BM ve Irak Savaşı
Dün Bilgi Üniversitesi'nde yapılan panelde konuşan Hans von Sponeck'e göre, Irak Savaşı bağlamında BM'nin yetersizliğinin görüldüğü en belirgin nokta Güvenlik Konseyi'nin 1441 numaralı kararı .
Kasım 2002'de üzerinde anlaşılan kararın dilinin muğlaklığına dikkat çeken Harding, "felaket öngörülebilirdi" diyor. Harding'e göre önergedeki ifadelerin belirsiz olması savaş ile barış, ölüm ile yaşam arasındaki farka yol açıyor.
BM tarihine bakıldığında önerge dilindeki belirsizliklerin güç sahibi ülkeler tarafından istenilen yere çekildiğinin örneklerini görmek mümkün. Bu bağlamda, Harding'e göre uluslararası politikalarında işbirliğinden kaçınan Bush'un, önergeyi istediği gibi yorumlamasına şaşırmamak lazım.
Harding'e göre, Türkiye, baskı altında olmasına rağmen savaşı önlemek için Güvenlik Konseyi'nden daha fazla çaba harcadı.
Irak savaşı BM'in ilk yetersizliği değil
Nilüfer Bhagwhat'a göre, Irak savaşı 2003'te başlamadı, 1991'den beri devam ediyor.
Ancak, 1991'de BM Güvenlik Konseyi üyeleri arasında görülen fikir birliği düşünüldüğünde şu anda yaşanan kırılmalar ve anlaşmazlıklar olumlu.
BM içindeki fikir farklılıkları Amerika'nın esas amaçlarını ortaya çıkarmaya yararken, yapılması gereken yapısal reformların da temelini oluşturabilir.
Denis Halliday de, Birleşmiş Milletler'in Irak'a uyguladığı ambargoların katliamdan farksız olduğunu ve Birleşmiş Milletler mensubu ülke vatandaşları olarak hepimizin bir milyon insanın ölümünden sorumlu olduğumuzu belirtti.
Halliday, BM'nin yetersizliğine rağmen, Irak'taki savaşın mevcut yasalara da aykırı olduğunu unutmamamız gerektiğini belirtiyor. BM Kuruluş Antlaşması'nın 51. maddesine göre işgal, işkence ve savaş suçları yasadışı; ancak işgale direniş meşru.
Katılımcılara göre BM aynı zamanda fakirliği azaltmak ve uzun dönemde yoketmek, nükleer silahlar, Orta ve Güney Amerika'da yaşananlar konularında da başarısız oldu.
"BM'in kuruluşu ödünlerle mümkün oldu"
Niloufer Bhagwhat dinleyicilere BM'nin kurulduğu zamanki güç dengelerini ve ekonomik sistemleri hatırlatarak, "Birleşmiş Milletler'in kuruluşu tarihi ödün vermelerle mümkün olmuştur" dedi.
BM'nin, bünyesindeki ülkelerin kendi geleceklerini, kendi istedikleri gibi yaratma isteği sonucu oluştuğunu hatırlatan Jim Harding, bunun en güzel örneğinin veto hakkına sahip beş sabit üyeyi içinde barındıran BM Güvenlik Konseyi olduğunu söylüyor.
Richard Falk'a göre Birleşmiş Milletler hakkında düşünmenin üç farklı yolu var.
Bunlardan ilki BM'i uluslararası politikanın kurallarını koyan ve ülkeleri bu kurallar çerçevesinde kısıtlayan bir kurum olarak tanımlamak. İkincisi ise Birlemiş Milletler'in jeopolitik kaygılarla kurulmuş, en güçlü üyelerinin çektiği yere giden bir araç olarak görmek.
Çoğumuzun şu anda yaşadığı ise birinci ve ikinci yol arasındaki uyuşmazlık sonucu ortaya çıkan "Birleşmiş Milletler'in karmaşık varoluş gerçekliği.
Falk'a göre artık bu karmaşıklığa son vermek ve Birleşmiş Milletler'i tanımlamak lazım.
Birleşmiş Milletler ne olmalı?
Katılımcıların hepsinin BM'nin devam etmesi ve faaliyetlerini sürdürmesi, ancak yapısal olarak değişmesi gerektiği konusunda hemfikir olduğu panelde, yapılması gereken reformlar da konuşuldu.
Hans von Sponeck'e göre atılması gereken ilk adım BM tarafından kullanılan terimleri tanımlamak.
Bu bağlamda tanımlanması öncelikli terimlerin başında "terörizm" geliyor. Terörizmin tanımlanması özellikle de devlet terörünün önüne geçmek için gerekli.
Halliday de tanımlamaların gerekliliğin altını çizerken, böylece uluslararası hukukun "daha dişli" olacağını, yaptırım gücünün artacağını belirtiyor.
Halliday'e göre, BM'in sivil toplumun aktif katılımına ihtiyacı var. Küreselleşme, çevre kirliği, sübvansyonlar gibi konuların konuşulması ancak sivil toplum katılımıyla mümkün olacak.
Tüm katılımcılar ayrıca Güvenlik Konseyi'nin yapısının değişmesi gerektiğinin altını çizdi. Bhagwat'a göre kuruluş antlaşmasında geçen devletlerin eşitliği maddesi ve bazı ülkelerin sahip olduğu veto hakkı BM'in en büyük açmazlarından. Demokrasi için veto hakkının kaldırılması ve farklı bölgelerin temsilin sağlanması şart.
Katılımcıların üzerinde anlaştıkları bir diğer konu ise sivil toplum hareketlerinin boşa gitmediği. Harding'e göre yaptıklarımızın sonuçsuz olduğunu düşünmemeliyiz. Bazen hayal ettiğimiz dünyanın imkansız olduğunu düşünsek de, o yönde çalışmaktan vazgeçemeyiz.
Bütün umutlu konuşmalara rağmen, Richard Falk'ın panelistlere ve dinleyicilere yönelttiği ve cevapsız kalan soru oldukça düşündürücü. Reformları ve idealleri böyle panellerde konuşmanın kolay olduğunu hatırlatan Falk'ın sorusu, içinde bulunduğumuz düzende, özellikle de gücün hükümranlığını savunan Bush doktrini göz önünde bulundurulduğunda, bu reformların önünü tıkamak isteyenlere karşı ne yapılabileceğiydi. (EK/EÜ)