Sermaye birikiminin eşzamanlı çok yönlülüğünün bir örneğini 2. Dünya Savaşı'na giden yıllarda, hatta savaş başladıktan sonraki yıllarda görebiliriz.
30 Kasım 1998 tarihli Washington Post'ta Michael Dobbs imzalı makaleden :
"Amerikan piyadeleri Haziran 1944'te Avrupa'ya çıktıklarında altlarında, tarihteki en büyük askeri programlardan birinde Büyük Üç motorlu araç şirketi tarafından üretilmiş cipler, kamyonlar, tanklar vardı. Düşmanın da Ford ve Opel (General Motors'un yüzde 100 hisseli iştiraki) kamyonlar, Opel ürünü savaş uçakları kullandığını keşfetmek ise bu askerler açısından tatsız bir sürpriz olmuştu (Chrysler'ın Almanya'nın yeniden silahlanmasında rolü çok daha azdı).
"ABD Ordusu Köln ve Berlin'deki Ford fabrikalarını kurtardığında, tanık askerlerin ifadelerine göre, dikenli tellerin ve "Führerin dehası"nı göklere çıkaran yayınların arkasında perişan yabancı işçiler buldular. Henry Schneider'in 5 Eylül 1945 tarihli ABD Ordu raporu, Ford'un Almanya bölümünü, Dearborn'daki kardeş şirketin 'rızası'yla 'en azından askeri araçlar alanında Nazizmin cephaneliği' olmakla itham ediyordu..
"Ford ve General Motors'un Nazi rejimiyle ilişkisi, Amerikan otomobil şirketlerinin kendi aralarında kârlı Alman pazarına giriş için rekabete tutuştuğu 1920'lere ve 1930'lara dayanıyordu. Hitler, Amerikan kitle üretim tekniklerinin hayranı ve Henry Ford'un kaleme aldığı antisemitik metinlerin sadık okuyucusuydu. 1933'de Almanya şansölyesi olmasından iki yıl önce bir Detroit News muhabirine, Amerikan otomobil üreticisinin büyük boy portresini neden masasının yanına yerleştirdiğini açıklarken, 'Henry Ford'u ilham kaynağım olarak görüyorum' demişti.
"Ford daha sonra antisemitik yazılar yazmayı bıraksa da Nazi Almanyası'nın hayranı olmaya devam edecek ve Amerika'yı yaklaşan savaşın dışında tutmaya çalışacaktı. Temmuz 1938'de, Avusturya'nın Almanya tarafından ilhak edilmesinden dört ay sonra, Nazi Almanyası'nın bir yabancıya verebileceği en değerli madalya olan 'Alman Kartalı Büyük Haçı'nı kabul edecekti. Bir sonraki ay da General Motors'un yöneticisi James Mooney'e 'Reich'a üstün hizmetleri'nden dolayı benzer bir madalya verilecekti."
Dobbs makalesinde, General Motors'un 1935'te Berlin yakınlarında "Blitz" kamyonlarını üretmek üzere bir fabrika kurmayı kabul ettiğini, bu kamyonların daha sonra Polonya, Fransa ve Sovyetler Birliği'ne yönelik fırtına ("blitzkreig") harekatlarında kullanıldığını, Ford'un ise GM/Opel'in ardından Alman ordusunun ikinci kamyon üreticisi olduğunu (ABD Ordu raporlarına göre) hatırlatıyordu. Ayrıca, Schneider raporuna göre Amerikan şirketleri Almanya'ya başta lastik olmak üzere stratejik mal sağlıyordu.
1930'larda küresel bir olanak: Köle emeği
6 Nisan 1939'da General Motors Başkanı Alfred P. Sloan bir şirket ortağına şöyle yazmıştı:
"Nazi Almanyası'nın iç meseleleri General Motors yönetiminin işi olarak görülmemelidir. Almanya'da kendimizi bir Alman kuruluşu olarak kabul etmeliyiz. Fabrikayı kapatmaya hiç hakkımız yok."
Sloan'ın sözleri şöyle de ifade edilebilir: "Sermayenin devleti, sermaye birikiminin sürdüğü pazarın devletidir."
Ford, GM ve Chrysler'ın Almanya'daki operasyonlarıyla küreselleşmeci eğilimler sergilediği yıllarda, ABD'de gümrük duvarları ve sübvansiyonların korumasında, devlet istihdamının desteklediği tüketimle ve sonunda savaş ekonomisine geçişle sermaye birikimini sürdürebilen Amerikan şirketleri de ulusalcı eğilimin kaynağını oluşturuyordu. (1)
Çoğunluğun aksine dış pazarlarda kâr ve birikim peşinde koşmaya devam eden Amerikan şirketleri açısından Almanya'daki faaliyetlerde köle çalıştırmak gibi benzersiz bir avantaj da söz konusuydu. Köle çalıştıran yüzlerce şirket arasında, AEG, Agfa, Bayer, BMW, Bosch (iştiraki Trillke-Werke), Brown und Boveri, Buderus, Daimler-Benz, Henkel, Hoechst, Knorr, Krupp, Löwenbrau, Mannesmann, Merck, Siemens, Telefunken, Thyssen gibi Alman şirketlerinin yanı sıra Amerikan şirketleri de bulunuyordu.
Polonya yetkilileri 19 Ağustos 1999'da yaptıkları bir açıklamada Auschwitz'le bağlantılı 500 şirket arasında Ford'un da bulunduğunu bildirdi. Aralık 1999'da ise, içlerinde Siemens ve Volkswagen gibi Alman şirketleri ile General Motors ve Ford gibi Amerikan şirketlerinin bulunduğu bir dizi şirkete açılan davalarla ilgili olarak toplam 5.14 milyar dolar tazminat ödenmesi için anlaşmaya varıldığı duyuruluyordu. Böylece hayatta kalmayı başaranlardan "köle olarak çalıştırılanlar" 8,000 dolar, "zorla çalıştırılanlar" 3,000 dolar tazminat alabilecekti.
Mart 2001'de ise Alman hükümeti ve Alman şirketlerinin eşit oranlarda katkıda bulunacağı tazminat fonunun denkleştirilemediği açıklandı. Sayısı bir milyon olarak tahmin edilen "eski köleler"e tazminatların ne zaman ödeneceği belirsizdi.
Hyde Park'ta, "ulus"un yanında
İki büyük savaş arası dönemde başka yerlerde sermaye birikimlerinin yönüne, mesela İngiltere'deki kömür madenlerinin durumuna baktığımızda ne görürüz?
