"Yıllar önce o kadar masumdum ki, benim kuşağımdan pek çok kişinin hayalini kurduğu insancıl ve mantıklı Amerika haline gelebilmemizin hâlâ mümkün olduğunu düşünüyordum. Büyük Bunalım günlerinde, hiç işin olmadığı günlerde, böyle bir Amerika hayal ederdik. Sonra, barışın olmadığı İkinci Dünya Savaşı süresince savaştık ve genellikle öldük. Ama şimdi biliyorum ki, Amerika'nın insancıl ve mantıklı olma ihtimali zerre kadar bile yok. Çünkü güç bizi çürütüyor; mutlak güç, mutlak olarak çürütüyor. İnsanlar, güçten sarhoş olan şempanzeler. Yöneticilerimizin güçten sarhoş şempanzeler olduğunu söyleyerek Orta Doğu'da savaşan ve ölen askerlerimizin moralini çökertme tehlikesiyle mi karşı karşıyayım? Onların morali, pek çok beden gibi, zaten kurşunlarla paramparça olmuş durumda. Onlara, benim hiç başıma gelmeyen bir biçimde, zengin bir çocuğun Noel'de aldığı hediyeler gibi davranılıyor.."
O mayıs sabahı Vonnegut'un bir makalesiyle karşılaşmış olmak mucize gibiydi. Bir taraftan, yazar artık 82 yaşında olduğu için; ama hem de, onun bugünlerde dünyada yaşananlar üstüne bir "makale" kaleme alacağını hayal etmek çok zor olduğundan.
Vonnegut'un Slaughterhouse-Five'ı (Mezbaha No. 5) 1969'da basıldığında, "Dresden günleri"nin üzerinden tam 24 yıl geçmişti.
Üniversitede kimya eğitimi gören yazar, sonra gazeteciliğe başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı'nda Birleşik Devletler ordusuna katıldığında bir kimyagerden çok, piyade kılığına girmiş bir gazeteciydi. Sonra, Batı Cephesi'ndeki son büyük Alman hücumuna sahne olan Bulge Savaşı'nda bir öncü birliğinde görev yaparken esir düşmüş, Dresden şehrine götürülmüştü. 13 Şubat 1945 günü İngiliz Avro Lancaster uçaklarının bombardımanı başladığında, Dresden'deki bir yeraltı sığınağındaydı. Müttefik istatistiklerine göre 35 bin, Alman istatistiklerine göre 100 bin, bazı başka kaynaklara göre 135 bin sivilin hayatını kaybettiği bombardımandan mucizevi bir biçimde sağ çıkacaktı. Uçaklardan şehrin üzerine yangın bombaları yağmış, Dresden'in yüzde 80'i yerle bir olmuştu. Bu bombardıman, Almanya'nın teslim bayrağı çekmesine ramak kala, Sovyet Orduları'nın Doğu'dan hızla yaklaştığı günlerde yapılmıştı. Yani bir açıdan, "insancıllık ve mantıklılık" açısından, tümüyle anlamsız bir bombardımandı. Bazı başka açılardan ise kuşkusuz anlamlıydı.
"Hedef gözetmeyen", doğrudan bir şehir halkını hedef alan hangi bombardıman "insancıllık ve mantıklılık"la ilişkilendirilebilir?
Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı yıllarında çocuk ya da genç olanların kuşağından başlayarak, bugüne kadar gelen kuşakların hangisi için, İkinci Dünya Savaşı'nın dehşeti, "öncelikle Nazi barbarlığı, Yahudi soykırımı ve atom bombaları" değil de başka bir şeydir? Bunların dışında, üstünde durulan fazla bir şey var mıdır?
Oysa iki atom bombasının öldürdüğünden çok daha fazla sivil, Alman şehirlerinde yangın bombaları ile öldürülmüştür. Nazi soykırımı ve saldırganlığını, bir de üstüne ABD'nin atom bombası vahşeti katılarak, son büyük boğazlaşmanın baş hedef tahtaları olarak gördükten sonra kitabı açmamak üzere kapatmak ne kadar gerçekçidir? Ne kadar insancıl ve mantıklıdır?
