“Fatih'e gittiğim zaman kendimi Suriye'de hissediyorum, çok restoran var. Eskiyi hatırlatıyor. Suriye'deki mutlu günlerimi hatırlatıyor.” Fethullah A.
"Sadece restoranlarda, iş yerlerinde değil evlerde de yemek kültürümüzü devam ettiriyoruz. Kendi aramızda toplanıp yemekler yapıyoruz, kadınlar olarak. Bir de şarkılarımızı söylüyoruz unutmamak için. Hem de birbirimize destek oluyoruz." İman Taha
Suriye’den Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan iki göçmene ait olan bu tanıklıklar, bu kez gazeteci Emine Uçak Erdoğan’ın “İstanbul’daki Suriyeliler” kitabından.
Mülteci Derneği’ne göre, Türkiye’de Suriyeli sayısı 19 Ağustos 2021 tarihi itibarıyla bir önceki aya göre 10 bin 688 kişi arttı ve toplam 3 milyon 701 bin 584 kişi oldu.
Bu kişilerin 1 milyon 765 bin 392’sini (%47,4) 0-18 yaş arası çocuklar oluşturuyor. Yine aynı derneğe göre, bu Suriyelilerin büyük bir kısmı yani 530.234’ü İstanbul’da yaşıyor.
Bu yönüyle de İstanbul, Suriyeli mülteciler ve Türkiye toplumunun bir arada yaşama pratiği açısından çok önemli bir noktada duruyor.
“Bu farklı deneyime, ekonomik ve sosyal koşullara ait olan bu iki toplum yan yana nasıl yaşayacak?”, “Birlikte yaşama alışkanlığı gelişecek mi?”
Gazeteci Erdoğan bu soruların peşinden giderken bir fark yaratıyor. O da Suriyelilerin gündelik hayattaki deneyimlerini kendi kurdukları mekanlar üzerinden anlayıp, anlatmasıyla ilgili.
Kutuplaşmanın yükseldiği, mülteci düşmanlığının kışkırtıldığı bir dönemde kitap, çözüm odaklı barış diliyle, sadece akademinin değil mülteci meseleleriyle ilgilenen herkesin başvuru kaynağı niteliğinde.
Erdoğan, “Birlikte yaşamak için öncelikle gerçek anlamda bir karşılaşma hali lazım” diyor.
Emine Uçak Erdoğan, anlatıyor.
Kitap için ne kadar zaman çalıştınız?
Kitap, 2015-2016 yılları arasında yaptığım yüksek lisans tezinden oluştu.
Saha görüşmelerim yaklaşık 3 ay sürmüştü ama onun dışında da yıl boyunca Suriyelilerin düzenlediği farklı etkinlik, açtıkları mekanlara gittim.
İstanbul’da seçtiğiniz belli noktalar var. Fatih, Beyoğlu, Eyüp gibi… Burayı tercih etmenizin özel bir nedeni var mıydı?
O dönem Suriyelilerin İstanbul’da ağırlıklı olarak yaşadıkları yerlerden bazılarıydı bu ilçeler. Beyoğlu’nda özellikle kültürel etkinlikler gerçekleştiriliyordu. Fatih’teki yoğunluk halen sürüyor. Ama bunların dışında Esenler, Zeytinburnu, Sultanbeyli gibi ilçelerde de görüşmeler yaptım.
“Kabul pratiği”
Suriyelilerin ve genel olarak mültecilerin hedef gösterildiği bir dönemde bu kitap “empati”, “anlamak” gibi bir işlevi olduğunu düşündüm okurken. Siz bu anlamda ne düşünüyorsunuz?
Suriyeliler kitlesel olarak geldiklerinden beri çok çalışma yapıldı. Bunların büyük çoğunluğu ev sahibi toplumun algılarıyla ilgiliydi. Bu durum halen böyle yani Suriyeliler hakkındaki algılarımız, bakışımız haber konusu oluyor.
Onların ne düşündüklerini, kim olduklarını, nasıl çoğullukları, gündelik hayatları olduğunu bilmiyoruz. Tezi o yüzden Suriyelilerin gündelik hayatlarına, kurdukları mekanlara, birbirleriyle ve geldikleri yeni yerlerle ilişkilerine odaklanan bir konuda yapmak istemiştim.