Önce Keith Laybourn'un The General Strike, Day by Day'inden 1. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki "makroekonomik" şartlar:
"Savaş sonrası hükümetleri altın standardına dönmeye kararlıydı. Cunliffe Commitee on Currency and Foreign Exchange (1918) pound'un savaş öncesi dolar paritesine gelecek biçimde güçlendirilmesini ve yedi yıl içinde İngiltere'nin tekrar altın standardına getirilmesini -1925'te gerçekleşti- savunuyordu. Bütçenin dengelenmesi, para basımının sınırlandırılması ve düzenli Ulusal Borç ödemesi gibi bir dizi önlem de gündemdeydi. Bütün bunların sonucu deflasyon, işsizliğin artması, maliyetlerin azaltılması ve ücret düzeylerinin düşürülmesi olmuştu." (2)
Aynı dönem için bir başka kaynaktan: Maden işçileri arasında işsizlik Nisan 1924'teki yüzde 2'den Ocak 1925'te yüzde 12.5'e, Ağustos 1925'te yüzde 28.5'e çıkmıştı... İngiliz kömürüne dış talepteki azalma güney Galler'deki madenleri, bu madenler ihracata bağımlı olduğundan, diğer madenlerden daha fazla vurmuştu. Talepteki azalma, başka ülkelerde kömür üretiminin artması, petrole kayış, sterlinin yüksek değişim değeri, Güney Amerika pazarlarının ABD tarafından ele geçirilmesi, İngiliz üretiminin modern olmayışı ve Almanya'nın savaş borçlarını kömür olarak ödemesi nedeniyle Avrupa pazarlarının kaybedilmesinden kaynaklanıyordu."
1925'te maden sahiplerinin ücretleri düşürme kararına karşı, dokuz ay süren bir devlet sübvansiyonunun (düşürülen ücretlerin eski düzeyde ödenmeye devam etmesi için devletin farkı sınırlı bir süre için finanse etmesi) bitiminde, madenlerde grev kararı alınıyordu. İngiltere işçi sendikaları konfederasyonu TUC (Trade Unions Conference) maden işçilerinin grevinin ülke çapında desteklenmesi kararını alacak ve 3 Mayıs 1926'da Daily Mail gazetesindeki iş bırakmanın ardından 4 Mayıs'ta tarihteki en büyük ve en etkili dayanışma grevlerinden biri başlayacaktı. Dokuz gün sürecek genel greve bazı kaynaklara göre 1,500,000-1,750,000 (Laybourn), bazılarına göre daha fazla işçi katılacaktı.
Bu genel grev sırasında maden sahipleri ile devletin ulusalcı eğilimlerde ("İngiltere'nin çıkarları") bütünleştiği görülebilir. 6 Mayıs 1926'da İngiltere Başbakanı Stanley Baldwin radyoda (BBC) yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
"Anayasal Hükümet saldırı altındadır. Bu şartlar nedeniyle geçim kaynağı ve emeği tehlikeye atılmış olan tüm iyi vatandaşlar, bir anda karşılarına çıkan bu güçlüğe metanet ve sabırla dayanmalıdır. Bu adalarda yaşayan insanların özgürlüklerini ve haklarını [privileges] korumak için alınan önlemlere katılacağınızdan emin olan ve payına düşeni yapan Hükümet'in arkasında durun. İngiltere'nin kanunları insanların doğuştan hakkıdır. Kanunlar sizin korumanızdadır. Siz Parlamento'yu bu kanunların bekçisi yaptınız. Genel Grev Parlamento'ya meydan okuma, anarşiye ve mahva giden yoldur." (3)
Erkek çocukların 14 yaşından itibaren madende çalıştırılmasının yasal olduğu İngiltere'de sadece 1922-1924 arasında "kanunlara doğuştan hakkı bulunan" 597 bin maden işçisi iş kazalarında yaralanmıştı. Her beş saatte bir maden işçisi iş kazasında hayatını kaybediyor, her gün ortalama 850 maden işçisi kazalarda yaralanıyordu. Madencilerin aldığı ücret, örneğin Lancashire'de günde dokuz şilindi.
Genel grev sırasında bir yanda Hyde Park'ta kurulan gıda ve dağıtım merkezinde orta sınıf ve aristokrasi mensubu kadınlar gönüllü çalışırken, diğer yanda İngiliz faşistleri ("National Fascisti") "Bolşevik oyunu" olarak nitelendirdikleri greve karşı İngiliz hükümetine canla başla destek veriyordu. Lady Mary Ashley-Cooper ve Lady Carmichael-Anstruther gibi sosyete simaları patates soyarken fotoğraf çektirirken, üniversite öğrencisi gönüllüler kısa eğitimlerin ardından otobüs şoförlüğü, liman işçiliği, makinistlik, vs. yapıyordu. Genel grev sırasında hükümetteki "şahinler"den biri olan ve Hollanda'dan getirtilen 450 ton kağıtla çıkarılan British Gazette'in (hükümet propagandası) editörlüğünü üstlenen, 1920'ler ve 1930'lardaki korumacı devlet politikalarının baş aktörlerinden Winston Churchill, çok geçmeden (1941) ABD Başkanı Franklin Roosevelt'le (korumacılığın baş mimarı) " Atlantik Anlaşması "nı imzalayarak küreselleşme seferinde kaptan köşküne oturacaktı.
Hem ulusalcı, hem küreselleşmeci Potter
Biraz daha geriye gidersek, 24 Mart 1863'te The Times'da yayınlanan mektubunda Manchester Ticaret Odası eski başkanı Edmund Potter'ın ulusalcı feryatlarına tanık olabiliriz. Özetle, emeğin serbest dolaşımı ihtimali karşısında düpedüz fenalık geçirdiği mektubunda kullandığı üsluptan belli olan Potter, pamuklu dokuma işçilerinin başka bir ülkeye göç etmesinin engellenmesi için beş-altı milyon sterline kıyıp geçici iş olanakları ("moral işyerleri") yaratmayı önermektedir.
O günlerde Avam Kamarası'nda "imalatçıların manifestosu" olarak adlandırılan mektubunda Potter şöyle der:
"Ona, pamuklu işçisi sayısının çok fazla olduğunu ve belki üçte bir azaltılması gerektiğini söyleyebilirler... Geriye kalan üçte iki açısından sağlıklı bir talep olacağını... Kamuoyu kanaati göçü destekliyor... İşveren emek gücünün yerinden edilmesini isteyemez; bunun hem yanlış olduğunu, hem de adil olmadığını düşünebilir... Ama eğer kamu fonları göçü desteklemeye tahsis edilecekse, konuşmaya ve belki protesto etmeye hakkı vardır...
