsyanda
Özcan Özen ve Osman Akınhay'ın derlediği kitapta (Everest- Mayıs 2003-366 sayfa)
Şükrü Argun, Ahmet İnsel, Ece Temelkuran, Tanıl Bora gibi yazarların yanı sıra Hüsnü Mahalli ile yapılan röportaj da bulunuyor.
Kitabı derleyen Osman Akınhay sunuş yazısında "dünyada savaşa karşı mücadelenin yükseldiği, küresel kapitalizme karşı isyanların yaygınlaştığı bir ortamda sorular sormak gerektiğini hissettik" diyor. Akınhay'a göre bu derleme, "ABD'nin kurmak istediği sistemi, İslam dünyasını, Filistin İntifada'sını, kısaca bütün dünyayı ilgilendiren soruların kafalarda dolaştırılması için gerçekleştirildi.