E. Tülin Erinç’in, anksiyete, kaygı bozukluğu, endişe, panik atak, agorafobi gibi psikolojik rahatsızlıkları kendi deneyimlerinden yola çıkarak anlattığı “Bunaltı Çağında Yaşamak”, Beyaz Baykuş Yayınları etiketiyle yayımlandı. Meramını, bireyden topluma bağlanan bir süreç şeklinde değerlendirerek ele alan Erinç, sade dili ve günlük yaşamdan verdiği örneklerle söz konusu rahatsızlıkları “içeriden” bir gözle aktarıyor. E. Tülin Erinç’le kitabını ve bahsi geçen rahatsızlıkların toplumsal yansımalarını konuştuk.
Günah keçisi, bahane ya da rozete çevirme
Bizim toplumda şöyle bir ikilem olduğunu düşünüyorum: Ruhsal sorunlarla ilgili hastalıklarda artış olduğu, antidepresan kullanımının yüzde bilmem kaç arttığına dair haberler çıkar arada karşımıza. Bir kişi için “Zaten psikolojik sorunları var. İlaç kullanıyor,” gibi bir yorum yapıldığında, “Canım artık kullanmayan mı var?” diye cevap veriliyor. Ama mevzu büyüdüğünde bu sefer “psikolojik sorunlar” adeta günah keçisi ilan ediliyor. Yani bir tarafta bir olumlama var, diğer tarafta ise vaziyet kötüye gittiğinde ortaya “joker” olarak sürülen “psikolojik sorunlar” “kartı” var. Siz bu ikilemi nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle antidepresan kullanımındaki artış üzerine birkaç kelam etmek isterim. Bu sorun bize özgü değil, global bir mesele. İlaç kullanımının artması demek, herkesin aynı oranda patolojik bir sorun yaşadığı anlamına gelmiyor. Şiddetli bir ağrı, ameliyat ya da kırık/burkulma durumunda ağır bir kas-kemik ağrısı önleyici ilaç size reçete edilebilir. Bu ilaç, normalde ağır oto-immün hastalıkları olan kişilere veriliyor olabilir. Ama aynı ilacı kullanmak sizi eş oranda “hasta” yapmaz. Dolayısıyla herkesin ilaç kullanması ya da aynı ilacı kullanması demek herkesin eş oranda mental sorunlara sahip olduğu anlamına gelmiyor, bu yanlış bir çıkarım ki bence sorun da biraz buradan çıkıyor. Bir noktada yaşamını sürdüremeyecek kadar patolojik sorunlar yaşayan insanlar görüyoruz, öte yandan “herkes ilaç kullanıyor zaten” diyoruz. Kafa karıştıran bu biraz da.
Günah keçisi, bahane ya da rozete çevirme meselelerine gelince, bunu önlemenin pek bir yolu yok. Her şey insan tarafından suistimal edilebiliyor şu hayatta. Ancak bu, gerçekten yardım çağrısında bulunan, yaşamdan kopan insanlara yardım etmenin önüne geçmemeli ve onların söylemleri “joker olarak kullanıyor” olarak görülmemeli. Bu da bireylerin ya da kitlelerin işi değil. Bizler sadece böyle konularda bilgilendirilebiliriz. Sosyal medyada gördüğümüz ve mental bir sorunu olduğunu iddia eden biriyle empati kurabilir ya da ondan şüphelenebiliriz. Bunlar bizim şahsi duygu ve kanaatlerimiz. Bu noktada teşhis, tedavi, kontrol için devlet/sağlık kuruluşları gibi daha organize süreçlerin devreye girmesi önem kazanıyor.
Krizi çözüme çevirmek
Kitabın arka kapağında konuya net bir açıklık getiren, cevabı da içinde olan bir soru var: “Bu çağda birkaç sağlam panik atak geçirmeden hayatta kalmak mümkün mü?” Çok doğru bir tespit. Fakat özellikle, Tayfun Atay’ın nokta atışıyla adlandırdığı içinde bulunduğumuz “meşhuriyet çağı”nda, görünür, konuşulur olmak için psikolojik rahatsızlıklardan “ekmek yeme” durumu olduğunu düşünüyorum. Misal biri, sosyal medya hesabından, “Arkadaşlar ayağımı kırdım. Şu kadar süre alçıda kalacak,” diye yayın yapmıyor ancak, “Bugün terapistimle görüşmem vardı. Üst üste gelen bilmem nelerden dolayı ilaç dozunu yükseltti. Bir süre böyle sürecekmiş,” diye ağlıyor. Katılır mısınız bu görüşüme ve bunun sebebini nasıl yorumlarsınız?