Burada şunu soruyorum: Bu iş, korumaya değer mi? Makineler eldeyken, bundan ayrılmayı düşünmek çılgınlıkların en büyüğü değil mi? Bence öyle. İşçilerin mülk olmadığını, Lancashire'in ve işverenlerin mülkü olmadığını kabul ediyorum, ama onlar her ikisinin de gücüdür; onlar, bir nesil yeri doldurulamayacak zihinsel ve eğitimli güçtür; çalıştıkları makineler ise 12 ayda kârlı biçimde değiştirilebilir, yenilenebilir... Emek gücünün göç etmesini teşvik etmek ya da buna izin vermek... Ya kapitalist ne olacak? İşçilerin kaymak tabakasını al, sabit sermaye büyük ölçüde değer yitirecektir... Döner sermaye kısıtlı miktarda düşük nitelikli emekle uğraşamaz... Bunun işçilerin arzusu olduğu söyleniyor. Öyle olması çok doğal. Emek gücünü alarak, ücret harcamalarını azaltarak pamuklu ticaretini beşte bir ya da diyelim beş milyona indirerek küçült, daralt; o zaman üstteki sınıfa ne olacak? Küçük esnafa? Kiralar, ev kiraları ne olacak? Etkilerin izini yukarı doğru sür; küçük çitçiye, daha iyi halli ev sahibine, toprak sahibine doğru... Ve ülkenin tüm sınıfları açısından, en iyi üretici nüfusunu ihraç ederek ve en verimli sermayesinin ve zenginliğinin değerini yok ederek ulusu güçten düşürmekten daha ölümcül bir öneri olabilir mi söyle." (4)
Potter mektubunda pamuklu ticaretinin ne kadar yararlı olduğunu, nasıl İrlanda'daki ve kırsal kesimdeki fazla nüfusu çektiğini, ne kadar büyük ölçekli bir iş olduğunu ve 1860 yılında İngiltere'nin toplam ihracatının nasıl 5/13'ünü oluşturduğunu da belirttikten sonra, birkaç yıla kadar pazarın genişlemesiyle, özellikle Hindistan pazarının genişlemesiyle işin gene büyüyeceğini vurguluyordu. O an için Potter, emek dolaşımına yaklaşımıyla ulusalcı, mal dolaşımına yaklaşımıyla küreselleşmeciydi.
Potter'ın önerisinin yankı bulduğunu, göçün engellendiğini ve pamuklu dokuma işçilerinin "moral işyerleri"ne kapatıldığını da aynı kaynaktan öğreniyoruz.
Küresel istikrar arayışının 21. yüzyıldaki öncüleri
20. yüzyıl sonunda ise, istikrarlı bir küreselleşmenin formülünü, uzmanlardan oluşan bir ekibin en başında iki oyuncunun aradığını görürüz. Bunlardan biri, bir devletin askeri gücünü temsil etmektedir; diğeri ise başta o devlet olmak üzere çeşitli ulus devlet borçlarının piyasalarda alım satımını.
Mayıs 2000'de ABD'de yayınlanan Asya Enerji Piyasaları raporundan okuyoruz:
"Askeri ve ekonomik dünyalar arasındaki ying-yang ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz? Önce istikrardan bahsediyoruz, ki bu askeri güvenlikten geliyor; sonra da şeffaflıktan söz ediyoruz, ki bu da, serbest pazarlar için hem bir ihtiyaç, hem de onun doğurduğu bir şey. Bu iki ayak, 'Küreselleşme Çağı'nı tanımlayan küresel kurallar setinin temelini oluşturuyor. Bu iki ayağın arasında ABD, açık bir biçimde, hayati bir rol oynamaktadır: ABD Hükümeti, ABD askeri gücü aracılığıyla ve dünyanın yegâne askeri süper gücü olarak sahip olduğu Leviathan konumuyla, sistemin istikrarı açısından aslan payını sağlayandır."
Devam ediyoruz:
"ABD askeri gücünü Asya'dan çıkarırsanız, ABD'nin Leviathan'ı oynama yeteneğini sorguluyor ve dolayısıyla tüm gelişmenin dayanağı olan güvenliği tehdit ediyorsunuz demektir. Şu anda ABD, Asya'nın güvenliği açısından aslan payını sağlamaktadır. Bu, birçok bakımdan, bölgeye en temel ihracatımızdır."
"Askeri güvenlikten gelen istikrar" ve "serbest pazarların hem ihtiyacı hem de doğurduğu şey olan şeffaflık" ayakları üzerinde yükselen "küresel kurallar seti"ni ele alan raporun hazırlanmasında öncü rol oynayan iki kuruluş, ABD Deniz Harp Akademisi ve Cantor Fitzgerald şirketiydi. Raporun altındaki 24 imza arasında ise askerler, National Intelligence Council ve National Security Council'dan uzmanlar, ABD Enerji Bakanlığı uzmanları ve akademisyenler bulunuyordu.
Cantor Fitzgerald, raporun hazırlandığı tarih itibarıyla dünyanın en büyük Amerikan devlet tahvili, Eurobond ve diğer devlet borçları aracısı olan şirket, bugün de, arada yaşananlara (5) rağmen, devlet borçları pazarındaki güçlü konumunu sürdürüyor.
"Dünya ekonomisi" ve "ulusal güvenlik tanımları"
Son revizyonu Nisan 2001'de, 11 Eylül saldırılarından beş ay kadar önce yapılan Asya Enerji Piyasaları raporu eşliğinde ele alındığında, George W. Bush'un 17 Ekim 2001 tarihli konuşmasında altını çizdiği terörle savaş-dünya ticareti ilişkisi ("teröristleri, dünya ticaretini genişleterek, teşvik ederek yenilgiye uğratacağız") daha anlamlı görünebilir.
Asya Enerji Piyasaları raporunun girişinde ortaya koyulan tarihsel perspektife bakalım:
"Soğuk Savaş boyunca uluslararası ilişkileri karakterize eden küresel kurallar setinin kökleri 1930'ların sistemik gerilimlerinde -yani Büyük Bunalım ve Avrupa'da faşizmin yükselişinde- yatmaktadır. Bu ikiz gelişme karşı koyulamaz bir biçimde İkinci Dünya Savaşı'na yol açmış ve bu savaştan da, '1. Küreselleşme'nin (kabaca 1870-1929 arası) oluşturduğu küresel ekonomik bağlılıkları [connectivity] büyük ölçüde tahrip eden türde bir ekonomik korumacılığa girilmesine uluslararası camianın 'bir daha asla' izin vermeyeceği umudu doğmuştur.
Batı'nın bu 'bir daha asla' ruhunu temel alan savaş sonrası büyük güçleri, ABD'nin önderliğinde, 1930'ların deneyimlerini yeni bir küresel kurallar seti yaratarak 'dışarıda tutma'ya ['firewall off'] çalışmıştır; bu küresel setin temel özelliklerini Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması [General Agreement on Trade and Tariffs], Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar temsil etmekteydi.