Bakış açımızı, algılarımızı oluşturan bilgi aslında çok genel geçer bir bilgi, yani deneyimleme, tecrübe sonucu oluşan bir bilgi değil. Birlikte yaşamak için öncelikle gerçek anlamda bir karşılaşma hali lazım. Empati belki ondan sonra oluşabilir. Bu tez benim için bir anlama çabasıydı bunun hepimiz için ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Gerçek anlamda bir karşılaşma ve birlikte yaşama hali için gerekli bir tanışma girişimi diyelim. Kitapla ilgili sosyal medyadan yorumlarda ‘şimdi niye yazıldı bu kitap, Suriyelileri burada kalıcı kılmak için mi uğraşıyorsunuz’ gibi tepkiler vardı. 2016’da yapılan bir araştırmanın sonuçlarının bazılarının hiç değişmeyişi, halen ‘kabul’ pratiğinin gelişmemesi hepimiz için üzücü.
“Var olan köprüler yeterli değil”
Sizce Suriyeliler ve Türkiye toplumu arasında köprüye ihtiyaç var mı? Varsa bu köprüler nasıl kurulur?
TÜSES’in (Türkiye Sosyal Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı) Suriyeliler ilgili yaptığı araştırmada gündelik hayatta temasın arttığı durumlarda mültecilere yönelik karşıtlığın azaldığıyla ilgili bulgular var.
Yine bulgular bu temasın çok az olduğunu, iki toplumun aslında gündelik hayatta birbirine pek değmeden yaşadığını ortaya koyuyor. Zaten gündelik hayatta görünürlük arttığı zaman sorunlar yaşandığını sosyal medyadaki ırkçılığa varacak paylaşımlarda görüyoruz. Aynı şehirleri, mahalleri, sokakları paylaşıyoruz ama bir yandan da herkes kendi gettosunda. Tezi çalıştığım dönemde böyle köprü mekanlar vardı aslında. Bazı dernekler, kültür merkezi gibi çalışan kafeler, etkinlikler yapılıyordu. Halen de bazı oluşumlar var ama yeterli değil.
Belediyelerin kültürel etkinliklerde Suriyeli sanatçılara yer vermesi ilk adım olabilir gerçek anlamda bir karşılaşma hali için. Belediye Kanunu’ndaki 13. Madde aslında mültecilerle ilgili yardımın ötesinde birlikte yaşama pratiği açısından önemli bir işlev üstlenme şansı veriyor. Bazı belediyeler bunu çok iyi de yapıyor. Yerel toplumun Suriyelileri tüm çoğulluklarının yok sayıldığı ve indirgendiği ‘mülteci’ tanımlamasının dışında görmesinin kabul noktasında önemli olduğunu düşünüyorum.
Gelelim araştırmanızın sonuçlarına... Size konuşan Suriyeliler özel olarak mekânsallaşma açısından ne söyledi?
Suriyelilerin mekansallaşması daha çok restoran ve kafeler üzerinden oluyor. Bu tabi tesadüf değil dünyadaki diğer göç süreçlerinde de sıkça karşılaşılan bir durum.
Çünkü Nazife Şişman‟ın deyimiyle evlerini yanlarında götüremeyen göçmenlerin kültürel taşıyıcısı mutfak ve müziktir ve bu iki olgu taşınabilir bir tür vatandır.
Suriyelilerin İstanbul‟da kurduğu açtığı yemekle ilgili mekânlar kadar „yemek‟ olgusunun kendisi de bir “mekân” olarak değerlendirilebilir. Çünkü bu mekânlar içlerinde pişen yemekler kadar dekor ve tasarımlarıyla da Suriyelilerin kendilerini “vatan”larında ve “eskisi” gibi hissettikleri yerlerin başında geliyor.
Bildikleri bir tadı, aşina oldukları yüzlerle ve kendi dillerini rahatça konuşarak, etrafta “yabancı” hissettirecek bir bakış olmadan oldukları gibi davranabilecekleri mekânlardan söz ediyorum. Bu mekânları açan işletmeciler de uğraşlarını para kazanmak ya da fizyolojik ihtiyaçtan önce “Suriye’yi yaşatmak”, “kendi kültürünü yaşatmak” gibi sembollerle tarif etmektedirler. Bu işletmeciler mekân isimlerinden iç dekorasyonlarına kadar Suriye’deki eski mekânları yaşatmaya çalışıyorlar.
Restoranlar hem kurucusu hem de oraya müşteri olarak gelen Suriyeliler için yeni gündelik hayatlarında kendilerini “somut” olarak hissedebildikleri mekanlar oluyor. Kitapta yer alan görüşlerin büyük çoğunluğunda bu mekanların aidiyet duygusu üzerinde büyük etkisi olduğunu ortaya koyuyor gerek açanlar gerek yemek için gidenler arasında.
