O ışığın altında çoğu şeyi fark etmek zordu. Bundandır ki oyun alanını alacalı yazılarla süslemiş, alana fosforlu toplar koymuşlardı. Biz arkadaşlarla bir koltuk seçtik.
Yanlış hatırlamıyorsam soldan ikinci masanın etrafındaydık. Ben koltuğa oturdum ve o an duvardaki afişle yüz yüze geldim. Kıpkırmızı bir afişti. O loş ışığın altında kıpkırmızı parlayan, parladıkça rahatsızlık hissi uyandıran ama insanın merak edip bakmaktan da kendini alıkoyamadığı bir afiş...
Afişin üzerinde yerde uzanan bir kadın ve kadının fotoğrafını çeken bir adam resmi vardı. Kadın bir ölüden beklenmeyecek kadar şuh bir şekilde yerde uzanıyordu. Afişin tam ortasında beyaz, büyük puntolu harflerle "Blow-up" yazıyordu. İtalyan yönetmen Antonioni'nin o unutulmaz filminin afişi Amerika'da Hollywood'da dalgalanıyordu adeta ve ben o an "cinayeti görmüştüm".
Antonioni ile tanışmam bu şekilde oldu benim. Sonrasında okudum, izledim. Derken tarih 30 Temmuz 2007 oldu. Ben bu sefer iki cinayete tanık oldum. Birincisinde yer Roma idi, Antonioni'nin kendisiydi bu sefer ölen ve kader bir cinayet daha işlemişti.
Antonioni, İtalyan sinemasının içinde sanki kum üzerindeki piramitler gibi sivrilen, farklılaşan bir yönetmen. Neredeyse hiçbir akıma dahil edemeyeceğimiz yönetmenin bu farklılığını, İtalyan "Yeni Gerçekçi" akımının yükseliş zamanlarında da koruması, sanatçı kişiliğinin ve özgünlüğünün daha sağlam bir kanıtıdır kanımca.
Antonioni, Bologna Üniversitesi ekonomi bölümünü bitirdikten sonra yerel gazetelerde film eleştirmenliği yaptı. 1940'ta Roma'ya yerleştikten sonra Mussolini'nin oğlu tarafından çıkarılan "Cinema" dergisine yazılar yazmaya başladı ve birkaç ay sonra dergiden kovulmasıyla, ona sinema eğitimini verecek olan Centro Sperimentale di Cinematografia'ya kaydoldu.
50'lerde Yeni-Gerçekçilik akımı tüm hızıyla İtalyan sinemalarını doldururken, Antonioni adeta bir başkaldırı sergiledi ve isyandan zaferle çıktı. Onun derdi toplumdan çok birey ile ilgiliydi.
Bireyi şaşırtmayı seven yönetmen, alışılmış sinema kalıbını değiştiren, modern sinemanın yolunu açan ve seyirciye alışılmadık şeyler sunan filmler yaptı. Atilla Dorsay da 1972'de yayınladığı yazısında Andre Gide'in sözünü kullanmıştı Antonioni filmleri için: "Şaşırtmak, alt üst etmek... Bu nitelikler varsa bir sanat eserinde, kalıcılık da var demektir."
Antonioni, büyük patlama yaratan filmi "Cinayeti Gördüm"e kadar edebiyata yakın, şiirsel filmler çeken bir yönetmen olarak tanınıyordu.
1966'da seyirciyi bir kez daha şaşırtarak onlara görsel bir ziyafet sundu. Edebiyattan uzaklaşmış, diyaloglar yok denecek kadar azalmış fakat yıllar yılı akıllardan silinmeyecek görüntülerle bezenmiş bir film vardı beyaz perdede.
Üstelik artık İtalyan yönetmen felsefi bir tavır takınıyordu. Filmin sonundaki pandomimci grubun; raketsiz, topsuz oynadıkları tenis maçı sadece Antonioni'nin ya da İtalyan sinemasının değil dünya sinemasının anıldıkça eskimeyecek, etkisini kaybetmeyecek sahnelerinden biri haline geldi.
