Medyamızda bir iki gazetenin iç sayfalarında sıkıştırılmış kısa bir paragrafla geçiştirildi bu rapor. Gerçeklerle yüzleşmemiz istenmemişti anlaşılan; her şey yolundaydı oysa, enflasyon düşmüştü, büyüyen bir ekonomiydi Türkiye. Ülkemiz yükselişe geçmişti, istikrarı yakalamıştık sonunda.
UNICEF Raporu, birçok alt başlıktan oluşuyordu; beslenme, sağlık, eğitim, kız çocukların durumu, demografik özellikler ve ekonomik gelişme alanında 193 ülke karşılaştırmalı olarak sıralanmıştı.
İnsani gelişmişlik indeksi olarak, beş yaş altı çocukların ölüm hızı (5YAÖH)¹ ana kriter olarak belirlenmişti. Çünkü 5YAÖH; Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH), kişi başına düşen doktor sayısı, okullaşma düzeyi gibi kalkınma sürecinin girdisi niteliğindeki verileri değil, doğrudan doğruya bir sürecin sonucunu gösterir.
5YAÖH, ortalama rakamların yaratacağı yanılgılara, örneğin kişi başı GSMH rakamından daha az neden olur. Çünkü insan yapımı bir terazide zenginlerin yoksullara göre bin kat daha varlıklı olması mümkünken, doğanın kirli terazisinde bin kat daha fazla yaşama sahip olması mümkün değildir.
Bir başka deyişle, varlıklı bir azınlığın, verimli bir ülkenin 5YAÖH'nı kendi başına belirleyebilmesi çok daha güçtür. Bu nedenlerle 5YAÖH, çocukların ve bir bütün olarak toplumun sağlık alanındaki durumunu yansıtmada, kusursuz olmasa bile, daha doğru işlev görür.
Bu temel kriter göz önüne alındığında Türkiye, 193 ülke arasında 115 ülkenin ardında kalarak, 78. oldu. Surinam, Cezayir ve Moğolistan'ın liginde yer alan Türkiye, 1000'de 42'lik 5YAÖH'ı ile Vietnam, Suriye, Arnavutluk'un da gerisinde yer aldı.
Oysa uygar toplumlarda bu oran 1000'de 4 düzeylerindeydi. Komşumuz Yunanistan 1000'de 5'lik oranı ile 177. sırada yer almıştı.
Gelir dağılımı
Raporda yer alan göstergelerden biri olan GSMH'nın bölüşümü göz önüne alındığında Türkiye'nin gelir dağılımındaki adaletsizliği çarpıcı boyuttaydı. Türkiye'de en yoksul yüzde 40'lık kesim toplam gelirin yüzde 17'sini paylaşırken, en zengin yüzde 20'lik kesim gelirin yüzde 47'sine sahipti.
Uygar dünyanın bir üyesi olan Finlandiya'da ise bu oran sırasıyla yüzde 25'e yüzde 35 düzeyindeydi. Düşük doğum ağırlıklı bebek (2500 gr.'dan düşük tartılı doğan) yüzdesinin yüzde 16 düzeyinde olduğu ülkemiz, bu oranın yüzde 12 olduğu Uganda'nın gerisindeydi.
Beslenme
Piyasa ekonomisi serbestliği ortamında, kayıtsızca televizyon ve radyolarda annelerin zihinlerine enjekte edilen "mama reklamları", başarıya ulaşmıştı besbelli.
Çünkü raporda belirtilen rakamlara göre Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) ilk altı ayda "sadece anne sütü" önerisine uyan anne-bebek nüfusu oranı yüzde 7'lere gerilemişti. Çocuklarımızın sağlıklı beslenme oranları ise oldukça dramatikti. Beş yaş altı çocuklarımızın yüzde 8'i orta ve ağır derecede zayıf, yüzde 16'sı ise orta ve ağır derecede bodurdu.
Sağlıklı içme suyuna ulaşabilen nüfus yüzdesi yüzde 82 düzeyindeydi, nüfusun beşte birinin kirli su içtiği bir ülkedeydik.