Şimdi biraz tepki toplayacak bir şey söyleyeceğim belki ama bir metal durumdan “ekmek yemeyi” yerine göre çok da yanlış bulmuyorum. Örneğin yabancı sosyal medyada otizmli veya ADHD’li, şizofren, bipolar olduğu için çalışamayan (yani topluma uyum sağlayamayacak kadar mental anlamda farklı ya da bozukluk yaşayan), hayatını diğerleri gibi idame ettiremeyen, ancak bu krizi bir çözüme çevirip bu konuda farkındalık, eğlenme, kendi hayatını belgelendirme gibi noktalardan içerikler üreterek, mesela Youtube üzerinden, kazanç sağlayan birçok insan var. Şimdi biz bu insanlara “kes artistliği, duygu sömürüsü yapma. Git herkes gibi çalış!” mı diyeceğiz? Onları kendi bakımlarını ekonomik olarak üstlenemeyecek bir noktaya mı iteceğiz?
Artılar, eksiler
İkinci mesele ise şu: meşhur olacak bir şeyler yapmak ya da yaptıklarıyla meşhur olmak biraz da görünür olmayı istemek ya da bundan diğerlerimiz kadar çekinmemek gibi bir mekanizmaya da sahip olmak anlamına geliyor. Her insani becerinin bir artısı bir eksisi vardır. Örneğin işine çok odaklı bir mühendis, tam da işine çok odaklı ve analitik olduğu için sosyal ilişkilerde iyi olmayabilir. Aynı şey bizim sosyal medyada sıkça gördüğümüz simalara da özgü. Ürettiklerini seviyorsak, kendilerinden bahsetmelerini de biraz çekebiliriz diye düşünüyorum. Yok onlara dair hiçbir şeyi doğru bulmuyorsak zaten takibin ne anlamı var?
Açıkçası bunu genelin bulduğu kadar rahatsız edici ya da büyük bir sorun olarak görmüyorum.
Amacım, katkı sağlamak
“Bunaltı Çağında Yaşamak” kitabınıza gelelim… Ben, bireyin hayatını toptan mahvedecek bir konu olan “bunaltı”nın “içeriden” birinin anlatmasını, açıkçası bir uzmanın anlatmasından daha değerli buluyorum. Zira bir uzman, (bu düşüncem için bana kızanlar çıkabilir, kabulümdür), “bunaltı”yla ilgili yaşadığı gün kadar kitap okumuş olsa da, hasta görmüş olsa da onu yaşayan birinden daha iyi kavrayamaz. Sizin kitabı yazarken böyle bir amacınız var mıydı?
Psikoloji modern bir yaklaşım olarak Freud’la birlikte parlamaya başladığı yıllardan itibaren alanın öncüleri, hastalarından çok, kendilerine dair gözlemlerden yola çıkarak kuram geliştirmiş, daima teoriden çok vakaya, vakanın biricikliğine odaklanmışlar. Bu beni hem sürecim hem de psikoloji okumalarım boyunca çok etkiledi. Bu kitabı yazarken kimseye ders vermek ya da daha iyi bildiğimi iddia etmek amacıyla yazmadım ama katkı sağlamak amacı güttüm. Hem alana, kendi deneyimimi ayrıntılı sunarak katkı sağlamayı umdum hem de bu durumu yaşayan insanlara “yalnız değilsin, bak ben de bunu yaşıyorum” diyerek destek olmak istedim.
Kendi hakkımda konuşmak zorladı
Yukarıdaki sorularla alakalı olarak şunu da sormak isterim: Psikolojik sorunları olan kişilere karşı toplumdaki önyargı hâlâ kırılmış değil. Bu konu açıldığında ardından otomatik olarak “mahremiyet” konusu da geliyor. Kitap fikri kafanızda oluştuğunda “mahremiyet” mevzusu size de zorluk çıkardı mı?