Bu sahneyle Antonioni artık gerçeği sorguluyordu. Gerçek neydi ve kime göreydi? Bir sinemacı olarak yönetmen, kamera aracılığıyla bize gerçeğin hangi yüzünü yansıtmıştı? Gerçeklerle aramıza neler sığdırabilmişti?
Cinayeti Gördüm'ün yanı sıra Gece, Macera (1960 Cannes Film Festivali, Jüri Özel Ödülü), Zabriskie Point, Yolcu, Bir Kadının Tanımlanması, Bulutların Ötesinde gibi önemli filmler sunan yönetmen, son olarak 2004 yılında Eros üçlemesinin Olayların Tehlikeli Dizilişi adlı bölümüne imzasını attı.
Filmleriyle çeşitli festivallerde sayısız ödül kazandı. Ne yazık ki "Film çevirmek benim için yaşamak demek" diyen yönetmeni, "filmsiz" geçirdiği son üç yıl sonunda kaybettik.
İkinci cinayet: Bergman
Aynı gün, bir cinayet daha işlenmişti dünyanın bir diğer ucunda. Bu sefer yer İsveç'ti. Maktul ise bir başka büyük isim Ingmar Bergman ya da 2005 yılı Time dergisinin nitelendirmesiyle "dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni..."
Kendi kendisini sorgulayıp, toplumla, kadınlarla, moderniteyle ve beraberinde gelen iletişimsizlikle boğuşarak bir yaşam geçirdi. Ona göre dünyada büyük bir sorun vardı ve filmleriyle isyan ediyordu o da, Antonioni gibi. Fakat o isyanının umutsuzluğuna kendini o kadar kaptırmıştı ki, "sessizliğe" bürünmüştü çığlıkları çoğu kez.
1918 İsveç doğumlu yönetmen, gerek hayata bakışında gerekse de filmlerinde; çocukluğunun izlerini taşıdığını seyircilere hep hissettirdi. Ağır bir din eğitimi ve ahlak kurallarıyla büyüyen Bergman için ölüm, ölümden sonraki belirsizlik, Tanrının varlığı belli başlı temalar arasına girdi.
O kadar kafasını kurcalıyordu ki bu belirsizlikler, "Yedinci Mühür" filminde ölümün kendisi bile cevap veremiyordu insanlara.
1963'te "Sessizlik" geldi. Bergman, kariyerinin doruk noktalarından birindeydi, hem de en sessiz haliyle. Ona göre artık sarf edilen kelimeler gereksiz hatta kırıcı geliyordu. Hayat değişmişti, insanlar birbirlerine yabancılaşmış, kalabalıklar içinde yalnızlaşmış ve çığlıklar içinde sağırlaşmışlardı.
Böyle bir dünyada konuşmak, ses çıkarmak manasızdı. Artık bağlar kopmuştu. Biz, insanlar için umudun var olup olmadığı da ayrı bir belirsizlik konusuydu ve bu konuya girmenin hiçbir anlamı yoktu.
Bergman, Sessizlik dışında; Yedinci Mühür, Yaban Çilekleri, Çığlıklar ve Fısıltılar, Sihirli Flüt gibi birçok başarılı filme imza attı ve çok sevildi. Sayısız kere Cannes'a ve diğer önemli festivallere aday gösterildiği halde ödül sahibi olamadı. Ödül alıp çığlık atmaktansa, fısıltılar içinde seyircilerin ilgisini kazandı.
Bu yaz kaybettiğimiz bu iki büyük yönetmenin yokluğunu sinemaseverler için en iyi şöyle açıklayabilirim sanırım:
İki gün önce Türkiye'nin sayılı sinema dergilerinden birinin ofisinde oturuyordum. Yanımda dergi yazarlarından iki arkadaş oturuyordu. Konu dönüp dolaşıp bu ardı ardına yaşanan kayıplara gelince, biri kendini tutamadı ve şöyle dedi:
"İyi de abi, şimdi biz kime usta diyeceğiz?"(EO/EÜ)