Sağlık
Aşılanma oranlarımız da gelişmiş ülkelerin oldukça gerisindeydi. Çocuklarımızın hepatitB aşılanma oranı yüzde 72, verem aşısı ile bağışıklanma oranı yüzde 77 düzeyindeydi. Oysa aşılanmayan bir çocuk dahi kalmamalıydı bu ülkede.
Sağlıktaki fırsat eşitsizliği, rapordaki verilerde çarpıcı bir şekilde ortaya konulmaktaydı. Her gün 133 çocuğun öldüğü Türkiye'de çocukların en sık ölüm nedenlerinden biri akut solunum yolu enfeksiyonlarıydı (ASYE).
ASYE'li 5 yaş altı çocuk yüzdesi yüzde 12 idi, ancak ASYE olup da tedaviye götürülen 5 yaş altı çocuk yüzdesi, yüzde 37 düzeyindeydi. Hasta her on çocuktan altısı doktora götürülemiyordu.
Eğitim
Eğitim düzeyi, raporda en kapsamlı bölümü oluşturmaktaydı. Ülkemizde erkeklerin yüzde 93'ü okur-yazar iken, kadınlarda bu oran yüzde 77'te kalmaktaydı. Dört kadınımızdan biri okuma yazma bilmiyordu.
Oysa eğitim, kız çocuklarının ve kadınların yaşamlarını kurtarır ve iyileştirirdi. Eğitim, kadınların kendi yaşamlarını daha fazla kontrol edebilmelerini sağlar ve topluma katkıda bulunmalarını sağlayacak becerilerle donatırdı. Eğitim sayesinde kadınlar kendilerini ilgilendiren konularda kendi adlarına karar alabilirler ve ailelerini etkileyebilirlerdi.
Kalkınma ve sosyal yaşamla ilgili diğer bütün olumlulukları getiren de işte bu güçtü. Kadınların yönetimlere, ailelere, toplumlara, ekonomiye ve sunulan hizmetlere katılımları ve bu alandaki gelişmeler üzerine etkili olmaları herkesin yararınaydı.
Böylece kalkınma daha eşitlikçi hale gelir, aileler güçlenir, daha gelişkin hizmetlerden yararlanabilir ve çocuklar da daha sağlıklı büyüyüp gelişirlerdi.
Oysa bunların hala çok uzağındaydı ülkemiz. Orta öğretime kayıt yaptıran erkek çocukların oranı yüzde 67 iken, kız çocuklarımızda bu oran yüzde 48'e inmekteydi. Uygar toplumun anahtarı niteliğinde olan kız çocuklarının eğitimi, Türkiye'nin önünde duran büyük bir sorunsaldı.
Telefon, internet, ekonomi
Çağımızın en basit görünen ancak vazgeçilmezlerinden biri haline gelen araçlarından biri olan telefon bile, Türkiye'de her yüz kişiden 58'ine ulaşabiliyordu.
İnternetle ise, yüzde 94 oranında nüfusumuz henüz tanışamamıştı. Ekonomik gelişim rakamları geriye doğru lineer gidişi göstermekteydi. Kişi başı 2 bin 500 dolar GSMH düzeyi ile Türkiye Avrupa'da en geride yer alıyordu.
Ancak daha dramatik bir sonuç vardı: 1960-1990 yılları arasında Türkiye'nin kişi başı GSMH yıllık artış hızı yüzde 1,9 iken, 1990 sonrasında yıllık artış hızı yüzde 1,3'e gerilemişti. Enflasyon düşüyordu oysa.
Günde 1 dolardan az gelirle geçinen nüfus oranı ise yüzde 2 idi. 1,5 milyon insan açlıkla boğuşuyordu. Ve Türkiye, mal ve hizmet ihracının yüzde 36'sını dış borca ödeyerek, ülkeler arasında bir rekor daha kırıyordu.
Dünyanın gidişatı
Fakat Türkiye'yi de aşan bir gerçek daha vardı ki, dünyamızın çok daha adaletsiz ve karanlık bir yere doğru gidişinin işaretini vermekteydi; 21 ülkede, kişi başı GSMH oranında 1990'lar boyunca sürekli gerileme kaydetmişti. Oysa böyle uzun dönem boyunca sürekli gerileme yaşayan ülkelerin sayısı 1980'li yıllarda yalnızca dörtte kalmıştı.