Churchill: "Zehirli gaz kullanımını destekliyorum"
Ağustos 1940'da Almanya'nın Fransa ve Belçika sahillerinden kalkan uçaklarla İngiltere'yi bombalamaya başlamasına karşı İngilizler, biraz gecikmeli de olsa, Sir Arthur "Bomber" Harris'in bombardıman filolarıyla cevap vermeye başlamışlardı.
Sir "Bombardımancı" Harris, "gündüz değil gece", "askeri hedef gözeterek değil hedef gözetmeksizin" bombalama mühendisliğinin mucitlerindendi. İngiliz bombardımanlarında, mesela 1943 yılında Hamburg'da tek bir gecede 45 bin sivil, 16 Şubat 1945'de 63 bin nüfuslu Pfrozheim şehrinde halkın üçte biri hayatını kaybetmişti.
Sir Harris, genç bir hava subayı olduğu günlerde, bu kez ilk büyük boğazlaşmanın hemen sonrasında ve 1920'de Irak'ta İngiliz işgaline karşı başlayan ayaklanma ile ilgili olarak, şunları söylemiş biridir: "Büyük bir köy 45 dakika içinde haritadan silinebilir."
O zamanın teknolojileri ile, sadece büyük bir köy..
Aynı günlerde, gene 1920 Irak ayaklanmasının ardından, "Arabistanlı" Lawrence ise London Observer gazetesinde şöyle yazmaktadır: "Bu tür durumlarda zehirli gaz kullanmamamız garip."
Aynı günlerde, büyük İngiliz devlet adamı Winston Churchill şöyle demiştir: "Medeni olmayan kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasını şiddetle destekliyorum."
600 binin üzerinde sivilin (76 bini çocuk) Alman şehirlerinde Müttefik bombardımanları sonucu ölmesi , kuşkusuz "bombardıman mühendisliği"nde ulaşılan çok ileri bir noktayı temsil etmektedir. Bu mühendisliğin, Yahudi soykırımında kullanılan yöntemlerden (gaz odaları, krematoryumlar) ya da Japonya'ya karşı kullanılan nükleer silahlardan daha az barbarca olduğunu söylemek için ise, herhangi bir neden bulunmamaktadır.
Mesele şudur ki, İkinci Dünya Savaşı'nın sivil hedefli Müttefik bombardımanları, konunun, iddia edildiği gibi "insanlık için verilen bir savaş" olmadığını çarpıcı bir biçimde ortaya seren kanıtlardır. Bir yanda Yahudiler, diğer yanda emekçiler arasında örgütlü komünistler ve diğer muhaliflere karşı yürütülen Nazi yok etme harekâtında. aylarca değil, yıllarca çıt çıkarmayan ve iş ancak dünyadaki kaynakların ve pazarların paylaşımında kritik noktaya geldiğinde silahını kuşanan Müttefikler'in. Nazi İmparatorluğu'ndan daha insancıl bir şeyi temsil ettiğine dair herhangi bir kanıt mevcut değildir.
Savaştan hemen sonra başlayan bir süreç açısından, başka bir mesele de şudur ki, kendisini evinin ve işyerinin sınırları içinde gerçekten güvende hisseden ve "insanlık ülküsü" kendi varlığı ile sınırlı bir tür, "orta sınıf" ya da "iyi vatandaş" da denilebilecek bir tür insan, barbarlardan birini diğerine karşı yüceltme, yenik düşmüş olana karşı muzaffer olan ve gücünden korkulan barbarı yüceltme işinde, haddinden fazla gönüllü davranabilmektedir.
Alman tarihçi Jörg Friedrich'in Ekim 2003'de yayınlanan ve İkinci Dünya Savaşı'nda bombalanan Alman şehirlerini konu alan "Brandstätten" ("Yangın Yerleri") adlı kitabı altı dile çevrilip 185 bin baskı yaptığında, "çok seslilik" ve "demokrasi"nin beşiği İngiltere'de kitabı basacak bir yayınevi bulunamamıştır.
