Hem gözlere hem kulaklara ziyafet yaşatan festival, kentin hippi bölgesi East Village'daki Halk Tiyatrosu Binası'nda yapıldı. Akşam 8'de girdiğim binadan, bir salondan diğerine koşuşturmuş olmanın verdiği yorgunluğa karşın, gece saat 2'de "ne muhteşem bir gece!" diyerek ayrıldım...
O gece İngilizce ikinci dildi konser salonlarında. Festivale Küba, Brezilya, Fransa, Lübnan, Peru, Portekiz, Yunanistan, Hindistan, Meksika, Güney Afrika, Yemen, Haiti, İrlanda, İspanya ve Türkiye adına katılan müzisyenleri izlemek için bu memleketlerin New York'ta yaşayan vatandaşları akın etmişti adeta.
Amerika değil, New York
Malûm, New York dünya kültürlerinin buluştuğu en büyük kent. Boşuna "melting-pot" demiyorlar ona. Amerikalıdan çok göçmen görüyorsunuz her yerde. Bu bakımdan, böyle bir festivalin New York'ta düzenlenmesi akıllıca bir proje.
Zaten bu projenin amaçlarından biri de, dünyanın çeşitli yerlerinden sanatçıların Amerika turnelerindeki durakların sayısını artırmak, konserleri üniversite kentlerine de yaymak, çekingen sponsorlara ve organizatörlere neler kaçırdıklarını göstermek.
New York Times'da da dendiği gibi, sanatçılar Amerika'ya genellikle üç-dört konser için geliyor, on konserlik bir kontrat şahane bir turne anlamına geliyor. Buena Vista'cılar, Nusrat Fateh Ali Khan, Angelique Kidjo, Youssou N'Dour, Cesaria Evora, Chieftains, Ladysmith Black Mambazoo gibi kalburüstü isimler dışında, "world music"in Amerika'da -hele metropollerden uzaklaştıkça- pek bir karşılığı yok. Albüm satışları "Diğerleri" gibi bir kategori altında toplam satışların yüzde 8'ini oluşturuyor -bu rakamda Putumayo derlemelerinin büyük rolü var-, ama spoken-word, big band, elektronik ve komedi plakları da bu kategoride. Reggae'yse "world music"e dahil edilmiyor...
Ama işte burası Amerika değil, New York: Göçmenlerin yanı sıra, müziğe gerçekten meraklı Amerikalılar da gereken ilgiyi gösterdi festivale. Seyircilerin yaş ortalaması 40 yaş civarındaydı. Diskolar 20'li yaşlara daha cazip geliyor tabii ki -Saturday Night Fever! Oysa bilselerdi festivalde herkes nasıl dans edip eğlendi, eminim onlar da gelirdi. Nasıl mı eğlendiler? Festivalde öne çıkanlara sırayla bakalım...
Festivalde öne çıkanlar
Perküsyonist Cyro Baptista ve diğer vurmalı çalgılarda yedi arkadaşından oluşan Brezilyalı grup Beat The Donkey'le açıldı festival. Değişik kıyafetleri ve ilginç danslarıyla ortamı adeta bir sirke çeviren grup, aklınıza gelebilecek her malzemeden çalgı yapmış. Ortaya çıkan müzik, step dansı, samba, caz, rock ve funk karışımı sıra dışı bir müzik ve çok eğlendirici.
Beat The Donkey'i bırakıp ikinci kattaki salona gitmek zor oluyor ama, Hintli sanatçı Susheela Raman'ı kaçırmak olmaz. Billie Holiday veya Nina Simone geleneksel Hint evlerinde yetiştirilseydi, Raman gibi şarkı söylerlerdi diyor müzik otoriteleri.
Ailesiyle İngiltere'ye, sonra da Avustralya'ya göç eden Raman, geleneksel Doğu şarkılarını Batı formuyla birleştirerek yeni bir form elde etmiş. Güçlü sesiyle mükemmel bir şekilde yorumladığı şarkılara akustik gitar ve darbuka eşlik ediyor.
Avrupa konserlerinde ve İstanbul'da sahnede "bir pantolon bir gömlek" gördüğümüz Raman bu sefer, tek omuzdan bağlanan ve yerlere kadar uzanan yerel bir elbiseyle karşımızda. Güney Hindistan geleneğiyle beslenmiş şarkılarıyla seyirciyi kendine hayran bırakıyor. Raman'ın muhteşem performansından koşarak ayrılıp tekrar üst kata çıkıyor ve Raul Paz'ı yakalıyorum.
Geçtiğimiz yaz Raman gibi İstanbul, Babylon'da konser veren Kübalı Paz, Fransa'ya yerleşerek müzikteki Küba dalgasının lideri haline gelmiş. Hiphop, dub ve Karayip müziğinin öğelerini pop öğeleriyle harmanlayan Paz'ın konserinde salon tamamen dolu ve izleyici diğer konserlere oranla daha genç.
Müziğin kıvrak ritmine uyup dans edenler çoğunlukta. Özellikle New York'un Kübalı göçmenlerine ve Latin Amerikalı kesimine hitap ediyor Raul Paz'ın müziği. Yanımda duran otuz yaşlarında Kübalı bir kadın, gözünden yaşlar akarak konuşuyor: "Kendimi Havana'da hissediyorum şu anda!"
O sırada Yunanlı sanatçı Savina Yannatou'nun konseri başlıyor birinci katta. Hadi koşuyoruz Joe's Pub'a! Atina doğumlu sanatçıya sahnede kanun, ud, tambur çalan üç müzisyen eşlik ediyor. Az önce Kübalı kadının dediğine benzer bir şekilde, ben de kendimi birden Beyoğlu'nda hissediyorum. Yunanca sözler dışında, çaldıkları müzik, bizim Türk müziğini öylesine andırıyor ki. "Selâm Akdeniz!" diyorum içimden.