Gelişmekte olan 54 ülkede ortalama gelir düzeyi 10 yıllık ortalama itibarıyla sürekli gerilemekte. Raporda bunun olağandışı olduğu vurgulanıyor. Bu veri dünyanın giderek mutlak yoksullar ve mutlak zenginler olarak iki kutba doğru ayrıldığına işaret ediyor.
1970'de zengin ülkeler gelirlerinin binde 7'sini yardım harcamalarına ayırmayı kabul etti fakat aradan 34 yıl geçmiş olmasına rağmen G8 ülkelerinin hiçbiri bu sözlerinde durmadı ve bu hedefe ulaşmak üzere bir zaman da belirtmedi.
Bunun yanı sıra, zengin ülkelerin yardım için ayırdıkları kaynakların sadece yüzde 40'ı yoksul ülkelere ulaşıyor, çoğu zaman da gecikmeyle. 2003'te ulusal gelirinin sadece onbinde 14'ünü yardıma ayıran ABD, Irak'ın işgali için bu paranın 10 katından fazlasını harcadı. Eldeki kaynaklarla dünyamızda aç insan kalmaması şu an mümkünken, bunun gerçekleşememesinden kimler sorumlu?
UNICEF raporunda merkezi hükümet harcamalarının sağlık, eğitim ve savunmaya ayrılan pay yüzdelerinde de Türkiye'nin oranları tam tersine dönmüştü. Sağlığa bütçeden ayrılan pay yüzde 3 düzeyindeyken, savunmaya ayrılan pay yüzde 8 düzeyindeydi.
Uygar toplumlarda bu oran sağlık lehine öndeydi ve hükümetler bütçelerinin %15-20'sini vatandaşlarının sağlığı için ayırmaktaydı. Bizim gerekçelerimiz vardı tabii.
Savunma sağlıktan öncelikliydi çünkü, barut fıçısı bir coğrafyada yaşıyorduk, lisede "Milli Güvenlik" dersinde bizlere öğretildiği gibi bütün etrafımız düşmanlarımızla çevriliydi; Yunanistan, Ermenistan, Suriye, İran...
Keşke bu ülkelerin gerisinde kaldığımızı açık yüreklilikle söyleyebilseydik artık. Önce insan diyebilseydik. "Barış için savaş", "barış için silahlanma" gibi sahte nedenlerin ve bahanelerin ardına gizlenmeseydik. Yalnızca Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde görülmekteydi bu dengesiz paylaşım çünkü...
Tüm bu çarpıklıklarla yüzleşmek canımızı acıtsa da, yıllardır "Türk'üz, bütün başlardan üstün olan biziz" şarkıları söylense de, çocuklarımızın ve dolayısıyla ülkemizin hangi ligde olduğu ortadadır.
Gerçeği göremeyip kabullenemeden, bu sorunların düzeltimi mümkün gözükmemektedir. Ve tüm bu çarpıklık, gerilik ve adaletsizlik, o kadar ciddi boyutlardadır ki, birkaç "vicdanlı" işadamının insafı veya bir iki sivil toplum kuruluşunun çabaları bunu düzeltmeye yetemeyecek gibi görünmektedir.
Serbest pazar ekonomisi ve özelleştirmenin çok iyi bir şey olduğu anlatılmıştı hep bizlere; komplikasyonları görmezden gelinmişti. Muhafazakardı toplumumuz zaten, tevekkülüydü, usluydu. Yoksulluğun kader olduğunu benimsemeleri de kolay oldu.
Oysa bu tablodaki gerçek sorumluluğun kime ait olduğu düşünülemedi hiç. Uygar toplumlardaki "sosyal devlet" anlayışının, bu devletlerin birinci ligde yer almasını sağladığı görmezden gelindi yıllar yılı. Ve işte yadsınamayacak sonuç: İp atlayan değil, "çağ atlayan Türkiye!"
* (5YAÖH; her doğan bin canlı çocuk başına, 5 yaşını göremeden ölen çocukların sayısını belirtir)