Yeni küresel set, ikinci büyük ekonomik küreselleşme dönemini doğurmuş, küresel bir ağ oluşturan 'Yeni Ekonomi'yi yaratmıştır. Yeni Ekonomi dünyaya yayıldıkça ciddi ölçüde 'artan acılar' çekilmiş (Meksika '94, Asya '97-'98, Rusya '98, Brezilya '98-'99) ve bu, bazılarının, savaş sonrası kurallar setinin 21. yüzyıla uygun olup olmadığını sorgulamasına yol açmıştır. Başka bir deyişle, ulusal ekonomiler enformasyon teknolojileri güdümlü Yeni Ekonomi'yle giderek daha fazla bütünleşirken, yeni bir küresel mali mimarinin gerekip gerekmediğine, eğer gerekiyorsa bunun ne tür şeyler gerektirebileceğine ilişkin meşru sorular yöneltilmiştir.
Böyle bir yeni mali kurallar seti ile ilgili olarak ekonomistler tarafından son zamanlarda ortaya atılan fikirlerin herhangi birine odaklanmayan projemizin dayanak noktası, içinde bulunduğumuz dönemde dünya ekonomisinde büyük değişimler olacağı ve bu değişimlerin ister istemez ulusal güvenlik tanımlarımızı değiştireceğidir."
Raporda daha sonra, İran Körfezi petrolü-Asya ilişkisi üzerine şu veriler sıralanıyordu:
"2000 yılında, İran Körfezi petrolünün yaklaşık yüzde 63'ü Asya'ya, yüzde 24'ü ise ABD ve Batı Avrupa'ya ihraç edilmiş olacak. Kısacası, Körfez petrolü aslında Asya'nın petrolü haline gelmiş durumda; genel olarak sanıldığı gibi Batı'nın değil. Bu yüzden, Asya, Körfez petrolüne bağımlı olduğu gibi, Körfez de Asya'ya bağımlı. Stratejik önemi giderek artan bu ilişkide, Asya'nın Orta Doğu'daki istikrara endeksli çıkarları ile OPEC'in Asya'nın kesintisiz ekonomik gelişmesine endeksli çıkarları karşılıklı olarak önem kazanıyor..."
20 yıllık projeksiyon ise şöyleydi: Çin'in enerji talebi 2020'de 2000'e göre yüzde 163, Hindistan'ın talebi yüzde 103 artmış olacak. Japonya için böyle olağanüstü bir talep patlaması beklenmiyor, ama o da daha az nükleer enerji, daha çok doğal gaz kullanmanın yolunu bulmak zorunda kalacak. Orta Doğu-Asya (Çin ve Hindistan) ilişkisinin 2020'ye kadar iyice güçlenmesi ve Asya'nın Orta Doğu açısından son derece öncelikli bir pazar haline gelmesi güçlü bir olasılık olarak görünüyor.
Irak işgali: "Küreselleşmeyi gerçekten küresel hale getirmek"
Asya Enerji Piyasaları raporunun altında "Decision Strategies Department" (ABD Deniz Harp Akademisi bünyesindeki "Karar Stratejileri Bölümü") adlı kuruluşun "stratejik araştırmacı"larından beşinin imzası vardı. Bu beş kişiden biri olan Dr. Thomas P.M. Barnett, "proje direktörü" sıfatıyla öne çıkıyordu. Barnett'ın üç yıl sonra, Mayıs 2003 tarihli The Global Transaction Strategy başlıklı makalede "Orta Doğu'nun güvenliği" ile ABD'nin refahı arasında artık kesin bir bağ kurduğunu görüyoruz:
"ABD Orta Doğu'dan Asya'ya sorunsuz enerji akışını sağlamalıdır, çünkü Asya küresel işlemlerimizde [transactions] çok önemli bir ortaktır. Çin ve Japonya, ticaret açığımızın en büyük iki kaynağıdır; Japonya uzun süredir de devlet borcumuzun baş alıcısı konumundadır. Dünya Ticaret Örgütü'nün ilkeleri çerçevesinde kapılarını açtığında Çin iç pazarı ihracatımız açısından en büyük fırsat olabilir. Bu arada Hindistan da dünyadaki yazılımın yarısını sağlamaktadır. Sonuç olarak, Orta Doğu'ya güvenlik ihraç ettiğimizde koruduğumuz şey, belki petrolümüz değil ama kesinlikle refahımız olacaktır."
Amerikan devletini doğrudan besleyen bir stratejist olarak Barnett açısından üç yıl içinde Orta Doğu'nun önemi "küresel istikrar" ya da "istikrarlı küreselleşme"den "ABD'nin refahı"na gelmişti. Barnett durmadan "küreselleşme"nin altını çizmeyi de ihmal etmiyordu, ama artık üç yıl önceki mesafeli, soğukkanlı duruşun yerini çok daha kaba yaklaşımlar almıştı. Makalenin daha başında olduğu gibi: "Irak'ın Özgürlüğü Operasyonu daha büyük bir hedefe doğru ilk adım olabilir: Gerçek küreselleşme."
Bush'un terörle savaş-dünya ticareti ilişkisini gündeme getiren söyleminin açılımını bu makalede tam olarak görüyoruz; Irak işgali sonrası artık "teröristler"in yanına "kanun dışı rejimler" de eklemlenmiş olarak:
"Saddam Hüseyin'in kanun dışı rejimi, küreselleşen dünyadan, bu dünyanın kurallar setinden, normlarından, ülkeleri karşılıklı bağımlılıkla bütünleştiren bağlardan tehlikeli bir biçimde kopuktu. Bu farkı anlamak, ABD sadece küresel terörizme savaş açmakla kalmayıp aynı zamanda küreselleşmeyi gerçekten küresel hale getirmeye çalıştığından, önümüzdeki görevleri anlamak açısından hayati önemdedir."
"Küreselleşme derinleşip yayıldıkça esas olarak iki grup devlet birbirine karşı konumlanmaktadır: Bunların biri, kendilerini iç düzenlemelerle beliren küresel kural setiyle aynı safa yerleştirmeye çalışan ülkelerdir (ileri Batı demokrasileri, Vladimir Putin'in Rusyası, Asya'nın gelişen ekonomileri); diğeri ise, ya politik/kültürel katılık nedeniyle (Orta Doğu) ya da sürüp giden umut kırıcı yoksulluk nedeniyle (Orta Asya'nın büyük bölümü, Afrika, Orta Amerika) bu tür iç düzenlemeleri reddeden -ve küreselleşmeden büyük ölçüde 'kopuk' ülkelerdir. [Yazarlar] ilk grubu küreselleşmede 'İşlevsel Çekirdek' ['Functioning Core'] olarak adlandırırken, ikinci grubu 'Entegre Olmayan Aralık' ['Non-Integrating Gap'] olarak adlandırmaktadır."