Beni kendi hakkında konuşmak oldukça zorladı diyebilirim. Bunun sebebi sadece psikolojik bir sorun, üstüne üstlük benim sorunum hakkında yazıyor olmak değildi. Kitap aşk hakkında olsaydı ve aşk deneyimlerimi yazıyor olsaydım yine zorlanırdım. İnsanın kendisi hakkında kamuya açık konuşması her zaman zorlayıcı bir deneyim. Öte yandan ben kitabı yazmaya başlamadan önce zaten farkındalık oluşturmak için en azından kendi sosyal medya hesaplarımda paylaşımlar yapmaya başlamış aynı durumu yaşayan insanlarla iletişime geçmiştim. Böylece birbirinin halini bilenlerden oluşan bir komünite oluşmuştu. Dolayısıyla o zorluk böylece aşılmış oldu. Öte yandan psikolojik durumların hem bir tabu hem de bir herkeste bir rozet haline gelmesi daha komplike ve belki de sınıfsal bir sorun. Bir memur veya kurumsalda çalışan bir müdür için belki de itibarını korumak gerekliliği açısından mahremiyet daha öne çıkabilir. Ancak tam da hayatını konu alarak içerik sunan biri için bu rozet haline de gelebilir.
Kitabın genelinde kaygı, endişe ve anksiyete bozukluğunu A’dan Z’ye gündelik bir dille ve yine gündelik hayattan örnekler kullanarak anlatıyorsunuz. Bence bu ifade biçimi okurla kitap arasındaki duvarları kaldırmaya yardımcı oluyor. Buna rağmen anlaşılamama, yanlış anlaşılma, “Çok biliyor!” vb. eleştirilere maruz kalma çekinceniz oldu mu? Ya da tam tersi, kitabın sonlarında belirttiğiniz gibi, “Birbirimize omuz verelim,” duygusu daha mı baskın?
Neticede bir uzman olmadan, uzmanlık gerektiren bir alanda yazdım. Bu yüzden eleştirilmekten çok yanlış yönlendirmeye sebep verebilecek bir şeyler yazmaktan çekindim. Bu yüzden kitapta da sık sık dilimi yumuşak tutmaya, taraflı olduğumu belirtmeye çalıştım. Yine bu sorunu engellemek için uzmanlığına güvendiğim birkaç klinik psikologdan kitabımı okumasını rica ettim. Sağ olsunlar kırmadılar. Keza alana yabancı kişilere de kitabı okutarak yanlış anlaşılma ihtimalini ölçtüm. Yani yazıp hemen yayınlamadım. O yüzden en azından bu konuda elimden geleni yaptığım için içim rahat. Öte yandan psikotarih alanında doktora yapmakta olduğum için, psikoloji bana akademik anlamda çok da uzak bir alan da değildi zaten.
Haklarımızın farkında değiliz
Son olarak Türkiye’de psikolojik rahatsızlıkların devlet tarafından umursanmadığını biliyoruz. Peki, toplum bu sorunun ne kadar farkında?
Bence biz Türkiye’de genelde vatandaş olarak işlevselliğimizin, dolayısıyla haklarımızın da pek farkında değiliz. Bu yüzden birçok şeyi daha çok tek başımıza göğüslemeye çalışıyor, süreçlerde yalnız kalıyoruz. Bir toplumda psikolojik rahatsızlıkların artması demek, verimin, toplumsal güvenliğin, huzurun düşmesi demek. Bu da aslında devlete gerek ekonomik gerek güvenlik, hukuk, bürokrasi, düzen açısından daha fazla yük binmesi anlamına gelir. Biz devlete, şirketlere, yani organize süreçlere “daha az masraf ve sorun istiyorsan bana iyi bakmalısın” demeyi bilmiyoruz. Bu da haklarımızı göremememize sebep oluyor. Bu sorunun çözülmesi için şahsi kanaatim odur ki bireylerin kendi işlevselliklerini daha fazla farkına varmaları gerekiyor ki hak talebi artsın.(BS/AÖ)