Ya da, 1973 yılında ABD'nin Kuzey Dakota eyaletindeki Drake Lisesi'nde Bruce Severy adlı öğretmen Slaughterhouse Five'ı öğrencilerine okutmaya karar verip kitabı sipariş ettiğinde.. 7 Kasım 1973'de, okulun kütüphane görevlisi Sheldon Summers, yönetim kurulu üyelerinin kitabı pornografik bulmaları nedeniyle, 37 nüsha kitabı yakma cesaretini göstermiştir.
El Zaviye'de göstericilere "bilinmeyen gaz"
Bugün, 2004'ün Temmuz günlerinde de, "insanlık ülküsü" kendi varlığı ile sınırlı "iyi vatandaşlar"ın başlıklara çıkarmayı tercih ettiği gelişmeler ve üstünde durmamayı tercih ettiği gelişmeler yaşanıyor. Barbar ordularının, başka barbarları hedef tahtasına oturtarak işlerine devam etmesinin, devrik barbarlardan elbette çok daha tehlikeli olmasının, "iyi vatandaşlar" açısından üstünde durulacak bir tarafı yoktur. Olmadığı gibi, bunlardan yerli yersiz söz edilmemeli, hatta mümkünse bu işler, eşzamanlı olarak unutulmalıdır. Bugünlerde üstünde durulan, mesela "sıranın Saddam'a gelmiş olması" dır. (1)
Öte yandan, bombardıman mühendisliğinin tarihî dönemeçlerinden bir başkası olan ve Churchill tarafından "medeni olmayan kabilelere karşı kullanımı" hararetle savunulan "zehirli gaz" işinde, bugün ne tür pratikler yaşanmaktadır? Bir yandan, Halepçe katliamının hukukla "öcü alınacak" havası yaratılırken, bir yandan, katliamın İran'ın işi olduğuna dair kafa karıştırıcı CIA raporundan hiç söz edilmezken..
"Filistin ve İsrail'de Adil bir Barış için Vermontlular" ın yazarlarından James Brooks'un 5 Temmuz 2004 tarihli makalesindeki alıntıdan okuyoruz:
"10 Haziran 2004'de, gaz soluyan 130 hasta El Zaviye'deki iki klinikte tedaviye alındı. Hastalar, çocuklardan, kadınlardan, yaşlılardan ve gençlerden oluşuyordu. Dr. Ebu Madi, bacaklarda ve ellerde sinir sitemi ile bağlantılı kasılmalar olduğunu söyledi. Göz bebekleri büyümüştü. Diğer semptomlar, şok, yarı baygınlık hali, hiper ventilasyon (derin ve devamlı nefes alma ihtiyacı) ve terlemeydi."
Bunlar, Batı Şeridi'ndeki El Zaviye köyünde görevli sağlık ekibinin raporunda yazanlar. Rapora göre, protestoculara karşı kullanılan gaz, gözyaşartıcı gaz değil, "bir ihtimal sinir gazı"ydı.
Ertesi gün İsrail'deki "Barış Bloğu", Gush Shalom, El Zaviye'de basın bildirisine şöyle başlıyordu:
"Dün burada ordunun kullandığı şey, gözyaşartıcı gaz değildi. Gözyaşartıcı gazın nasıl bir şey olduğunu, nasıl hissedildiğini biliyoruz. Bu kullanılan, bambaşka bir şeydi. Buldozelerin çalıştığı yerden hâlâ çok uzakta olduğumuz bir sırada, bunun gibi şeyler atmaya başladılar (üzerinde İngilizce 'el ve tüfek bombası no. 400' yazan koyu yeşil bir metal tüp gösteriyor). Siyah dumanlar yükseldi. Dumanları soluyanlar, yüzden fazla insan, anında bayıldı. 24 saatten fazla baygın kaldılar. İçlerinden biri hâlâ baygın, Nablus'daki Rapidiye Hastanesi'nde. Ateşleri yükseldi ve kasları sertleşti. Bazılarına acil olarak kan nakli gerekti. Şimdi, bu, bir gösteriyi dağıtmak mıdır, yoksa kimyasal savaş hali midir?"