"ABD Çekirdek'in hem ekonomik hem de politik-askeri önderi olarak kabul edilse de, 11 Eylül saldırıları terörizme karşı savaşı tetikleyene kadar dış politikamız küreselleşmeyle ilgili olarak pek fazla vizyon birliği yansıtmıyordu. Küreselleşme daha çok, ülke içinde ve dışında serbest ticareti destekleyen gümrük tarifesi indirimlerini ve kuralları savunan ABD hükümetinin iş dünyasına havale ettiği, büyük ölçüde ekonomik bir mesele olarak ele alınıyordu. Küreselleşme ABD güvenlik camiası açısından sadece, kitle imha silahlarının çoğalmasına yol açtığı çerçevede ve bazı ulus ötesi şeytani oyuncuların eylemleri çerçevesinde endişe vericiydi."
"11 Eylül'le küresel sistemin rahatsızlığının tetiklenmesi, bir yandan küreselleşmenin hem sınırları hem de risklerinin, diğer yandan da bu ülkenin [ABD'nin] söz konusu tarihî süreçteki mevcut ve müstakbel 'sistem yöneticisi' rolünün ön plana çıkmasını sağlamıştır. Örneğin son 20 yılda ABD askeri müdahalelerinin yüzde 95'i 'Entegre Olmayan Aralık'ta meydana gelmiştir. Yani, küreselleşmeye ayak uydurmada zorluk çeken ya da küreselleşmeden yarar sağlamayan bölgelere güvenlik 'ihraç etme' eğiliminde olduk."
"Bu önderlik rolümüzün yerine getirilmesi, bizim açımızdan, 'İşlevsel Çekirdek' ile 'Aralık' arasındaki hayati işlemlere [transactions] ilişkin yeni bir anlayış gerektirecektir.."
Bir devlet mamulü olarak küreselleşme
Barnett ve arkadaşlarının -ABD Deniz Harp Akademisi ve Cantor Fitzgerald'ı da içine alan- çalışmalarının, 2000 öncesi ve sonrasında yapılan değerlendirmelerin, "gerçek küreselleşme"nin dinamiklerine (işgaller) ilişkin keşiflerin, şunu ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Sermaye birikiminin eşzamanlı çift yönlülüğü, aynı zamanda devletin ve "stratejik araştırmacı" sınıfı devlet memurlarının ev ödevidir.
Bir taraftan küreselleşme yönünde, sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayacak şartların oluşturulması gerekiyor. Bu çerçevede hem iç pazar (emek, stratejik madde, dayanıklı-dayanıksız tüketim malları ve hizmet: tüm meta pazarları) merkezli sermaye gruplarının, hem de dış pazar merkezli grupların karşılaştığı sorunların bertaraf edilmesi gerekiyor.
Korumacı politikalardan vazgeçilemese de, bu politikaların günümüzde 1930'lara göre daha az zemine sahip olduğu, daha kısıtlı uygulanabileceği ortada. 1930'larda "1. Küreselleşme"nin son dalgalarına tutunmaya çalışan şirketlerden kat kat fazlası bugün "2. Küreselleşme"nin giderek büyüyen dalgalarının üzerinde sörf yapmanın tadını çıkarıyor.
1930'larda ancak bir dizi Amerikan şirketi (Ford, GM, Chrysler) küreselleşmenin "köle emeği" nimetinden yararlanıyordu. Bugün ise düşük maliyetli emek nimetinden yararlanmak için Asya, Latin Amerika, Doğu Avrupa ülkelerine koşan sermaye açısından alternatif bir birikim ve kârlılık fırsatı görülmüyor. Ne de 1930'larda bugünkü uluslararası mali esnekliğin, bu arada mesela offshore olanaklarının binde biri olduğu söylenebilir.
Ama korumacı ya da ulusalcı politikalar da, tümüyle rafa kaldırılmak bir yana, "gerçek küreselleşme"ye ulaşmada zorluklarla karşılaşıldığı ölçüde gündeme daha çok geliyor. 1930'ların "sistemik gerilimi"nin dünyadaki gelişmelere bir kez daha damgasını bastığını son beş yılda yaşananlara bakarak görebiliriz. Büyük Bunalım ölçeğinde bir uluslararası bunalım yaşanmıyor da olsa, dünya ticaretinde 1930'lardaki gibi bir çakılma yaşanmıyor da olsa...
Giderek yoğunlaşan korumacı politikaların seyrine bakalım; ama önce küreselleşme üzerine bir not:
Sermaye birikiminin sürekliliğini temsil eden bir devlet açısından küreselleşmenin analiz edilecek bir olgu değil, yön verilmesi gereken, belirli bir "kurallar seti" çerçevesinde yaratılması gereken bir mamül ("gerçek kürselleşme") olduğunu söyleyebiliriz. Barnett ve diğerlerinin büyük katkıda bulunduğu ideoloji geliştirme çalışmaları, sadece uygulamaları gerekçelendirici değil, ekonomik, politik ve askeri uygulamalara yön verici çalışmalardır. Korumacı politikalara göz attıktan sonra bunun örneklerine de bakacağız.
Korumacılığın yükselişi
ABD'de 1995 yılında 7.2 milyar doların biraz üstüne olan tarım sübvansiyonu 2003 yılında yaklaşık 16.5 milyar dolara ulaşmış durumda. 1995-2003 arası tarıma yönelik devlet sübvansiyonları toplam 131 milyar doların üzerinde. ABD'nin 2002'de sadece pamuktaki sübvansiyonu 3.4 milyar doları buluyor, ki bu tutar Afrika'nın güneyindeki ("sub-Saharan") ülkelere (Burkina Faso, Benin, Çad gibi ükelerde pamuk birinci ihraç malı) yönelik Amerikan dış yardımının iki katı.
Bu arada ABD'de sübvansiyonların kime ne yarar sağladığına bakıyoruz: Çiftliklerin yüzde 67'si, -yetiştirdikleri ürünler sübvanse edilen ürünlere dahil olmadığından- devlet sübvansiyonundan yararlanamıyor. Geriye kalan üçte birlik bölümün de yüzde 10'u (Amerikan çiftliklerinin yüzde 3.3'ü) ödemelerin yüzde 52'sini alıyor.
Tarım sübvansiyonları ABD'ye özgü değil. 2003 yılında AB'de tarım sübvansiyonu 30 milyar doları buluyor. AB içinde sübvansiyonların yüzde 40'ı doğrudan Brüksel tarafından ödenirken, çiftliklerin yüzde 2'si -aşağı yukarı ABD'deki dengesizliğe denk düşen bir biçimde- sübvansiyonların yüzde 24'ünü alıyor.