Bir de şöyle bir yön de var, bu restoranlar Suriyelilerin geçici de olsa kendilerini “vatanında” hissetme duygularına sağlasa da tekrar dış dünyaya çıkıldığında sarsıcı bir etkiye de sebep olabiliyor.
Arapça tabelaların artması ve Suriyelilerin şehirde daha görünür olması Suriyelilerce iki karşıt duyguyla değerlendiriliyor; “sevinç”, “korku”. Fatih’te bir restoran işleten 55 yaşındaki bir Suriyeli işletmeci şunu söylemişti: “Bazen rahatlık gibi hissediyorum. Çoğalırsak sıradanlaşırız, görülmeyiz diye ama bazen de korkuyorum. Bir zaman sonra bu artışlar tersine bir rahatsızlığa döner mi? Kendimizi bu kadar belli etmeli miyiz diye kendime sormadan edemiyorum.”
Tekrar vurgulamak gerekirse; İstanbul’da Suriye restoranları hem sahipleri hem de müşterileri için “oldukları gibi” davranabilecekleri ve kendilerini eski hayatlarındaki gibi hissedecekleri mekanlar olarak işlev görüyor.
Göçle gidilen ülke ve şehirlerde yemek üzerinden kurulan dayanışma ağları ve onun üzerinden diğer üst sınıflarla yapılan etkileşimler İstanbul’daki Suriyelilerin restoranları da için de gözlemlemek mümkün.
Özellikle iki mekânın adı geçiyor. Hamiş ve Pages.. Buralara dair gözlemlerinizi paylaşır mısınız?
Bunlar yukarıda sözünü ettiğiniz Köprü Mekanlar için iki örnek. Hamiş Suriyeli ve Türkiyeli entelektüellerin birlikte kurduğu bir dernekti o yıllarda epey önemli etkinlikler düzenliyordu. Pages, bir kitap kafe olarak kurulmuştu ama kültür merkezi gibi bir işlevi vardı. Ne yazık ki kapandı, sahipleri de yurt dışında. Yine Hamiş’i kuran Suriyeli yazar Yasin Haj Saleh de artık burada değil. Pages’te düzenlenen yine Hamiş’in düzenlediği bir çok etkinliğe katıldım gerçekten önemli mekanlar idi.
O dönem iki mekan da sadece fiziksel varlıklarıyla değil hissettirdikleriyle zihinsel ve bellek olarak da önemli bir işlev üstleniyordu. Saha araştırmam sırasında, görüşme yaptığım genç Suriyelilerden Fethullah’la Pages’e müzik dinletisine gitmiştik. Suriyelilerin açtığı restoranlar için mutluluk kelimesini kullanan Fethullah’ın, Pages kurduğu ilk sözcük gurur olmuştu. Suriyeli birinin İstanbul’da böyle entelektüel bir mekân kurmuş olmasına çok sevinmişti.
Suriye Kültür Evi’nin (Hamiş) kurucularından Şenay Özden derneğin kültürel karşılaşma için bir mekan işlevi görmesini amaçladıklarını söylemişti tam da öyle oluyordu. Keşke bu kurumların yaşayabilmesi için gerekli alt yapı sağlanabilseydi ve yeni kurumlar ortaya çıkabilseydi ama olamadı ne yazık ki.
Emine Uçak Erdoğan hakkındaİlköğretimi ve liseyi Şirvan’da tamamladı. 1990 yılında İstanbul İletişim Fakültesi’ni kazandı ve buradan 1994 yılında mezun oldu. Gazetecilik ve televizyonculuğun yanında uzun süre İhlas Haber Ajansı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi gibi çeşitli kurumlarda çalıştı. Sivil toplum alanında gönüllü ve profesyonel olarak bir çok kuruluş ve platformda yer aldı. Yüksek lisans eğitimini Medeniyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kültürel İncelemeler bölümünde, İstanbul’daki Suriyeliler: Gündelik Hayat ve Mekan isimli teziyle tamamladı. Yayımlanmış kitapları: “Çanakkale Savaşı'nda Kürt Civanlar”, Keje: Bir Gecede Büyümek ve Malan Barkirin (Özlem Yağız, D. Yıldız Amca ve Necla Saydam’la birlikte) |
(EMK/