Makalede, El Zaviye'deki olayın, 2001 yılından bu yana İsrail askerlerinin Filistinli sivillere karşı "bilinmeyen gaz" kullandığı onuncu saldırı olduğu belirtiliyor.
Makalenin yazarı Brooks, İsrail devleti tarafından kullanılan "kimyasal savaş" yöntemlerini, 1948 yılında Filistinlilere ait kuyu ve su depolarına tifo bulaştırılmasından başlayarak, kaynak göstererek sıralıyor.
Muzaffer barbara bağlılık
6 Temmuz 2004 günü İsrail askerlerinin, üniversite öğretim görevlisi Halid Salah Musa Salah'ı başından, 16 yaşındaki oğlu Muhammed'i ağzından kurşunla öldürmüş olması da, bugünlerde "iyi vatandaşlar" açısından "günün gelişmeleri" sınıfına girmeyen olaylardan.
Ama işte "iyi vatandaşlar", ulusun altı ile üstü arasındaki ilişkilerde kendileri açısından doğrudan anlamı olan bir bağlantı göremedikleri zaman, boş oturmaktansa bazı "gündemler"i benimsemeyi tercih edebiliyorlar. İnsancıllık ve insanlık ülküsü açısından. Mantıklı bir biçimde..
Bir yanda Associated Press, Irak'taki Ebu Garip hapishanesinde İsrail görevlilerinin sorgulara katıldığına dair işaretler olduğu haberini geçiyor.
Bir yanda, Halepçe katliamının sorumlusunun İran olduğuna dair CIA raporu gündeme geliyor .
Bir yanda, yeni "egemen" Irak hükümetinin başına, eski CIA ajanı İyad Allavi geçiriliyor.
Bir yanda, Haziran ayının sonlarına doğru yaşanan bombalama olaylarının ardından Irak "Savunma Bakanı" Hazım El Şalan'ın sözleri: "Onları ev ev takip edeceğiz. Etraflarını kuşatacağız. Ellerini keseceğiz ve başlarını vuracağız."
Bir yanda, "Irak'ta eylem yapan yabancı teröristler" yaygaralarının ortasında, bu ülkede "güvenlik açısından tehdit" olarak görülen 5700 tutuklu arasında yabancıların oranının yüzde 2 olduğu (90 kişi) bildiriliyor ..
Bir yanda, Irak halkına yardım için oluşturulan fonda toplanan 20 milyar doların 1.2 - 3.7 milyar doları Amerikan koloni yönetiminin elinde "buharlaşıyor" ..
İnsancıllık ve mantıklılık açısından bütün bu gelişmeler arasında üstünde durulacak bir şeyler yok mudur? Ama iyi vatandaşlık açısından bir seçim yapılacaksa, küçük ve yenik düşmüş barbarı hedef tahtına oturtup kendi işine devam eden muzaffer ve büyük barbarı incitecek gelişmeler seçilmemelidir.
Şimdi, muzaffer barbarların insanlık suçlarını eşzamanlı olarak unutup, mesela "Orta Doğu'da aydın" olma (2) ya da olamama üzerine bir şeyler yazmanın da tam zamanıdır.
"İyi vatandaşlar" açısından, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugünlerde de, insancıllık ve insanlık ülküsünün sıhhati muzaffer ile uyum içinde olup eşsiz öz varlığı korumaya bağlı. (ŞA/YS)
(1) Murat Belge'nin 4 Temmuz 2004 tarihli Radikal makalesi
(2) Etyen Mahçupyan'ın 4 Temmuz 2004 tarihli gazetem.net makalesi