23 Mart 2005 tarihli bir Guardian haberine göre, İngiltere'deki yıllık 1.7 milyar sterlin tutarındaki tarım sübvansiyonundan sadece gıda girdileri devi Tate and Lyle 120 milyon sterlin (yüzde 7) pay almış durumda. Aynı haberde, Avrupa Birliği'nin şekerde yüzde 300'lük sübvansiyon uyguladığı (1 euro'luk şekeri ihraç edebilmek için 3.30 euro sübvansiyon), şekerin bir pound'unun maliyetinin Avrupa'da 25 cent, Hindistan'da 8 cent, Malawi'de 5.5 cent olduğu da belirtiliyor.
Dünya çelik savaşındaki duruma daha önce bakmıştık. Kısaca hatırlatalım: Mart 2002'de ABD'de ithal çeliğe uygulanan gümrük tarifeleri yükseltiliyor. Dünya Ticaret Örgütü'nün ABD aleyhindeki kararının ardından Mayıs 2003'te tarifeler indiriliyor (aradan geçen sürede fiilen yüksek tarife uygulaması). Nisan 2005'te ise tarifelerin beş yıl daha korunmasına karar veriliyor.
Tekstilde 1 Ocak 2005 itibarıyla kotaların kaldırılmasından sonra ne oluyor?
ABD'de "The Committee for the Implementation of Textile Agreements" (CITA) 13 Mayıs 2005 tarihli açıklamasıyla, pamuklu gömlek ve bluz, pamuklu pantolon, pamuklu ve triko iç giyim kategorilerinde Çin'den yapılan ithalatın pazarda bozulmaya (disruption) yol açtığını ve söz konusu durumun bu ürünlerde ticaretin düzenli gelişimini tehdit ettiğini bildirdi . ABD Ticaret Bakanı Carlos Gutierrez bu açıklamanın ardından, "Ticaretin kotasız bir ortamda düzenli gelişimi için Çinlilerle görüşüp bir çözüm bulmaya çalışacağız" diyordu.
ABD'de çelik ve tekstil sektörlerine yönelik korumacılığın, imalatta birim emek maliyetlerinin giderek azaldığı bir süreçte (1990-2003) yoğunlaşıyor olması da dikkat çekici. ABD'de birim emek maliyetleri, 1979-2003 arasında yüzde 0.7'lik değişimle, Norveç (3.5), İngiltere (2.7), Almanya (2.6), İtalya (2.5), Japonya (2.3), Danimarka (2.2),Tayvan (2.1), Kanada (1.5) ve Hollanda'dan (1.3) daha az, İsveç (-0.5), Belçika (0.1) ve Fransa'dan (0.3) daha fazla artmış durumda. (6)
Korumacılık yükselirken "gerçek küreselleşme" yönünde neler yapılıyor?
ABD'den "dünya ticareti"ne takoz girişimleri
ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice 16 Mart 2005 günü Hindistan'da gazetecilere şöyle diyordu: "İran'la ilgili düşüncelerimiz ne zamandır gayet iyi biliniyor; İran'la Hindistan arasındaki doğal gaz boru hattı işbirliği konusundaki endişelerimizi Hindistan hükümetine ilettik."
Ama aynı günlerde Hindistan Dışişleri Bakanı Natwar Singh projeyle ilgili Amerikan itirazlarını reddediyor ve gazetecilere, boru hattının Hindistan'ın büyüyen enerji talebi açısından gerekli olduğunu söylüyordu. Singh bu arada Hindistan-İran ilişkilerindeki mevcut durumu savunmayı da ihmal etmiyordu: "İran'la herhangi bir sorunumuz yok."
Hindistan televizyonu NDTV'deki bir röportajda ise Rice, Washington'un, Hindistan'ın hızla artan enerji ihtiyacına cevap verecek çözümleri -askeri olmayan nükleer enerji de dahil- ele almaya istekli olduğunu söylüyordu.
Rice Hindistan'da ayrıca ABD ile Hindistan arasındaki F-16 görüşmelerini (2005-2010 arasında 126 yeni savaş uçağı almayı planlayan Hindistan'ın incelediği modeller arasında Fransız ve İsveç yapımı uçakların yanı sıra Amerikan yapımı F-16'lar da var) teyit etmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher ise, Rice'ın Hindistan'ın ardından ziyaret ettiği İslamabad'da olası F-16 anlaşmasını bir de Pakistan'ın savunma ihtiyaçları açısından ele aldığını söylüyordu.
Hindistan ve İran tarafından geliştirilen 4 milyar dolarlık dev doğal gaz boru hattı projesi, "dünya ticaretini genişleterek, teşvik ederek yenilgiye uğratacağız" diyen Başkan Bush ya da "ülkeleri karşılıklı bağımlılıkla bütünleştiren bağlar"ın stratejik öneminden söz eden Dr. Barnett'in temsil ettiği devlet için neden engellenmesi gereken bir şeydir?
Hindistan-İran ticari ilişkilerine Washington'un yaklaşımı şunun ifadesidir: "Dünya ticaretinin bir bölümü, küreselleşmenin bir bölümü, zararlıdır."
Hemen şu sorular sorulursa sermaye birikiminin çok yönlülüğü ve bunun devletle olan ilişkisini anlama yolunda ilerleyebiliriz: Neden zararlıdır? Kim için zararlıdır? Ek olarak da şu soru: 1998'de nükleer silah denemeleri yapan iki ülkeye (Hindistan ve Pakistan) ABD tarafından yaptırım uygulanmasının ardından, Hindistan'a -ve bazı raporlara göre aynı zamanda Pakistan'a- satılması gündemde olan F-16'lar, kitle imha silahları mücadelesi ve küresel istikrar açısından ne ifade etmektedir?
Sırada, ABD'nin dünya ticaretine küresel egemenliğini tehdit eden zaman ve yerlerde takoz koyma girişimlerinden ve savaş tüccarlığından belki daha da vahim bir şey var.
"Onların kaybedeceği şeyler daha fazla"
13 Mayıs 2005'te Reuters şu haberi geçti:
"Pekin'in esnek kura geçmesini istediklerini açıkça ortaya koyduklarını söyleyen ABD Maliye Bakanı John Snow, yuanı dalgalanmaya bırakması konusunda Çin'e bir kez daha baskı yaptı. Snow CNBC'deki röportajda, 'Şimdi zamanı ve harekete geçtiklerini görmek için sabırsızlanıyoruz' dedi. 'Bu o devleti ilgilendiren bir karar, ama şimdi harekete geçmelerini istediğimizi biliyorlar.'"