Joe's Pub, yemek de yenebilen ortamıyla oldukça hoş bir salon. Önümdeki masada New York'un Yunanlı zenginlerinden iki çift oturuyor. Savina çıkınca "işte müzik bu!" diyorlar. Keyiflerine diyecek yok.
Çok merak ettiğim Diego Amador'un konserine geliyor sonunda sıra. Amador, dünyada flamenkonun piyanodaki tek uzmanı olarak anılıyor. O geceki konser, 1973'te İspanya'da seçkin bir ailenin oğlu olarak doğan genç sanatçının Amerika'daki ilk performansı. Gitarla çalınan flamenkoyu dinlememiş olan azdır. Fakat Diego Amador'un piyanosundan flamenko dinlemek tamamen başka bir deneyim. Bulunduğunuz şehre gelirse sakın kaçırmayın!
Mercan Dede sahnede
Ve sıra Mercan Dede'de... Heyecanlıyım. Salona giriyorum, ilk başlarda çok kalabalık değil salon. Malûm, festival üç ayrı salonda durmadan devam ediyor. Kendime oturacak bir yer buluyorum ve bekliyorum. Işıklar sönüyor, anons yapılıyor: Mercan Dede ve ekibi sahnede.
Geleneksel Sufi müziğini elektronik müzikle karıştırarak, etkileyici, devingen ve ilginç bir karışım yaratıyor genç müzisyen. Sahnede kendisine eşlik eden son derece yetenekli grup arkadaşlarını tanıtıyor: Nefeslilerde 14 yaşındaki Aykut, kanunda 17 yaşındaki Cihan ve vurmalı çalgılarda 18 yaşındaki Hüseyin.
Yanımda oturan Amerikalı kadın, "inanılır gibi değil, hepsi çocuk daha ve yaptıkları müziğin güzelliğine bak" diyor heyecanla. Kendisi de çok genç olan Mercan Dede, kısa zamanda çok yol kat etmiş durumda. Şarkı aralarında yaptığı kısa konuşmalarla büyük sempati topluyor: "Yanınızda oturan kişiyi önemsemeyin, ister ağlayın, ister dans edin. Ne istiyorsanız onu yapın!.." Çoğu kişi de öyle yapıyor. Çılgınca dans eden iki yaşlı kadına takılıyor gözüm.
Konserin bir yerinde sahneye geleneksel Mevlevi kıyafeti içinde genç bir kız çıkıyor. Mevlevi dansının insanı içine çeken yoğunluğu tüm salona yayılıyor. O sırada, bakıyorum, salon iyice dolmuş. Amerikalı yaşlı bir adam geliyor yanımıza: "Festival programına baktığımda fazla önem vermemiştim bu konsere. Fakat şu anda büyülenmiş durumdayım. Az önce dervişler gibi dönüyordum en ön sırada. Gecenin sürprizi bu!.." Türk olduğumu öğrenince tebrik ediyor beni de.
Mercan Dede ve Secret Tribe, New York'ta başarılı bir sınav veriyor o gece. Ertesi gün The New York Times gazetesinde Mercan Dede'nin performansından söz edilerek, fusion müziğin o gece öne çıktığı belirtiliyor.
En ilginç konserlerinden birini Haitili Emeline Michel verdi. Çıplak ayakla sahneye çıkan sempatik sanatçı, kendisi gibi birbirinden renkli Afrikalı ve Güney Amerikalı müzisyenlerle birlikte bir karnaval havası estirdi Joe's Pub'da. Geleneksel Haiti ritimlerini sosyal ve politik içerikle birleştirdiği için halkı tarafından "Haiti şarkılarının kraliçesi" olarak tanımlanıyor Michel. Caz, samba, rock ve yerel Haiti şarkılarının harmanlandığı melodilerin kimi hüzünlü, kimi coşku dolu. Fransızca sözlerin de yardımıyla salondaki seyirci kapılıp gidiyor müziğe...
Ve gecenin en muhteşem sesi, Angeligue Kidjo: Uluslararası müzik kültürleri arasında ilişki kurmaya çalışan sanatçıların önde gelenlerinden. Üstelik, duyabileceğiniz en güzel, en güçlü seslerden birine sahip. Müziği, funk, salsa, caz, rumba ve geleneksel Afrika müziklerini çok başarılı biçimde birleştiriyor. Tamamen akustik bir performans izliyoruz Kidjo'dan o akşam.
Gecenin vurucu sözleri de yine ondan geliyor: "İnsanlar arasında hiçbir fark yok. Hepimiz aynıyız ve yapmamız gereken barışı korumak, mutlu olmaya çalışmak ve başkalarını da mutlu etmek..."
Hepimiz aynıyız, dünyayız
O gece New York Halk Tiyatrosu binasından çıkan insanların yüzünde mutluluk vardı. Asyalısı, Afrikalısı, Latin Amerikalısı, Ortadoğulusu, Avrupalısı ve Amerikalısı birlikteydi.
Hepsi farklı diller konuşuyordu ama, ortak noktaları vardı. Müziğin güzelliğini ve insan olmanın sevincini paylaştılar o akşam. Ritimlerimiz, müzik aletlerimiz, danslarımız farklı olsa da, müziği seviyoruz. Ayrıca o müzikleri karıştırıp "world music" yapıyoruz. Hepimiz aynıyız, insanız. Hepimiz dünyayız. (BB)