Eski maliye bakan yardımcısı Paul Craig Roberts'ın 'yaşam standartları' öngörüsüyle birlikte ele aldığımızda bu kısacık haberde nasıl bir vahametin ipuçları vardır? Roberts'ın öngörüsü, mevcut durumda değerinin altında olan yuanın çıpadan çıkarılması halinde ABD'nin Çin'den ithal ettiği ürünlerin bir anda el yakmaya başlayacağı öngörüsü ("Walmart'ta alışveriş yapmak, pahalı mağazalarda alışveriş yapmaya dönecek") dayanaksız bir öngörü müdür? Yoksa Roberts'ın öngörüsü dayanaklı ve isabetlidir de, kısa vadede yaşanacak fiyat artışları ve tüketici harcamalarının azalması olasılığı, uzun vadede yaşanabilecek başka gelişmelere göre daha mı az tehlikelidir? Ya da Amerikan devleti, Çin'den ithalatı ihracattaki artıştan kazanacaklarıyla (dalgalanan yuanın dolar'a karşı değer kazanması nedeniyle) baskılamayı mı planlamaktadır; Amerikan ürünlerinin Çin ürünleri karşısında ucuzlaması ile ortaya çıkacak küresel rekabet avantajı ile?
Öte yandan Barnett'ın "Dünya Ticaret Örgütü'nün ilkeleri çerçevesinde kapılarını açtığında Çin iç pazarı ihracatımız açısından en büyük fırsat olabilir" öngörüsü neye dayanmaktadır? Öngörü, Mayıs 2003'te yapılmıştır. ABD-Çin ticaretinde durum ne?
* Çin, 2003 yılında ihracatının yüzde 21'ini ABD'ye, ithalatının yüzde 8.2'sini ABD'den yapmış (2004 itibarıyla Çin'in toplam ihracatı tahmini 583 milyar dolar, ithalatı 552 milyar dolar).
* ABD'nin 2003 yılı ihracatında Çin'in kayda değer bir yeri yok. Almanya'nın Yüzde 4'le beşinci sırada yer aldığı ilk beş içinde Çin yok. ABD ithalatının yüzde 12.5'ini ise ikinci sıradaki Çin'den yapmış (2004 itibarıyla ABD'nin toplam ihracatı tahmini 795 milyar dolar, ithalatı 1 trilyon 476 milyar dolar).
* ABD'nin yuanın dalgalanmaya bırakılması ile ne tür bir kazancı olabileceğini tartışmaya geçmeden önce, sırada Çin-ABD ilişkilerinin ele alınışı hakkında ipucu verebilecek bir başka değerlendirme..
Reuters tarafından gene 13 Mayıs 2005 günü geçilen haberde, ABD'nin Asya ticaret temsilcisi yardımcısı Charles Freeman'ın şöyle dediği bildiriliyordu:
"Çin'in ABD'ye ihracatı gayri safi milli hasılasının yüzde 10'u. Bu kadar büyük bir tutarın kaybedilmesi göze alınamaz."
Freeman ABD Temsilciler Meclisi'nde yaptığı konuşmada özetle, iki ülke arasında bir ticaret savaşı çıkması ve ve Çin'in ABD'ye ihracatına sınırlamalar getirilmesi halinde Çin'in "kaybedecek çok şeyi olduğu"nu söylüyordu.
Bu konuşmaya vesile olan şey, Çin'de bilgisayar yazılımı ithalatını zorlaştırarak yerli yazılım sektörünün gelişimini destekleyen bir kanun tasarısı hazırlanmış olmasıydı.
Freeman, bu tür davranışların "Çin ürünleri için açık pazarları savunmalarını çok zorlaştırdığını" belirtiyordu. Bir Temsilciler Meclisi üyesi, Virginia'dan Cumhuriyetçi Tom Davis ise, tasarının kanunlaşması halinde Çin'in bunun bedelini ödeyeceğini söylüyordu.
"Burada böyle oturup yumruklanan bir kum torbası olabileceğimizi sanmıyorum" diyordu Davis. "Çin'le bir ticaret savaşına girersek onların kaybedeceği çok daha fazla şey var."
Freeman ile Davis'in yaklaşımı da kullandıkları sözcükler de, meselelere ortalama Amerikan vatandaşından farklı bir açıdan bakmadıklarını ya da şu tarihsel anda bakmamayı tercih ettiklerini gösteriyor. Yaklaşık iki yıl önce 15 Haziran 2003'te Independent gazetesinin Web sitesinde tartışma bölümüne "VTRC2001" kod adlı öfkeli Amerikan vatandaşı tarafından yazılanlar dikkatimizi çekmişti. O günlerde mesele, Irak işgalini desteklemeyen Avrupa'ydı:
"Avrupalıların büyük düşünürler olduğu ne zaman görülmüş ki? Amerika Birleşik Devletleri'nin fazla bir şey imal etmediğini, bizim bir tüketim toplumu olduğumuzu, Amerikan ekonomik faaliyetlerinin yüzde 66'sının harcama olduğunu, Avrupa'nın çoğunluğunun ise imalatçı olduğunu unuttular. Biz dünyanın müşterileriyiz ve eğer dünya en iyi müşterisini dışarıda bırakmak istiyorsa o halde onlara [bu niyetlerinin bedelini] ödetmenin zamanı geldi demektir. Avrupalılar mallarımızı boykot ederek canımızı yakamazlar, çünkü fazla bir şey imal etmiyoruz. Ama biz, 6.5 trilyon dolarlık Amerikan pazarından çıkarıp atarak onların ekonomilerini ölüm yolculuğuna gönderebiliriz.."
Çin-Walmart-ABD ilişkisi
Ticaret savaşının başlaması halinde kimin ne kaybedeceğine ya da malları Amerikan pazarından çıkarılıp atıldığında hangi ekonomilerin ölüm yolculuğuna gönderileceğine bir de dünya perakende devi Walmart açısından bakalım.
Forbes'un "en zenginler" listesinde beş Walton'un (Alice L., Helen R., Jim C., John T., S. Robson) 18'er milyar dolarlık kişisel servetleriyle dördüncü sıraya demir atmasında, Walton ailesinin Walmart'ının Fortune'un "en büyük şirketler" listesinde birinci sıraya kazık çakmasında, Walmart'ın rakiplerini köşeye sıkıştıran ucuz Çin emeği kritik bir rol oynamaktadır.
Aslında Walmart-Çin ilişkisinde "polikonomist" Jude Wanniski'nin ideal modelini görebiliriz: Paranın değerinin sabit kaldığı, birbirlerine mallarını satan "fırıncı Smith" ile "şarapçı Jones"un paradaki değer değişimlerinden etkilenmediği model. Bu modelin gerçek olabilmesini yeniden altına çıpalanmış bir dolar değilse de, dolara çıpalanmış yuan sağlamaktadır.
Öte yandan Walmart-Çin ilişkisi, ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan'ın 'esneklik paradigması'na da uygun değil midir:
"ABD'yi oluşturan farklı eyaletler arasındaki ticaret ve finans açısından son iki yüzyılın deneyimleri bu esneklik paradigmasına yaklaşıyor; özellikle, eyaletler arasındaki kurlar sabit olduğu ve dolayısıyla bir ayarlama mekanizmasının parçası olamayacağı için. Elimizde farklı eyaletler arasındaki işlemler hakkında yeterli veri bulunmasa da, belirli olaylar, yıllar boyunca açık dengesizliklerin eyaletler arasında ödeme dengesi krizleri yaşanmadan çözümlendiğini gösteriyor..." (7)
Ama işte sabit kurlara karşın farklı pazarları (emek, stratejik madde, dayanıklı-dayanıksız tüketim malları ve hizmet: tüm meta pazarları) temel alan Çin ve ABD arasında ödeme dengesi krizleri, değil yaşanmadan atlatılmak, şu anda rekorları zorlamaktadır. Başka bir deyişle, Greenspan'ın "esneklik paradigması"nın "küresel dengeyi sağlaması" tezi açısından da, Wanniski'nin sabit kurun girişimciyi ödüllendireceği tezi açısından da bir sorun olduğunu Çin-Walmart-ABD ilişkisi göstermektedir.
Şöyle de denebilir: Devletin ve "stratejik araştırmacı" sınıfı devlet memurlarının ev ödevi olan çift yönlü sermaye birikimi, sadece mikroekonomik değil, "efektif talep"i, kur oranlarını, istihdamı, fiyatları etkilediği için aynı zamanda makroekonomik bir gelişmedir. Walmart'ın mağazalarını Çin'de üretilmiş mallarla doldurması, ABD'deki üretim sektörü yatırımlarını ve istihdamı (olumsuz), fiyatları (olumlu), tüketici harcamalarını (olumlu) etkilerken, Çin, Walmart yatırımlarını ucuz emeğe ek olarak dolara çıpalanmış bir yuanla teşvik etmektedir.
Ev ödevini yapan Amerikan devletinin Çin devletine yönelik "yuanı bırakın dalgalansın" baskısının, dünya ticaretine takoz koyma ve savaş tacirliği yapmadan daha da vahim olması, üretim sektörü yatırımları ve istihdamdaki gerilemenin (en azından durgunluğun), dünya ticaretinde her an biraz daha gerilemenin, göreceli ucuzluk ve yüksek tüketime rağmen göze alınamaz hale geldiğini göstermesinden, en azından buna ilişkin ipuçları sunmasındandır. Ama doların küresel para olarak rakipsiz konumu devam ediyor olsa, ABD'nin ticaret açığı yabancılar tarafından eskisi gibi finanse edilecek olsa bütün bunlar Amerikan devleti tarafından belki gene de göze alınabilirdi.
Dünyanın tek bir dolar gezegeni olmaktan çıkıp dolar ve euro bölgelerine giderek daha fazla bölünmesi, Amerikan devletinin Çin'le ilgili sabırsızlığını -hatta buna panik de diyebiliriz- herhalde yoğunlaştırmaktadır. (ŞA/TK)
(1) Başta ABD olmak üzere endüstrileşmiş ülkelerde şirketlerin büyük ölçüde iç pazarlara kapandığı 1929-34 arasında tüm dünya ticareti yüzde 66 azalmıştı. ABD'de 1929'da borsa çöküşünün ardından Haziran 1930'da çıkarılan ve gümrük tarifelerini tarihsel olarak rekor düzeylere yükselten Smoot-Hawley Tarife Kanunu, bu ülkelerde uygulamaya koyulan korumacı politikaların çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.
(2) Keith Laybourn, The General Strike, Day by Day, s. 5 (Allan Sutton Publishing, 1996)
(3) Aynı kaynak, s. 74
(4) Karl Marx, Kapital 1. Cilt, 23. Bölüm
(5) 11 Eylül 2001'de New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin 101. ve 105. katlarında bulunan Cantor Fitzgerald merkezinde, başkan yardımcısı Doug Gardner da dahil 658 şirket çalışanı (çalışanların üçte ikisi) hayatını kaybetti. Mayıs 2000 tarihli Asya Enerji Piyasaları" raporunun girişinde verilen bilgiye göre Cantor'un operasyonlarındaki yıllık ortalama mali akış 50 ila 70 trilyon dolar arasındaydı.
(6) İmalatta birim emek maliyeti yıllık ortalama değişim oranları (ABD Doları temelinde)
................1979-1990..1990-1995..1995-2000..2000-2003 ABD...............2.5.............-0.2............-0.9..........-1.0 Kanada..........4.7.............-3.2............-2.2...........4.0 Japonya.........4.6..............9.4............-5.7..........-3.8 Kore................-................6.7............-9.5..........-0.3 Tayvan..........8.4...............2.2............-5.1..........-7.2 Belçika..........0.6...............3.3............-8.4...........8.2 Danimarka.....4.1...............2.3............-5.8...........9.7 Fransa...........2.1...............1.7............-8.9...........7.8 Almanya *......4.5...............5.6............-7.2...........7.7 İtalya.............5.7.............-3.5............-3.2...........11.2 Hollanda.........1.5..............3.6............-6.9...........11.5 Norveç............4.9..............2.6............-2.7...........11.0 İsveç..............3.4.............-5.2............-6.7...........4.4 İngiltere.........4.5..............-0.5............1.3............4.1 * 1991 öncesi veriler Batı Almanya'ya ait
Kaynak: ABD Çalışma Bakanlığı, Emek İstatistikleri Bürosu, "International Comparisons of Manufacturing Productivity and Unit Labor Cost Trends, Revised Data for 2003", 24 Şubat 2005
(7) İnsanın "keşke ABD Çin'in ya da Çin ABD'nin eyaleti olaydı" diyesi geliyor. "O zaman eyaletler arası etkileşimle -biraz iç göç, biraz rekabet, biraz yasama, yargı falan- Çin'deki emek maliyetleri ABD'deki maliyetlere ya da ABD'deki maliyetler Çin'deki maliyetlere eşitlenir, sorun halledilirdi..." Tek bir sorun var: O zaman Walmart'ın durumu ne olurdu? Alımda kullandığı parayla satışta kullandığı paranın değeri simetrik artıp azalan (yuan-dolar), bu yüzden kur farkı riskine maruz kalmayan, böyle bir riski hedge'leme maliyetlerine katlanmak zorunda kalmayan, üstelik hep çok ucuza alan Walmart'ın pazar hakimiyeti, yüksek kârlılığı, hızlı sermaye birikimi?